RÖPORTAJ – İLHAN ARMUTÇUOĞLU

NEBEVİ AŞKIN EDEBİ TERENNÜMLERİ

Yüzakı: Muhterem hocam, bu sayımızda Nisan ayına mühür vuran «kutlu doğum» münasebetiyle dosya konusu olarak Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve şiir mevzuunu ele almayı düşündük. Sizin Peygamber -aleyhisselâm-’ın şiir dünyası ile yakın alâkanız dolayısıyla bu hususu sizinle konuşmak istedik. İlk olarak O’nun şiire bakışından bahsedebilir miyiz? O’na göre şiir nasıl bir noktada bulunmaktadır?

İlhan ARMUTÇUOĞLU: O’nun şiir hakkındaki tavrı, şiirin yöneldiği gaye ve hedefe bağlı bir durumdur. Eğer şiir bir irfan ve hikmet vasıtası olarak kullanılıyor ve nefsanî arzulara değil de rûhanî iştiyaklara hitap ediyorsa bu açıdan teşvik edilmesi gereken bir sanattır. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem: “Bazı şiirler ne güzel hikmettir.” buyurur.

Ancak şiir, edepten ve edebiyattan uzaklaştığı ve dinleyende kötü temayüller meydana getirdiği takdirde Kur’ân tarafından ayıplanan bir uğraş hâline gelivermekte. Nitekim Şuarâ Sûresi’nde bu tür şiirler yazan şairlerden bahisle şöyle buyrulmuştur:

(Hak’tan uzak) şairler(e gelince), onlara da ancak sapkınlar uyar. Görmez misin, onlar her vadide şaşkıncasına dolaşırlar ve yapmayacakları şeyleri söylerler?

Ancak;

Îman edip iyi işler yapan, Allâh’ı çok çok anan ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunan şairler başkadır…” (Şuarâ Sûresi, 224-227)

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu âyetin nüzulünden sonra şiirle meşgul olan sahabîlerine İslâm’ın şiir çerçevesini çizmiş ve şiirin Allah yolunda nasıl bir vesile olacağı sadedinde şöyle buyurmuşlardır:

“Muhakkak ki mü’min canıyla, kılıcıyla ve diliyle cihad eder. Nefsim elinde olana yemin ederim ki sizlerin onlara söylediğiniz hicivler tıpkı oklar gibidir.” (Müsned, VI, 387)

Yüzakı: Peki özel mânâda Peygamber Efendimiz’in şiirle alâkası nasıldır?

İlhan ARMUTÇUOĞLU: Peygamber Efendimiz’in şiirle olan alâkası noktasında ilk akla gelen isim, Hassân bin Sâbit -radıyallâhu anh-’tır. Rasûl-i Ekrem Efendimiz onu şiir yoluyla müşrikleri hicvetmesi yolunda sürekli desteklemiştir. O şiir söylerken onu teşvik babında: “Kul yâ Hassân ve’r-Rûh meake: Söyle yâ Hassân; Cebrail seninle.” buyurmuştur. Hattâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hassân bin Sâbit’e Ravza-i Mutahhara’da kürsü yaptırmıştır. Yani Peygamber’den sonra, Mescid-i Nebevî’de kürsü sahibi olan tek kişi, bir şairdir. Sadece bu hâdise bile bize Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in güzel ve etkili söze yani bilhassa şiire vermiş olduğu kıymeti göstermektedir.

Ashâb-ı kirâmın hayatında şiir mühim bir yer tutuyordu. Uhud’da düşmanla karşı karşıya gelindiğinde, Hendek kazılırken, Mekke’ye umretu’l-kaza için girilirken Hassân bin Sâbit, Ka’b bin Mâlik ve diğer Peygamber şairlerinin mü’minleri coşturan şiirler söylediğini biliyoruz. Mûte şehidlerinden Abdullah bin Revâha -radıyallâhu anh- da Peygamber Efendimizin şairlerinden idi.

Bu noktada ikinci hâdise olarak akla Kâ‘b bin Züheyr gelmektedir. Kâ‘b, hidayete ermeden önce yani müşrikken şiir yoluyla İslâm’a karşı mücadele ettiği için katline ferman verilmiş bir şairdir. Ancak sonradan hakikati görmüş ve kendisine hidayet nasip olmuştur. Hidayete erdikten sonra da şiirlerini nebevî muhabbete hasretmiştir. Hattâ Bânet Suâd Kasîdesi’ni Peygamber Efendimiz’in huzurunda okumuştur. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu şiirden o kadar memnun kalmıştır ki, “ve’l-afvu inde Rasûlillâhi me’mûlu” (Allah Rasûlü’nün katında affedileceğimi umuyorum) ifadesinin geçtiği beyte gelince üzerinden kendi hırkasını çıkararak ona hediye etmiştir.

Hâsılı, şiir; gönle hitap ettiği ve hakikî aşkı terennüm ettiği takdirde, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tasvip ve teşvikini almış mukaddes bir meşgaledir.

Hattâ O’nun teşvîk ve takdiri, yaşadığı zamana has değildir. Bu hakikatin sonraki devirlerde de tecellîsini görmekteyiz. Bunun en bariz örneği İmam Bûsırî Hazretleri’nin Kasîde-i Bürde’sidir. Hikâyesi şöyledir:

İmam Bûsırî Hazretleri ilk zaman devrin meliklerini, padişahlarını, devlet adamlarını medihle başlamış işe.

Bir gün Şeyh Ebû’r-Recâ Hazretleri, önüne çıkmış:

“Yâ Bûsırî, Hazret-i Muhammed Mustafâ’yı rüyanda gördün mü?” diye sormuş. O da:

“Görmedim.” demiş. Ondan sonra geçmiş-gitmiş. Bundan, o zaman Şeyh Ebû’r-Recâ Hazretleri’nin ona bir nazar ettiği, şairin kalbine bir ok attığı ifadesi anlaşılır.

Daha sonra İmâm Bûsırî Hazretleri bir hastalığa tutulmuş. Ama henüz aşk vadisinde değil… Tedaviler tesir etmiyor. Daha sonra Peygamber Efendimiz’i medhetme, O’nu anlatma niyetiyle Kasîde-i Bürde’ye başlamış. 161 beyit… Kasîdeyi bitirdiği gece Peygamber Efendimiz’i rüyasında görmüş. O’nun huzurunda kasîdeyi okumuş. Rivayetlerde anlatıldığına göre İmâm-ı Bûsırî, Kasîde-i Bürde’yi okurken, Peygamber Efendimiz, meltemde tatlı tatlı sallanan ağaç dalları gibi hafifçe sağa sola sallanıyor imiş. Bir beytin ikinci mısraı aklına gelmemiş. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz ikinci mısrayı tamamlamış.

Kasîdenin bitmesinden sonra da Efendimiz rüyada o felçli uzuvlarını mesh etmiş. O günün sabahında uyanmış, bir bakmış ki vücudunda hastalık nâmına hiçbir şey yok, bütün ağrılar, sızılar kesilmiş. O gün sabah namazına giderken Şeyh Ebû’r-Recâ Hazretleri yine karşısına çıkmış:

“–Hazret-i Muhammed Mus-
tafâ’yı methettiğin şiiri getir.” demiş ve şiirin ilk beytini okumuş.

Bu hâdiseden sonra Kasîde-i Bürde’nin şifa niyetine okunduğu vâkîdir. Ben de birkaç sefer hasta olan, felçli olan dostlarıma Kasîde-i Bürde’yi okudum. Onların Allâh’ın izniyle şifa bulduğunu gördüm.

Bu tesir Hazret-i Muhammed Mustafâ’ya olan muhabbetin neticesidir.

Yüzakı: Efendimiz’in şiirle olan irtibatından, şiir yoluyla O’nun methine de temas etmiş oldunuz. Söz açılmışken na’tlar başta olmak üzere Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i anlatan nazım biçimleri hakkında neler söylemek istersiniz?

İlhan ARMUTÇUOĞLU: Na’tlar, mevlidler ve hilyeler, Müslüman topluluklarda nebevî muhabbetin yaşatılabilmesi için fevkalâde önemli bir yere sahiptir. Yüzyıllardır ehl-i İslâm’ın kalbindeki Peygamber aşkı onlar vasıtasıyla yaşatılagelmiştir. Özellikle bizim milletimiz bu hususta mümtaz bir yere sahiptir. Nitekim Peygamber Efendimizle alâkalı bütün İslâm âleminde yazılagelmiş na’tları, şiirleri toplayın; göreceksiniz ki, bunların yüzde sekseni Türk milletinin şiirleridir. Bu, milletimizin nebevî muhabbeti ve O’nun sünnet-i seniyyesini ne derece kabullenip, benimsemiş olduğunun ifadesidir.

Hattâ bence; Osmanlı İmpa-
ratorluğu’nun 600 küsûr yıl pâyidâr olmasının temelinde de Peygamber Efendimiz’e olan bağlılık ve muhabbet yatmaktadır.

Türk milletinin, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbetinin bir diğer ifadesi de mevlid okuma geleneğidir. Bir doğum vâkî olur mevlid, ölüm vâkî olur mevlid, düğünlerde mevlid… Bu çok önemli. Her maslahatta mevlid okunmasına karşı çıkanlar, neye karşı çıktıklarının farkında olmalıdır. Mevzû çok önemli… Mevlid’de işlenen mevzû nedir, kim anlatılıyor, kim tarif ediliyor? Bu noktaya dikkat etmek gerekir. Nitekim bir şeyin şerefinin yüceliği, mevzuunun şerefinden kaynaklanır.

Peygamber’e duyduğumuz muhabbetin terbiye ve edebimize ne derece sindiğini göstermesi açısından bir hâtıramı anlatmak istiyorum:

Görevde bulunduğum yıllarda Tunus reîs-i cumhuru Burgiba hayattayken, oraya bütün İslâm âleminden mevlidhanlar, gazelhanlar davet edilir ve Peygamber Efendimiz’in doğumu münasebetiyle bir hafta boyunca güzel neşîdeler, mevlidler okunurdu. Bir sene Diyanet İşleri Başkanlığı bizi üç kişi olarak gönderdi. Ben, Neyzen Ârif BİÇER ve Kocatepe Camii müezzinlerinden Süleyman ARABULAN…

Diğer ülkelerden gelenler en az 10-15 kişilik gruplardı. Bizim okuma sıramız geldi. Biz okurken usûle çok riayet ettik; makamdan makama hoş geçişler, münferit okuyuşlar, özeller, müşterek ilâhîler falan… Tekbirle başlayıp salevatla bitirdik. O zaman bizim okuyuşumuz çok büyük alâka çekmişti.

Ama ondan daha fazla takdir toplayan durum, bizim oturup kalkarken gösterdiğimiz edepli tavrımız oldu. Diğerleri okurken fis-kos konuşmalar oluyordu. Ancak biz başlayınca dilimizi bilmedikler hâlde kimseden çıt çıkmıyordu. Program ayrıca televizyondan da yayınlanıyordu. Bütün bunlar olup bittikten sonra oradaki sefirimiz (büyükelçi) bize gelip dedi ki: O mevlid günü mevlidden sonra telefonlarımız kilitlendi. Hattâ gazetenin birinde bir yazı yazılmış; şayet Müslüman Arap âlemi ile bir yakınlık istiyorsanız, böyle heyetler gönderin diye… O vesileyle bize birer mükâfat da verdiler. Ama bu bizim şahsî tavrımızdan çok, bu milletin bir ferdi olarak aldığımız nebevî terbiyenin mahsûlüdür.

Burada bir hâtıramı da nakledeyim:

Bir Allah dostunun yanında bir şairden bahsederken “büyük şair” diyorlar. O da şöyle diyor: “Nerede büyük şair? Peygamber Efendimiz için iki-üç mısraı bile yok.” İşte bu çok önemli bir ölçüdür kana’timce.

Yüzakı: Peki hocam, na’tlarda ortaya konan Hazret-i Peygamber vasıflarını ve buna bağlı vurguları biraz açabilir misiniz?

İlhan ARMUTÇUOĞLU: Evvelâ îmanı ele alalım. Meselâ; Sûre-i İhlâs’ta Cenâb-ı Hak, kendisini tarif ediyor, vahdâniyetini: “De ki; Habîbim Allah birdir. Allah Samed’dir. Kendisi hiçbir şeye muhtaç değil, her şey, herkes O’na muhtaç. Bir anadan doğurulmuş, bir babadan yürümüş değildir. Kendisi ana değildir, kendisi baba değildir. Benzeri, gibisi de yoktur. Eşi-benzeri yoktur. Şerîki, nazîri yoktur.” Cenâb-ı Hak için böyle.

Peygamber Efendimiz’e gelince: Peygamberler içerisinde de O’nun eşi yoktur. Buradan hareketle Şeyh Gâlib Dede şöyle diyor: «Sânî-i Hüdâ desem de câiz…» Bunun mânâsı hâşâ ikinci Allah değildir, Allah’tan sonra ikincidir. Yani Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- peygamber olarak tektir, ferttir, yegânedir.

Rasûlullâh’a karşı nasıl bir edep tavrı içinde bulunmamız gerektiği de na’tlarda işlenen bir konudur. Bu mevzu ile alâkalı ilk akla gelen na’t, Nâbî’nin meşhur na’tıdır:

Osmanlı paşalarının birisiyle birlikte hacca geliyorlar. Medine-i Münevvere hudutlarına girdikleri vakitte o paşa deve üzerinde kestirirken ayaklarını öne doğru uzatmış vaziyette. Devenin yönü de Mescid-i Nebevî’ye doğru. Peygamber Efendimiz’e olan yakınlık, bir îkaz mâhiyetinde:

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu,

Nazargâh-ı İlâhî’dir makâm-ı Mustafâ’dır bu!..

….

Mürâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,

Metâf-ı kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu!..

Hâsılı bu milletin Peygamber Efendimiz’e olan muhabbeti, tabiî ki şiirlere en güzel mânâda aksetmiştir. Bu önemli bir keyfiyettir.

Yüzakı: Bu mânâda dikkatinizi çeken başka örnekler var mı?

İlhan ARMUTÇUOĞLU: Meselâ, Âdem -aleyhisselâm-’ın o yasak meyveye yaklaşması sûretiyle cennetten çıkarılması hususunda Tâhiru’l-Konevî diye bir zâtın çok güzel bir dörtlüğü var. Aynı zamanda tefsir sahibi Elmalılı Hamdi YAZIR’ın da hocası imiş. Şöyle diyor:

Gubâr-ı pâyine almam cihânı yâ Rasûlâllah

Değişmem mûyine heft âsumânı yâ Rasûlâllah.

Duyunca makdem-i teşrîfin Âdem sulb-i pâkinden

Değişti habbeye bâğ-ı cinânı yâ Rasûlâllah

“Cihanı Sen’in ayağına değen bir toz zerresine değişmem. Saçının bir tek teline yedi kat gökleri değişmem. Âdem -aleyhisselâm- kendi sulb-i pâkinden Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın geleceğini duyunca, bu işin de dünyada olacağını bilince cennet bağlarını, bahçelerini bir habbeye değişti.”

Meselâ; Fuzûlî’den de aklıma gelen beyitler var:

Pâre pâre dilimi rûh-i perîşânımda

Ser-i kûyunda gezen her ite bir pâre fedâ

“Yaralı gönlüm parça parça olsun da Yâ Rasûlâllah, Sen’in Medine-i Münevvere’nin köyünde olan köpeklerine fedâ olsun.”

Öyle zaîf kıl tenimi firkatinde kim

Vaslına mümkün ola yetürmek sabâ beni

“Sen’in muhabbetinle, aşkınla, muhabbetinle öyle zayıflayayım ki, tül hâline geleyim. Bir sabah yeli şöyle bir essin, huzûruna getiriversin.”

Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün

Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gülzâre su

Mehmed Âkif merhumun Necid Çöllerinde şiirinin son kısmı da -nazım şekli olarak tam bir na’t değilse de- muhteva ve seviye itibariyle zikre değer:

–Yâ Nebî, şu hâlime bak!

Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca, sahrânın;

Benim de rûhumu yaktıkça yaktı hicrânın!

….

Demir nikâbını kaldır mezâr-ı pâkinden;

Bu hasta rûhumu artık ayırma hâkinden!

Nedir o meş’ale? Nûrun mu? Yâ Rasûlâllâh!..

Es’ad Erbilî Hazretleri’nin şu beytiyle başlayan şiiri de ayrı bir güzelliğe sahiptir:

Gönül nûr-i cemâlinden habîbim bir ziyâ ister…

Gözüm hâk-i rehinden ey tabîbim tûtîyâ ister…

Şunu da ifade etmek lâzımdır ki, eğer iltifat-ı Nebî olmasaydı bu kadar şuarâ, bu kadar güzel dîvanlar zuhur etmezdi. Bunlar Efendimiz’in teveccühlerinin semeresidir.

Yüzakı: Bahsettiğiniz iltifatın bilhassa şiir alanıyla alâkalı olmasının sebebi nedir?

İlhan ARMUTÇUOĞLU: Çünkü şiirin tesiri normal bir sözün tesirinden daha fazladır. Her devirde, her zaman müessir olmuştur şiir. Mûsikî de onun tamamlayıcısı olarak kullanılmıştır. Bu iki sanatı evliyâullah hazerâtı sokaktaki insanı ihsan ve irfan dairesinin içerisine almak için bir mıknatıs olarak kullanmıştır. Çünkü gerek şiirde gerek mûsikîde cazibe yüksektir.

Şiirin yanında mûsıkî dedik. Mûsıkînin de tesiri inkâr edilemez. Ezân-ı Muhammedî. Meselâ; bizim tarihimizde yaşayan büyük müezzinler, ezân-ı Muhammedî okurlar. O zamanlar hoparlör filân yok. Ezân-ı Muhammedî’nin tesiriyle bülbül gelip evvelâ minarenin alemine konuyor. Ondan sonra hâfız efendinin omzuna gelip konuyor. Sonra da gelip başına konuyor. Onlara bile tesirli. Bütün mahlûkata tesirli.

Ağaçlara tesirli. Meselâ: Meyve bahçesine güzel ilâhîler, neşîdeler okunduğu vakitte meyvenin bile bereketinin arttığı, çoğaldığı söyleniyor. Tesiri çok umumî, güzelin tesiri çok umumî. Gerek mûsıkî olsun, gerek şiir, edebiyat olsun.

Yüzakı: Hocam, siz de hissiyatlı bir şairsiniz. Şu sıralarda Peygamber Efendimiz’e yazmakta olduğunuz mısralar var mı?

İlhan ARMUTÇUOĞLU: Efendim, gönlüme bugünlerde birkaç mısra düştü. Şimdilik şu iki kıt’a teşekkül etti:

Su, süt ve şeraptan candır,

Dördüncü ırmak baldandır.

Yâ Rab, Muhammed eliyle,

Cennette hepsinden kandır!

Cennet-cehennemi, seçmem,

Havz-ı Kevser’inden geçmem,

Yâ Rasûlallah elinden,

Olmazsa billâhi içmem!

Yüzakı: Son olarak ilâve etmek istediğiniz bir husus var mı?

İlhan ARMUTÇUOĞLU: Son olarak bu güzel hasbıhâli, Ali Ulvi KURUCU’nun şu beytiyle tamamlamak isterim:

Bitmez güzelin vasfı ağaçlar kalem olsa

Hilkat de bütün şi’r ile baştan başa dolsa!..

Yüzakı: Hocam, bu zevkli hasbıhâl dolayısıyla teşekkür ederiz.

İlhan ARMUTÇUOĞLU: Ben de gönül dolusu teşekkür eder, başarılar dilerim.