1375 YIL SONRA PEYGAMBER EFENDİMİZ’İ YENİDEN DÜŞÜNMEK

DR. ABDULLAH HİKMET ATAN

Ebû Musa el-Eş’arî’den -radıyallâhu anh- rivayet edilen bir hadiste Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Allâh’ın benimle göndermiş olduğu hidâyet ve ilim, yeryüzüne yağan bol yağmura benzer. Yağmurun yağdığı yerin bir bölümü verimli bir topraktır: Yağmur suyunu emer, bol çayır ve ot bitirir. Bir kısmı da suyu emmeyip üstünde tutan çorak bir yerdir: Allah burada biriken sudan insanları faydalandırır. Hem kendileri içer, hem de hayvanlarını sular ve ziraatlarını o su sayesinde yaparlar. Yağmurun yağdığı bir yer daha vardır ki, düz ve hiçbir bitki bitmeyen kaygan arazidir: Ne su tutar, ne de ot bitirir. İşte bu, Allâh’ın dininde anlayışlı olan ve Allâh’ın benimle gönderdiği hidâyet ve ilim kendisine fayda veren, onu hem öğrenen hem öğreten kimse ile, buna başını kaldırıp kulak vermeyen, Allâh’ın benimle gönderdiği hidâyeti kabul etmeyen kimsenin benzeridir.” (Buhârî, İlim, 20; Müslim, Fezâil, 15)

Bu hadis, Hazret-i Peygam
ber’in, sözünü muhatabına çok daha iyi kavratmak için başvurmuş olduğu sanatlı konuşmalarından biri; örneklendirerek anlatma (emsâlü’l-hadis) usûlüne çok güzel misâl teşkil etmektedir.

Hadisimizin başında Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allah Teâlâ’nın kendisiyle hidâyet ve ilim gönderdiğinden bahsetmektedir. Hidâyet, doğru yolu arama ve o yola girme, Allâh’ın kalbe ilham ettiği hak yolu bulma arzusu, hak din, İslâm dini gibi mânâlara gelmektedir.

Hadisimizde ise, Cenâb-ı Hak
k’ın kullarından istediği şeyi elde etmede insanlara yol göstermek mânâsında kullanılmıştır. İlim ise Allâh’ın isteklerine kulu ulaştıran bilgi demektir. Hidâyetsiz ilim olmayacağı gibi, hidâyet de belli ölçülerde ilme bağlıdır. Dolayısıyla hidâyet ve ilim arasında ciddî bir ilişki söz konusudur.

Hadiste insanlar, Hazret-i Pey
gamber’in getirdiği mesajı alabilme kapasitelerine göre gruplara ayrılmışlardır. Yani onlar, İslâm dinini ve bu dinin ahkâmını anlamada farklı farklıdırlar. Burada Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendini anlamaları ve gereği gibi davranmaları bakımından üç farklı insan tipinden bahsetmektedir:

1) Öğrenen-Amel Eden-Öğreten: Verimli toprak; suyu emer-ekin bitirir.

2) Öğrenen-Amel Etmeyen-Öğreten: Çorak toprak; suyu tutar, emmez-insanlar, hayvanlar içer, ekinler sulanır.

3) Öğrenmeyen: Kaygan Toprak; su tutmaz-ot bitirmez.

Birinci gruba mensup olan kişi, Hazret-i Peygamber’in mesajına kulak vermiş, onun getirdiği hidâyet ve ilimden istifade etmekle kalmamış onu yaşayıp, başkalarına da öğretmiştir ki bu tip insan, hadisimizde verimli, bereketli toprağa benzetilmiştir. Suyu içerisine çekerek ondan tam mânâsıyla istifade etmek sûretiyle üzerinde otlar, ağaçlar, ekinler bitirir, hem kendisi ondan istifade eder, hem de üzerinde bitirdiği ürünlerle başkalarının faydalanmasını sağlar.

İkinci grup insanlara gelince onlar da kayalık, taşlık veya killi topraktan oluşan çorak arazi gibidirler; İslâm’ı öğrenmişler, yani yağmuru üzerlerinde tutmuşlar, ancak öğrendikleriyle amel etmeyerek onu içlerine almamışlardır. Dolayısıyla onlardan ekin ve yeşillik bitmemektedir, ancak başkalarına o ilmi öğretmek sûretiyle üzerlerinde tuttukları sudan insan veya hayvanların istifade etmesini sağlamışlardır. Bu grup insanlar, birinciye göre istifade bakımından hiç şüphesiz daha aşağı seviyededirler.

Üçüncü grubu teşkil eden insanlara gelince -tabiri câizse- oralı bile olmayan tiplerdir bunlar; Hazret-i Peygamber’in getirdiği mesaja ne kulak verirler, ne onu öğrenmeye çalışırlar, hâliyle öğrenmedikleri şeyi yaşayamazlar ve öğretemezler. Bu gruba giren insanlar hadisimizde, ne yeşillik bitiren, ne de üzerinde suyu tutan kaygan, kıraç, çöl toprağına benzetilmişlerdir.

Birinci gruba dâhil insanlara ilk misâl, elbette ki Peygamber Efendimiz’in seçkin arkadaşları olan ve âyette (Tevbe, 9/100) kendilerinden: “Allâh’ın râzı oldukları” şeklinde bahsedilen sahâbilerdir. Onların her bireri Hazret-i Ebûbekir’iyle, Hazret-i Ömer’iyle, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali’siyle, Hazret-i Hatice ve Hazret-i Âişe’siyle -Allah Teâlâ onlardan râzı olsun- Rasûlullâh’ın -sallâllâhu aleyhi ve sellem- getirdiği hidâyet ve ilimden azamî ölçüde istifade etmişler, başkalarına örnek ve muallim olarak kıyâmete kadar İslâm’ın yaşanmasında en büyük katkıyı sağlayan ilk nesil olmuşlardır. Bunun en açık delili, dinî bir konudan bahsederken sahâbesiz yapamamamızdan anlaşılmaktadır. Onlardaki bu bereket, kısa zamandan tüm dünyada varlığını hissettirmiş, İslâm, Arap Yarımadası’ndan çıkarak Asya’ya, Afrika’ya ve oradan Avrupa’ya yayılmıştır. Çünkü onlar Hazret-i Peygamber’in getirdiği hidâyet ve ilmi kabul etmede birinci sıradadırlar.

Yine aynı şekilde sahâbenin yolundan giden -ki onlar hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de: “…o ensar ve muhâcirlere güzellikle uyanlardan Allah râzıdır, onlar da Allah’tan râzıdırlar…” (Tevbe, 9/100) buyurulmuştur- tâbiîn ve sonra gelen nesillerin büyük âlim, fâzıl kişileri hep bu birinci sınıfa dâhildirler. Bugün, onlardan birisi olan mezhep imamımız İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe ve talebelerinin (Allah Teâla onlara rahmet eylesin) sayesinde; onların içtihatlarıyla ibadet yapabiliyoruz. Miladî 767 yılında vefat eden bir büyük âlimin bereketini gelin siz hesap edin! İmam Şâfiî, Buhârî, Müslim, Gazzâlî, Nevevî ve daha niceleri; din sahasında bizlere Hazret-i Peygamber’in getirdiği hidâyet ve ilmi taşıyan birer büyük âlim olmuşlardır. Peygamber Efendimiz’den asırlar sonra da gelmiş olsalar, tıpkı hayatındaymış gibi, bir sahâbi hassasiyetiyle o büyük Allah Elçisi’nden -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hidâyet ve ilmi alarak ve onu yaşayarak talebelerine büyük bir ciddiyetle öğretmişlerdir.

Aynı şekilde bu birinci grup bereketli Müslüman tipine, Hoca Ahmed Yesevî, Mevlânâ, Yunus Emre, Şâh-ı Nakşibend, Abdülkâdir-i Geylânî gibi büyük Allah dostları da dâhildirler. Onların İslâm’ı öğrenip yaşamadaki hassasiyetleri, çağlar boyu Hazret-i Peygamber’in gösterdiği hidâyet yolunun ışıkları olmuş ve nice bîçare insanları bu yola sevkederek kurtulmalarına vesile teşkil etmiştir.

Bir Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri’ne bakınız. Ömrünü, insanları irşada adamış ve sadece hayatında değil vefatından sonra da, günümüze kadar tesirini belki daha da geliştirerek sürdürmüş bir Allah dostu. Bugün Anadolu’dan tâ Balkanlara kadar yaşayan Müslümanlar, hidâyetlerini bu büyük insana borçludurlar. Onun bu illere gönderdiği dervişler sayesinde, oradaki halkın İslâm’ı kabul etmeleri mümkün olabilmiştir. Dolayısıyla bir insanı en güzel tanımanın yolu, onun yaptıklarına bakmakla mümkündür. İşte onun eseri. Hâlâ onu rahmet ve saygıyla anıyoruz. Halk ağzıyla söylediği şiirler hâlâ dilimizde; tekrarlayıp duruyoruz:

Ömrüm sona erince,

Ne yapayım ey Rabb’im?

Can alıcı gelince,

Ne yapayım ey Rabb’im?

Can verme korkusundan,

Azrâil acısından,

Şefkat görmesem Sen’den,

Ne yapayım ey Rabb’im?

Can verme işi pek zor,

Kolaylaştır ey Cebbâr,

Senden gayrı yok gâmhâr,*

Ne yapayım ey Rabb’im?

Canım geçip gidende,

Tenim burda kalanda,

Teneşire konanda,

Ne yapayım ey Rabb’im?

Âciz olup yatınca,

Melekler de gelince,

«Men Rabbüke?» sorunca,

Ne yapayım ey Rabbim?

Bu mısralar ne güzel anlatıyor ölümü ve sonrasını! Yüzlerce kitap yazsanız, bir o kadar da edebiyat parçalasanız belki bu kadar anlamlı ifade edemezsiniz. En önemlisi tesiriniz olmaz. “Bütün lezzetleri kesen ölümü çokça hatırlayınız (Tirmizî, Zühd, 4) hadîsinin tatbikatı, nasıl mısralarda dile geliyor?!. Bu ne müthiş bir gönül zenginliğidir yâ Rabbi!

Şimdi tam da bu noktada kendimizi sorgulamamız gerekmektedir: Acaba ben, yukarıdaki hadiste zikri geçen hangi gruba giriyorum? Cevap şu: Din, benim için ne anlam ifade ediyorsa işte o grubun insanıyım ben. Eğer din, olmazsa olmazım ise, yani ondan hiçbir zaman vazgeçmem mümkün değilse birinci gruba; olsa iyi olur, ama bakmayın bana, ben yapamıyorum ise ikinci gruba; olmasa da olur ise üçüncü gruba giriyorum demektir. Dolayısıyla dinî düşüncemiz ne ise, o ölçüde bu dinin Peygamberine kulak vermemiz ve O’nun -sallâllâhu aleyhi ve sellem- getirdiği mesajı anlamaya çalışmamız bir anlam ifade eder.  Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle:

“Biz Allâh’ın kullarıyız ve O’na döneceğiz.” (Bakara, 2/156) diyenler ile: “Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (En’âm, 6/162) demeyi gerçekten becerebilenler yani bu şuura sahip olanlar için din, olsa da olur olmasa da olur kabîlinden bir aksesuar; teferruat ve ayrıntı değildir. Bilakis yaşanması gerekli bir kâideler manzûmesidir. Tıpkı sahâbilerin din anlayışında ve onu benimsemelerinde olduğu gibi.

Peygamber Efendimiz’e -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bağlılığımızı, vefatının üzerinden tam 1375 koca yıl geçmişken, tekrar bu hadisin ışığında sorgulamamız gerekiyor. O’na îmanımız nasıl? O’nun buyruklarına; sünnetine ne kadar uyabiliyoruz? Biz nasıl bir Müslümanız? O’na sadece görüntü olarak; sathî bir biçimde mi bağlıyız? Yoksa O’na olan sadâkatimiz çok daha derinlerden mi geliyor? Bunları, bilhassa İslâm âlemi olarak, bir yığın buhranın acısıyla kıvrandığımız, şu daha çok taze yirmi birinci asrın başlarında düşünmemizde ve kendimizi O’na -sallâllâhu aleyhi ve sellem- göre ayarlamamızda fayda var sanıyorum. İşte bu muhasebe ve mûcibince amel etme, bizleri Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in getirdiği hidâyete tâbî olma bakımından birinci sınıf insan yapacak ve hayatımıza bereket katacaktır. O hidâyet yolunun yolcusu olmayı Cenâb-ı Hak hepimize nasip eylesin! Âmîn!..

_________________________

* tasalanan