KRALIN KARŞISINDA

İrfan ÖZTÜRK

Ömer bin Abdülaziz zamanında Müslümanlar, Bizans ile mücadeleye devam ediyorlardı. Bu muharebelerden birinde, Müslümanlardan yirmi kişi düşmanın eline esir düşmüştü. Bizans Kralı, Müslüman askerlerini görmeyi çok arzu ediyordu. Zira bu yaman askerlerin harp edişleri arslanlar gibiydi. Merak ediyordu, bunlar nasıl insandı? Nasıl oluyor da ateşe atılan pervaneler gibi ölüme atılıyorlardı? Bu kahraman İslâm arslanlarını görmek için sabırsızlanıyordu. Tutulan esirlerin haberi geldiği vakit, deli gibi sevinmişti. Vezirlerini toplayıp esirlerin meydanlık bir yere getirilmesini emretti. Esirler getirildi.

Kral hayret içindeydi! Bunlar zayıf, nahif insanlardı. Askerini perişan edenler, bunlar olamazdı. Kendi askeri zırhlara bürünmüş olduğu hâlde, bunların sırtlarında sadece eski elbiseleri vardı. İran ordularını imha eden, kendi ordularını mağlup eyleyenler bunlar mıydı?

Evet! O yiğitler bunlardı. Evet! Bunların sırtlarında zırh yoktu ama kalpleri îman dolu idi. Hepsinin de vakûr hâlleri vardı. Bir tanesini huzura getirtti. İsmini sordu. Abdullah olduğunu öğrendi ve kendisine şöylece teklifte bulundu:

“–Abdullah! Dininden dön! Hıristiyan ol. Sana Tarsus şehrinin valiliğini vereyim. Sana istediğin kadar kadın ve istediğin kadar para verilecek. Ölünceye kadar vali kalacaksın. Eğer teklifimi kabul etmezsen seni öldürteceğim. İşte sana iki yol. Birinde yaşamak, rahat bir ömür sürmek var, diğerinde ise ölüm var; hangisini istiyorsun?”

Abdullah, tereddüt etmeden hemen cevap verdi:

“–Ben dinimi, fânî dünya hayatına değişmem. Bizim için ölüm yoktur. Biz şehid oluruz. Şehidler de, Allâh’ın indinde en yüce makama varırlar. Allah bana ebedî olarak cennetini verecektir. Senin bana vereceğin güzel kadın, ihtiyarlayacak, çirkinleşecektir. Allâh’ın bana vaad ettiği hûriler dâima genç ve güzel kalacaktır. Senin bana vaad ettiğin para, ben ölünce benden ayrılacak. Allâh’ın vaad ettiği devlet zeval bulmayacaktır. Ey Kral! Ben seni Allâh’a davet ediyorum. Küfrü, dalâleti terk eyle! Güvendiğin, mağrur olduğun saltanatın yakın zamanda elinden gidecek, bir hiç olacaksın. Ebedî hayat istiyorsan, Hazret-i İsa’ya muhabbet ve îmanın var ise; benim nebîme ve dinime hürmet eyle. Ben senin peygamberin olan İsa’ya îman etmiş bir Müslüman’ım, Hazret-i Meryem’e hürmetim sonsuzdur.”

Bir Müslüman esirin, kendisine karşı bu müthiş hakikatleri korkmadan-çekinmeden, yanındaki asker, kumandan ve papazlarına aldırmadan korkusuzca haykırması kralı fena hâlde kızdırmıştı. Abdullah ise, hakikati söylemekten zerre kadar çekinmemişti. Kral derhâl cellâda seslendi:

“–Söyletme şunu! Vur kellesini!” Bütün papazlar kıpkırmızı olmuşlardı. Abdullah bir yandan:

“–İşte Hazret-i İsa’nın vekillerine bakınız! Hazret-i İsa kalp kırmaktan ne kadar çekindi ise, sizler de o kadar Müslüman kanı dökmeye heveslisiniz.” diyordu. Onlar ise:

“–Cellât, cellât! Vur şunu, konuşturma!” diyorlardı.

Cellât, Abdullâh’ı katletmek istediğinde, Abdullah mü’mine yakışır bir vasıfta elleri arkasına bağlı olduğu hâlde koyun gibi teslim olmadı. Cellâda tekme savuruyor: «Hazret-i İsa’ya îman ettik.» diyen bu zâlimlere karşı hakaretle bakıp, yüzlerine tükürüyordu. Eli bağlı bir esiri, utanmadan öldürmeye yeltenen bu zâlimlerden nefret ediyordu. Kendi mensup olduğu güzel dinin, esire olan muamelesini ve Allâh’ın bu husustaki emrini düşündü. Müslüman olduğuna tekrar hamd-ü senâ eyledi.

Bir anda cellâdın kılıcı şiddetle Abdullâh’ın başına indiğinde, Abdullah: “Eşhedü en-lâilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûlüh!” demekte idi. Kelle kopmuş, meydanda yuvarlanıyor ve şu âyetleri tilâvet ediyordu:

“Ey yakînen îman etmiş nefis, Ben senden râzı, sen Ben’den râzı olduğun hâlde bana dön, kullarımın arasına, cennetime gir!” (el-Fecr: 27-30)

Diğer esir mü’minler: «Allâhu Ekber!» diye tekbir almışlar, kâfirlerin kalplerine korku salmışlardı. İkinci esiri getirdiler, o da aynı teklifle karşılaştı. O da cevabında:

“–Ben dinimi dünyaya, bâkî olan âhiret hayatımı, geçici dünya hayatına değişmem!” dedi.

“–Arkadaşını öldürttüm, seni de öldürtürüm!” diyen krala:

“–Canıma minnet bilirim! Ölenler yalnız cellâdın öldürdükleri midir? Cellâdın öldürmedikleri ölmeyecek mi? Seni cellât öldürmüyorsa, şimdi sen hiç ölmeyecek misin? Biz Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gönül vermişiz. Hazret-i Muhammed bizi ölüme çağırdı mı, ölümü hayata, yaşamaya tercih ederiz. Hazret-i Muhammed bizi hastalığa çağırsa, sıhhate tercih ederiz. Nebîmiz, bizi fakirliğe çağırsa, zenginliğe tercih ederiz. O’nun çağırdığı yer samanlık olsa, saraya; toprak olsa, altına; taş olsa, yumuşak yatağa; zehir olsa şifaya tercih ederiz. Oysa ki O’nun daveti dâima nûradır. O’nun daveti cennete ve cemâl-i ilâhiyyeyedir. O’nun daveti insanlığadır. O’na öyle bağlanmışız ki, ikrarımızdan asla dönmeyiz!” dediğinde kral:

“–Cellât!” diye seslendi. Bu esir de Müslüman’a yakışır bir hâl ile cellâtla savaştı. Ah ne olurdu elleri arkasına bağlı olmasa idi! Kelime-i şahâdeti söyleyerek mübârek başı vücudundan yere düştü, kelle yerde dolaşıyor hem de şu âyeti tilâvet ediyordu:

“Cennet ehlinin etrafında hizmet edecek vildanlar, yani uşaklar, cennet ehlinin emirlerine her an hazır beklerler. Bu cennet hizmetçileri o kadar güzeldirler ki, onları gördüğünde sen, dizisi kopmuş inci taneleri zannedersin. Bu nimet, bir seferlik değildir. Bunlar ebediyen onların hizmetini görecekler.” (el-İnsân 76/19)

Üçüncü bir esiri çağırdığında, o esir kralın önüne vardı ve diz çöktü:

“–Ben sizin dininize girerim, şartlarınız ne ise, hepsini kabul ederim.” dedi. Bu, dininden dönen, âhiretini-dünyasına satan bir nesepsizdi. Nitekim dürüst ve nesebi düzgün olan ilk ikisi, dinine, vatanına, milletine ihânet etmemişlerdi. Bu ise:

“–Ey yüce kral! Ben, senin dinine girdim. Haydi, beni nasıl taltif edeceksen et!” dediğinde bir papaz:

“–Muhterem kralım, bu adamın böyle dinimi değiştirdim demesine itimat etmek doğru değildir. Bize Hıristiyan olduğunu ispat etsin. Meselâ Kur’ân’ı ayağı altına alıp çiğnesin, diğer esirleri Hıristiyanlığa davet etsin, icabet etmezler ise onları öldürsün ve bize Hıristiyan olduğunu böylece beyan etsin, o vakit onun bizim dinimize girdiğine inanırız. Yoksa bize Hıristiyan oldum diye yalan söyleyip bizi kandırabilir.” dedi.

Kral o herife dedi ki:

“–Bak rûhânîmiz ne söylüyor? İşittin mi?” O da:

“–Evet! İşittim, ne derseniz yaparım.” dedi. Mushaf-ı şerîf’i getirdiler, çiğnedi. Sonra Müslüman esirlerine döndü:

“–Hıristiyanlığı kabul edin, yoksa hepinizi öldürürüm.” dedi. Müslüman esirleri cevap vermeye bile tenezzül etmediler. İçlerinden birkaçının:

“–Aklını başına topla! Ebedî hayatını mahvetme!” diye îkaz etmesine rağmen o rezil, kılıcı alıp hepsini katletti ve krala dönüp:

“–İşte dediklerinizi yaptım. Siz de vaadinizde durup beni vali olacağım şehre gönderin.” dedi. Bunun üzerine papaz krala dedi ki:

“–Ey kralımız, ben bu zâta birkaç şey soracağım. Bu soracağım sualler bizim için gayet menfaatlidir.” Kral ona müsaade etti. Papaz:

“–Bu öldürdüğün esirleri tanır mıydın? Onlar ile yakınlığın var mıydı?” diye sordu. Bu hâin adam cevap verdi:

“–Onların çoğu ile aynı köydenim. Küçük yaştan beri bir mahallede beraber oynardık. Fakat sizin teklifiniz bana hoş geldi ve size olan bağlılığımı ve sizin dininize girdiğimi ispat için işte bunları öldürdüm.” Papaz krala dönüp:

“–Bu adama valilik vermek değil, kölelik bile yakışmaz. Bu insan değil, insan sûretinde bir canavardır. Dünya menfaati için yakınlarını ve arkadaşlarını öldüren, mukaddesâtını satan bu herif yarın başka bir düşman tarafından gösterilecek bir menfaat uğruna kale ve şehrimizi düşmana satabilir!” dedi. “Buna valilik fermanı değil, ölüm fermanı yazmak daha doğrudur!” dediğinde, kral düşünüp cellâda seslendi:

“–Bu habîsin kafasını vur!” dedi. O mel’ûn, papaz ve kralın ayaklarına zelîlâne kapanıp, yalvarmakta iken, habis canının bağışlanmasını isterken zillet içinde başına inen kılıçla canı cehenneme yuvarlandı. Onun kellesi ise şu âyeti okuyordu:

“Kâfirlerin yüzleri azaba çevrildiğinde: «Keşke Müslüman olsaydık» diyecekler.” (Hicr, 2)

Hıyânetin cezası dünyada da âhirette de mutlaka hâinin karşısına çıkar. Vatanına, milletine hıyânet edenler er-geç zelil olurlar. Dünyada rezalet içinde kaldıkları gibi, âhirette de ebedî azaba dûçâr olurlar. Zaten şeref ve haysiyet sahibi bir insan, vatan ve dinine, milletine asla ihânet etmez.

Bilemedin vah sana

Dininin kıymetini,

Yüklendin şu âlemde

Zilletin zilletini!  (Gülzâr-ı İrfân)