GERİSİ HEP ANGARYA

Naci ÖZTÜRK

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i sevmek deyince şöyle bir durmalı. Çünkü bu bambaşka bir sevgi. Bir muhabbet zirvesi. Çünkü Cenâb-ı Hak:

“Habîbim, sen olmasaydın bu kâinatı yaratmazdım.” buyuruyor.

Bu sebeple O, bütün varlıkların sevgilisi olmuştur. Ağaçlar, taşlar, kuşlar, ırmaklar, deryalar, bütün nebâtat, cemâdat, hâsılı bütün âlemler O’nu sevmekte. Melekler sevmekte. Çünkü O’nu Allah çok ayrı bir muhabbet ile sevmekte. Öyle ki O’na «Habîbim» demekte.

O’nun geçtiği yollarda her şey: “Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Rasûlâllah!” diye O’nu selâmlıyordu.

Ya biz?

Biz O’nu ne kadar seviyoruz? O’na ne kadar salât ü selâm getiriyoruz?

Bunu iyi mizan etmeliyiz. Çünkü O, bütün âlemler için rahmet oldu, ancak insanlar için daha müstesnâ bir rahmetti. O, ezelden ebede kadar bizim için merhamet ve şefkat kanatları açtı.

Mîracta da en büyük niyazı, bizim affımız için oldu. Ayrıca bütün peygamberler şefaat hakkını dünyada kullanmışken O, bu hakkı bizim kurtuluşumuz için âhirete bıraktı.

Çünkü O, Peygamberler sultanı. Merhametliler merhametlisi. Bütün insanlığın şeref tâcı. Varlıkların da şeref tâcı. Bunun içindir ki O mîraca çıktığında semaların üzerinde yolculuk edeceğinden nalinlerini çıkarmaya kalktığı anda Cenâb-ı Hak:

«Nalinlerini giy!» diye buyurdu.

Hâlbuki Musa -aleyhisselâm-’a yeryüzünde bir mekân olan Tûr-i Sînâ’da: «Ey Mûsâ! Nalinlerini çıkar!» buyurulmuştu.

Efendimiz bunun hikmetini Cenâb-ı Hakk’a suâl edince Allah Teâlâ beyan etti ki:

“O benim kelîmimdi, Sen Ben’im Habîbimsin!”

Yani Habîb/sevgili olmanın değeri daha yüksek. O hâlde bizim için en önemli mesele, O’nu seven ve O’nun tarafından da sevilen bir ümmet olabilmek. Bunun yolu da;

O’nun yolundan sevgi ile gidebilmek, O’nu aşk ile dinlemek, sevdâ dolu bir gönülle O’na tâbî olmak.

Çünkü O’nu sevmeyen kalp, her bakımdan ölüdür. O’nu sevmeyen insan ölüdür. Mâlûm, insanlık dış şeklimizle değil, gönül yapımızla belli olur. Bunun mayası da Hazret-i Peygamber muhabbetidir.

O’nun muhabbetiyle yoğrulan gönüller, diri ve canlı hâle gelirler. O’nun yolundan giderler, yasaklarından kaçınırlar, emirlerine uyarlar. Fakirin, garibin, iyinin yanında yer alırlar. Yetimi hor görmez, sahipsiz mahrumları azarlamazlar, zayıflara çukur kazmazlar.

O hâlde bakacağız; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- neler yapmış, biz de onları yapacağız. O; talebe okutmuş, o zaman biz de talebe okutacağız. O; bütün ümmetin yetişmesi için bulunduğu her yeri bir eğitim bahçesi hâline getirmiş, biz de o bahçede güller yetiştireceğiz.

Yoksa bütün muhabbet iddiaları boş!

Pek çoğumuzun sınıfta kaldığı nokta burası.

Maalesef şu âhirzamanda Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i sevdiğini iddia eden birçok insan, muhabbet imtihanında kırık not almakta. Aslında böyleleri kendini aldatıyor. Samimî diye gördüğümüz ve lafta O’nun yolundan gidiyormuş gibi görünen niceleri, huy ve güzel ahlâk bakımından Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den o kadar uzak ki… O kadar uzak ki peygamber sevgisi özel gündemlerinde hiç yok. Dış gündemlerinde bir hayli yer tutsa da maalesef iç gündemleri, sadece nefsaniyet, dünya, şatafat ve yiyip içmek üzerine… Kişinin en önemli gündemi neyse sevdiği de odur. Bu durumda Hazret-i Peygamber muhabbeti konusunda pek çok gönüller tahrip olmuş vaziyette.

Gerçek mânâda O’na âşık ve sevdalı gönüllerin sözlerinden Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gül kokusunun gelmesi lâzım. Hayat girdaplarındaki entrikalar, ceset perhizleri, geçim dikenleri, mal, mülk ve makam kokuları gelmemeli.

Ne zaman O’ndan bahsederken bu ölçülere göre bir seviye elde ederiz, işte o zaman biz Hazret-i Peygamber muhabbetinde mesafe katetmişiz demektir.

Tıpkı sahabe-i kiram gibi.

O bahtiyar insanlar, O’nun yoluna dikenler serildiğinde yolları temizledi. O’nun her şeyine, sünnetine, hatırasına, hattâ saçının bir tek teline bile sahip çıktı.

Hicret yolunda Sevr mağarasında küçük bir delikten baş gösteren yılanı engellemek için o deliği ayağıyla kapatan Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın ısırılmanın acısıyla gözünden yaş damlamıştı. Efendimiz:

“Ne oldu ya Ebâ Bekr?” diye sordu.

O da:

“Ya Rasûlâllah her tarafı kapadım sadece burası kalmıştı, orayı da ayağımla kapadım. Yılan ayağımı soktu, onun acısına gözümden yaş damladı.” dedi.

Efendimiz mübarek tükürüklerini oraya sürdüler ve Hazret-i Ebubekir derhal şifaya kavuştu.

Bizler bu hadisenin değişik tecellîlerini yaşayabiliyor muyuz? Sünnete ve Hazret-i Peygamber yoluna zarar verebilecek delikleri kapatabiliyor muyuz? Bunu yapabilirsek, âhirzamanda aldığımız bütün gönül yaralarına Hazret-i Peygamber bizzat şifa verecektir.

Bizi diri yaşatacak ve çağın mânevî hastalıklarını iyileştirecek olan yegâne deva bu. Bunu fark edenler, tarih boyu Hazret-i Peygamber muhabbet ve hürmeti içinde ömür sürmüş ve insanlığın şahsiyet âbideleri olmuşlardır. Onlar Hazret-i Peygamber’i lafta değil aşk mabedindeki ilk safta sevmişler ve hayatlarını O’nun muhabbeti ile yoğurmuşlardır.

Anlatılır ki:

Eski padişahlardan birinin veziri varmış. Hayli yaşlanınca emekli edilmiş. Vezir padişaha olan sadakatinden dolayı ona şu teklifte bulunmuş: “Sultanım, size oğlumu vereyim, benim adıma sizin hizmetinize devam etsin!”

Padişah kabul etmiş. Vezirin oğlu da hizmete başlamış. Adı Muhammed imiş. Sultan, ondan bir şey isteyeceği zaman edep içerisinde ismini telaffuz ederek istiyormuş. Gel zaman git zaman, bir gün, padişah vezirin oğluna hitap ederken:

“–Ey vezirin oğlu, senden şunu şunu istiyorum.” demiş.

Vezirin oğlu denileni yapmışsa da bu hitap değişikliği karşısında hayli şaşırmış. Akşamleyin durumu babasına anlatmış. Sonra da tedirgin bir şekilde:

“–Baba ben bugün herhâlde padişaha karşı bir hata yaptım, çünkü bana bugün ismimle hitap etmedi, vezirin oğlu diye hitap etti.” demiş.

Bunun üzerine vezir, meseleyi öğrenmek için ertesi günü padişahın huzuruna çıkıp sormuş:

“–Padişahım, oğlum size karşı bir hata yaptıysa hemen kafasını koparayım. Eğer o benim oğlumsa size karşı yanlış yapmamalı.”

“–Oğlunuz niye yanlış yapsın ki?”

“–Dün siz ona ismiyle hitap etmemişsiniz, vezirin oğlu diye hitap etmişsiniz. Acaba bu ifade, sizin memnuniyetsizliğiniz anlamına mı geliyor diye düşündük…”

Meseleyi anlayan padişah tebessümle şu cevabı vermiş:

“–Boşuna telaş etmişsiniz. O hitabımın sebebi başkadır. Oğlunuz hiçbir hata yapmadı. Aksine dünkü hadisede hatalı olan bizzat benim. Çünkü o esnada abdestsizdim. Mecburiyetten dolayı ondan bir şey istemem gerekti ben de «Muhammed» ismini hiçbir zaman ağzıma abdestsiz olarak almadığımdan dolayı kendisine «vezirin oğlu» demek zorunda kaldım.”

İşte hayatı yansıyan, gönlü kuşatan Hazret-i Peygamber muhabbeti. İşte gerçek sevgi.

Rabiatü’l-Adeviyye’ye isnat ile şöyle hikmetli bir kıssa anlatılır:

Biri ona geliyor ve şöyle diyor:

“–Ben seni çok seviyorum!”

“–İnanmam.”

“–İnan, sözümde çok samimiyim.”

“–İnanmam.”

“–İnan, herkeste çok seviyorum, kimseyi senin kadar sevmiyorum.”

“–Yani yoldan geçmekte olan şu güzel ve genç kadından daha çok mu seviyorsun?”

Sevdiğini iddia eden kişi, bu sual üzerine işaret edilen tarafa dönüp bakıyor. Fakat bu esnada Rabiatü’l-Adeviyye de adama tokatı patlatıyor ve diyor ki:

“–Beni çok sevseydin dönüp o tarafa bakmazdın.”

İşte sevgide bir başka ölçü. Oraya-buraya dalmadan, kaymadan, yönü başka tarafa çevirmeden sevebilmek. Ki sevilen Rasûlullâh olunca, bu mesele daha bir ciddiyet kazanır.

Çünkü O’nu sevmek O’na tam yönelmekle olur. Başka tarafa yönelmeyeceksin, O’na yönelince gıll u gışa kapılmayacaksın, kendine bahane uydurmayacak, keçi yolları aramayacaksın. O hangi yolu takip ettiyse sen de o yolu takip edeceksin. Nasıl takip edeceksin? Tıpkı mîracta Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaptığı gibi.

O bütün ömür yolculuğunda olduğu gibi mîraçta da sadece maksûda gözlerini çevirmişti. Yolda Arş ve Kürsî: “Yâ Muhammed!” diyerek kendisine iltifat etti. Fakat O bir defa dönüp bakmadı. Bunun için âyette: “O’nun gözü şaşmadı, kalbi de kaymadı.” buyuruldu.

İşte bizdeki sevgi de böyle olursa o zaman O’nu gerçekten sevmiş oluruz. O’na muhabbetin bereket ve feyzinden istifade ederiz. Tabiî bu her kişinin değil er kişinin marifetidir.

Abdulkâdir Geylânî Hazretleri’ne başka bir beldeden gelmiş ve şöyle bir talepte bulunmuşlar:

“–Efendim, sizden bir talebimiz var! Lutfetseniz de bize bir mürşit görevlendirseniz. O da bize İslâm’ı tebliğ etse, bizi yetiştirse.”

Hazret ilkönce onların «bir talebimiz var» ifadesinden düşünceye dalsa da sonradan ne istediklerini anlayınca:

“–Şükür, rahatladım.” demiş.

Merakla sormuşlar:

“–Hayrola efendim, sebep?”

Ârifler sultanı şu manidar cevabı vermiş:

“–Bir an benden bir derviş isteyeceksiniz diye korktum. Çünkü hakîkî derviş bulmak çok zor. Fakat siz şeyh isteyince rahatladım. Çünkü istediğiniz kadar var.”

Burada Hazret’in vurgulamak istediği husus, insan eğitiminde nefislerin kolay terbiye edilip edilemediği. Aşk ve muhabbet iksirinin dilden gönüllere tam ulaşıp ulaşmadığı. Çünkü güzel bir şey yapmış olmak yetmez. Onu yaparken nefsimizi devreden çıkarmak şart. Bu da rind meşrep, derviş meşrep olmayı gerektirir. Böyle olamayanlar yaptıklarının zebunu olur, gurur ve kibir bataklığında başkalarına tepeden bakmaya başlarlar. O zaman kalbi; makam, mansıp, dünyevî menfaatler gibi nefsânî hırs ve arzular istilâ eder.  Bunun için denmiştir ki:

Hor görme fakir kulu, hor görüp kılma nazar,

Kalbinin köşesinde Rahmet-i Rahman gezer…

Çünkü bir fakiri ve garibi hor gören kimse rahmet-i Rahmân’ı ve takdîr-i ilâhîyi hor görmüş olur. Neticede sille-i Rahmânî’e dûçâr olur. O zaman gönül evi harap olur. Gönül evi harap olunca insan harap olur. İnsan harap olunca da dünya altüst olur.

Bunun için merhamet ve muhabbet gönüllerin yegâne gıdası olmalıdır. Hazret-i Peygamber misali, ömrümüz gariplerin, yetimlerin ve kimsesizleri civarında onlara kol kanat olmakla geçmeli. Asla kötü bir tırpan ve yüzüstü düşüren bir çelme gibi yaşamamalıyız.

Bilhassa dar ve zor zamanlarda bu liyakati gösterebilmek son derecede mühim bir gönül aynasıdır. O aynaya sık sık bakmak lâzım. Bu noktada millî şairimiz Mehmed Âkif’in anlattığı müthiş bir hatıra var. Onu ne zaman okusam, duygulanırım. Âkif, hadiseyi şiirleştirmiş. Başlığı «Sait Paşa İmamı». Özetle mevzu şu:

Vâlide Sultan, sarayda bir mevlit tertip eder. Büyük hazırlıklar yapılır. Okuyucu olarak da güzel sesiyle meşhur olan Sait Paşa imamını davet eder. Bu imamın ahlâkı da, sesi gibidir.

Ancak mevlit günü okuma vakti geldiği hâlde imam bir türlü gelmemiştir. Gecikme sabredilmez bir noktaya varınca Vâlide Sultan’a:

“Güvendiğiniz bu imam fazla gecikti. Burada bulunan diğer hocalara okutalım.” derler.

Vâlide Sultan, ille o hocayı arzuladığı için biraz daha sabır ister:

“Hayır, onun sesi başka, o gelecek.”

Fakat imam bir türlü gelmez. Bunun üzerine çaresiz kalan Vâlide Sultan, mevlidi üzgün bir şekilde diğer hocalara okutur. Tam mevlid bitmiştir ki, bizim hocaefendi çıkar gelir. Fakat Vâlide Sultan öfkelidir. Azar dolu bakışlarla imama sorar:

“–Nerede kaldın imam efendi?”

Sait Paşa İmamı özür beyan ederek başlar anlatmaya:

“–Efendim, tam buraya gelmek için camiden çıktım ki yaşlı bir anne beni çevirdi. Gözleri de yaşlıydı. Kızı ölmüş. Kimsesi de yokmuş. Mevlid okumam için yalvardı. Dedi ki:

Göğsün îmanlıya benzer, sana bir hizmet var,
Ama reddetme ki, zâten beni mahvetmiş ölüm,
Bir perîşân anayım, dağ gibi evlât gömdüm!
Kızımın cânı için, bari bu kırkıncı gece,
Şöyle bir mevlid okutsam, diyorum, kendimce.
Nasıl etsem? Okuyan çok ya, benim yufka elim…
Hocasın, elbet okursun; hadi oğlum, gidelim.
Ne olur bir yorulursan, hadi, bekletme, günah!
Sen benim yavrumu şâd et ki, rızâen li’llâh,
İki dünyâda azîz eylesin Allah da seni.

Sait Paşa İmamı, sözlerinin burasında gözleri tekrar dolmuş bir vaziyette yutkunur, derin bir nefes alır ve yeniden anlatmaya devam eder:

Hâtunun sözleri dîvâneye döndürdü beni;

Ne saray kaldı hayâlimde, ne sultan ne filân;

«Çile olsun, yürü öyleyse, dedim, oldu olan!»

Size yüzlerce adam mevlid okur benden iyi,

Ama bîçâre kızın, bağrı yanık, anneciği,

Yoklasın merdini, nâ-merdini, insan diyerek,

Eli yüzlerce heyûlâya değip boş dönecek!

Fukarânın seneler, belki, siler gözyaşını;

Hangi taş pekse, hemen vurmaya baksın başını,

Elin evlâdına yanmaz parasız bir kimse!

Çâresizdim sizi bekletmede, beklettimse.

O sustuğunda başta Vâlide Sultan olmak üzere herkesin gözleri nemlenmiştir. İnce yürekli Vâlide, hıçkırığını tutmaya çalışarak:

“–Hoca!” der, susar. Sonra tekrar:

 

–Hoca! der Vâlide Sultan, beni ağlatma, yeter!

Yeniden mevlid okursun bize, da’vâ da biter…

Çok manidar bir hadise bu. Sait Paşa İmamı’nın yaptığı gönül sarayının ihtişamı bu. Dünyaya ait saraydakilerin de gözlerini kamaştıran bir ihtişamlı merhamet ve muhabbet örneği bu.

Tam bir peygamber ahlâkı.

İşte O’nu sevenlerin kazanacakları yegâne ahlâk… Bu ahlâka sahipsek, O’nu sevdiğimizden bahsedebiliriz. Gerisi angarya. Necip Fazıl’ın dediği gibi:

Yol O’nun varlık O’nun gerisi hep angarya…

Allah bize Kâinatın Efendisi’nin yolundan gitmeyi, O’nun rızâsı istikametinde hareket etmeyi nasip etsin. Sevdiklerini sevmeyi, sevmediklerini de sevmemeyi ihsan buyursun. Allah bizi O’na giden yollarda birleştirsin. O’nun sevgisinde birleştirsin.

Âmîn…