FİRASETLİ BAKIŞ

ALİ RIZA BUL

İnsanın bazı şeyleri görmesini sağlayan kuvvet, bakıştır. Bakışın kuvveti de firaset. Yani sezme kabiliyetinin yüksek olması. Anlayış ve kavrayışla bakabilme.

Yoksa insan bakar-kör hâline geliyor. Gözünün içine giren nice gerçeklere bile âmâ kesiliyor. Bakıp da görmemek, neticede pek çok yanlışın düzelmemesine, hataların devam etmesine sebep oluyor.

Bunun için firaset, şart. Yunus: «Göz gerektir göresi» derken bunu kasdetmekte. Çünkü firaset, bizim hâdiselere ve şahıslara nasıl bir yaklaşım sergilememiz gerektiğinin de cevabıdır.

Malûm, hepimiz hayatın farklı kulvarlarında koşuşturuyoruz ve bu koşuşturmacada bin bir insanla muhatap oluyoruz. Fakat oluşlarda nasıl bir netice elde ediyoruz? Yaklaşımlarımız doğru bir temel üzerine oturuyor mu?

Diyebilirim ki bu, günümüz eğitim metodunun da en büyük çıkmazı. Ne yaparsanız yapın, eğitimde firasetli bakışı ve yaklaşımı geliştirmedikçe kaliteli ve doğru insan yetiştirmek zor. Bu sebeple muhataplarımıza anlayışla yaklaşmak, onların ahlâk ve kabiliyetlerini yüzlerinden anlamak, kendilerine has meziyetlerini önceden ve çabuk sezmek mânâsında firasete duyulan ihtiyaç, bugün kendini daha da göstermektedir. Yoksa kabiliyetler ve gayretler, yanlış okunup yanlış değerlendirilmeye ve neticede çıkmaz sokaklarda dolaşılmaya devam eder.

Bu noktada hayatın bütün meziyeti, meziyetleri doğru bir şekilde takdir etmekten geçer dersek, abartmış olmayız.

Yani alın teriyle üretim yapacak, topluma yeni ufuklar kazandıracak vasıfta yetişmeye müsait olanlar ile bu hususta yetişmiş olan insanların meziyetlerini görebilmek, onları takdir edebilmek, geleceğin inşası açısından oldukça mühimdir.

Yoksa firaset ağacı güdükleşir ve nihayet kuruyup gider. O ağacın olmadığı bağ ve bahçeler de çöle döner. Çünkü bütün ağaçların kökleri, firaset ağacına bağlıdır.

Kısacası dün olduğu gibi bugün de en büyük meziyet, insanların sahip oldukları değer ve kabiliyetlere göre onları firasetli bir şekilde yönlendirebilmektir. Bunu biz yapmadığımız takdirde başkaları, bilhassa dış dünya, en güzel şekilde yapmaktadır. Maalesef en büyük insan israfı da bu noktada yığılmakta. Her biri birer emanet olan vazifelerin, liyâkat esasına göre dağıtılmadığı bir cemiyette, ehil olan kişiler kıyıda-köşede kalmakta, ehil olmadığı hâlde iş başına geçen kişiler ise büyük bir zaman, iş gücü ve insan israfına yol açmaktalar.

Ehil olan bir kişinin yaptığı işi, bakıyorsunuz ehil olmayan otuz kişi neticelendiremiyor. Yönetenden yönetilene, üretenden tüketene yarım kalmış işler harmanında insanlar boğulup gidiyor.

Bunun çözümü ne lâfta kalan toplum mühendisliği, ne balon şişirmeye dönen kişisel gelişim furyası, ne ekseni olmayan rehberlik sahasıdır. Sadece ve sadece firasettir.

Asr-ı saadette ashâbını en güzel şekilde eğitip-yetiştiren Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en bariz vasfı buydu. Yani O, sahâbesinden her birini yetenek ve kabiliyetlerine göre en doğru şekilde değerlendirmeyi bilmiş, neticede dünya semasının yıldızları olan şahsiyetler yetiştirmiştir.

Meselâ Hazret-i Peygamber, ezanın sözlerini rüyasında gören Abdullah bin Zeyd’i değil de Bilâl-i Habeşî’yi müezzin olarak seçmiştir. Bunun sebebini de açıklamıştır:

«Onun sesi senden daha gür ve müessirdir.»

Buradan hareketle Osmanlı sultanları, şehzadeliklerinde çok küçük yaşlarda her bakımdan eğitilirdi. Bilhassa her sahada en doğru ve mükemmel olanı tesbit edebilecek bir kıvam malûmat ve liyâkat sahibi olurlardı. Bu husus, onların idarede, ilimde, askeriyede ve mâneviyatta en doğru isimleri görebilecek firasetli bakışlarını oluşturuyor ve devlet dehalar elinde zaferden zafere, başarıdan başarıya koşuşturuyordu. Ne zaman ki bu firasetli bakış dumûra uğradı, koca imparatorluk çöküp gitti.

Hâsılı, büyük işlerin ve muvaffakıyetlerin sebebi, öyle devâsâ imkânlar değil, sadece firasetli bakıştır.