BIRAKALIM ASLAN DİNLENSİN

Handenur YÜKSEL

istanbul’da 1699’da doğdu. 1724’te, henüz 25 yaşında iken Revan valisi Ârifî Paşa’nın mektupçuluğuna tayin edildi. Altı yıl sonra Bağdat defterdarı oldu. 1737’de Sadrazam mektupçuluğuna getirilerek, Avusturya ve Rusya ile yapılan görüşmelere murahhaslık yaptı. 1741’de Reisü’l-Küttap (Dışişleri Bakanı) oldu. Üç yıl sonra da vezirlik verilerek Mısır valiliğine tayin edildi. Sonraki yıllarda Sayda, Rakka, Halep ve Şam valiliklerinde bulunan Ragıp Paşa, 1756’da sadrazamlığa getirildi. Vefatına kadar görevinde kalan Paşa, ülke maliyesinin ıslahını ele alarak, bu sahada büyük başarı sağladı. 08 Nisan 1763’te vefat eden Ragıp Paşa, Lâleli’deki kütüphanesinin avlusuna defnedildi. Paşa, 18’inci asır klâsik Türk edebiyatının önemli temsilcilerindendir.

1762’de Fransa, Avusturya ve Rusya, Prusya’ya karşı savaş ilân etmişlerdi. Kral Frederik, bu ittifaka karşı Sultan III. Mustafa’dan yardım istedi. Padişah ve birçok devlet ricâli bu yardıma taraftardı. Fakat Sadrazam Koca Ragıp Paşa tereddüt ediyordu. Sadrazamın tereddüdünü gören Sultan şöyle buyurdu:

“–Bre lala, ne düşünür, niye tereddüt edersin? Eğer akçe gerekiyorsa Edirnekapısı’ndan Rusçuk’a kadar altın döşetirim!”

Sadrazam acı acı tebessüm etti:

“–Şevketli sultanım, bu devlet bir harp aslanıdır. Bütün dünya, yıllarca karşısında titredi durdu. Ama şimdi, bu aslanın pençesi kuvvetten düşmüş, tırnakları kırılmıştır. Onu saldırmaya kışkırtırsak, zayıflığını herkese göstermiş oluruz. O zaman ondan duyulan korku da ortadan kalkar. Bırakalım, harp aslanını dinlensin!”

Sakın Terk-İ Edepten!

Şair Nâbî 1642’de Urfa’da doğdu. 24 yaşındayken İstanbul’a geldi ve eğitimine burada devam etti. Daha sonra Musahip Mustafa Paşa’nın dîvan kâtibi ve kethüdası oldu. Onun vefatı üzerine Halep’e tayin edildi. Orada geçirdiği yıllarda (25 yıl) rahat bir hayat sürdü, eserlerinin çoğunu bu dönemde kaleme aldı. Sonraki yıllarda, Halep valisi Baltacı Mehmet Paşa sadrazam olunca Nâbî’yi yanına aldı. Şair bu dönemde «Darphane Eminliği» görevine tayin edildi. Şiirlerinde toplumu, İslâm ahlâk ve prensiplerine yöneltmeye çalışan ünlü şair, 12 Nisan 1712’de vefat etti.

Şair Nâbî hacca niyet etmişti, bir kafile ile yola koyuldu. O dönemde menzile, günlerce süren meşakkatli bir yolculukla varılabiliyordu. Şairin de içinde bulunduğu kafile, vakit geç olduğu için Medine’ye yakın bir yerde mola verdi. Şair, mübârek yerlere yaklaşmış olmanın verdiği heyecanla uyuyamamıştı. Gözleri etrafta gezinirken kafileden birinin, ayaklarını kıbleye uzatarak yattığını gördü. Hassas bir rûha sahip olan şair, irticâlen şu beyti söyledi:

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu,

Nazargâh-ı İlâhî’dir makâm-ı Mustafâ’dır bu.

Bu beyti duyan kişi hemen toparlanıp ayağa kalktı. Davranışı kastî değildi, ama fazlasıyla utanmıştı. Bir müddet sonra yola çıkıldı. Sabah ezanları okunurken Medine’ye girildiğinde hayrete düştüler. Mescid-i Nebî’nin bütün minarelerinden müezzinler salâ verir gibi aynı beyti okumaktaydı.

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu,

Nazargâh-ı İlâhî’dir makâm-ı Mustafâ’dır bu.

Namazlar kılındıktan sonra kafilede bulunanlar, büyük bir şaşkınlık içinde müezzine sordular:

“–Bu şiiri Nâbî, bu gece yolda iken söylemişti. Siz nereden biliyorsunuz?”

Aldıkları cevap şöyleydi:

“–Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-,
bu gece rüyamızda bize bu beyti öğretti ve sabah, ezandan önce okumamızı istedi.”

Cennete Talİbİm!

Sekizinci Emevî halîfesi Ömer bin Abdülaziz, 683’te Medine’de doğdu. İki buçuk yıla yaklaşan halîfelik döneminde pek çok faydalı hizmet yaptı. Sair dinlerin mensuplarını barışçı heyetlerle kazanmaya çalıştı, onlara olabildiğince hoşgörülü davrandı. Bu metot, özellikle Afrika’nın kuzeyindeki Berberîler arasında büyük etki uyandırdı. Hazret-i Ali taraftarlarına karşı gayet yumuşak bir tavır takındı. Hükümdarlık görevini adâletle yerine getirmeye çalıştı. 18 Nisan 720’de Bağdat’ta vefat etti.

Abbasî döneminin taraf tutan tarihçileri bile, ondan istisnâ ve övgüyle söz eder.

Ömer bin Abdülaziz’e bir dostu şöyle dedi:

“–Sen hilâfet makamına oturmadan önce, giydiğin gömleğin bir metresi on dinar ederdi. Şimdi halîfe oldun, giydiğin elbisenin on metresi bir dinar etmez. Bunun sebebi ne ola?”

Halîfe şöyle cevap verdi:

“–O zaman halîfeliğe taliptim ve o elbise olmadan hilâfet elde edilemezdi. Bugün ise cennete talibim, cennet ise bu elbiseden başkasıyla elde edilemez.

Kalplerdeki Acıyı Almak İçin

Osmanlı mimarlığına altın çağ yaşatan sanatkâr Mimar Sinan 1490 Mayıs’ında Kayseri’nin Gesi Nahiyesi’ne bağlı Ağırnas Köyü’nde doğdu. Mimarbaşı olarak görevlendirildiğinde 50 yaşını geçmişti. Ömrünün sonraki döneminde, ülkenin her yanında, şaşırtıcı bir hızda sayısız eser meydana getirdi. Başlıca eserlerinin sayısı 364’ü bulur. Süleymaniye ve Selîmiye camileri birer mimarlık şâheseridir.

Ünlü mimar, 09 Nisan 1588’de İstanbul’da hayata veda ettiğinde 98 yaşındaydı.

Mimar Sinan, Selîmiye’nin kubbesini Ayasofya’dan daha geniş ve yüksek yapmıştı. Bunun sebebini «Tezkiretü’l-Bünyan» isimli eserinde şöyle anlatır:

“Keferenin mimar geçinenleri: «Devlet-i İslâmiye’de, Ayasofya gibi bir kubbe bina olunamaz; eğer mümkün olsaydı yapmazlar mıydı?» derler, «Müslümanlara galebemiz vardır.» diye övünürlerdi. Zannederlerdi ki, Ayasofya’nın kubbesi kadar derin bir kubbe inşa etmek imkânsızdır. Yersiz gururları, yüreğimde acı bir yer bırakıyordu. Cümlenin kalbinde azim ukde olan bu acıyı söküp almak için, Selimiye’nin inşasına başlayıp, Allâh’ın inâyetiyle kubbelerini Ayasofya’dan yüksek ve derin yaptım.”

Utanmazı Utandırmak!

Güzel yazı kabiliyetinden dolayı, «Hattat Hoca» nâmıyla tanınan Muallim Naci 1859’da İstanbul’da doğdu. Uzun bir süre devlet memuriyetinde bulunan Naci, daha sonra gazeteciliğe başladı. Tercüman-ı Hakîkat’in edebiyat sayfasını yönetti. Hukuk Mektebi’nde hocalık yaptı. Sultan II. Abdülhamid tarafından manzum olarak Osmanlı tarihini yazmaya memur edildi. Pek çok şiir kitabı yayınlandı. «Lügat-ı Nâcî» ve «Kâmûs-ı Osmânî», sözlük alanında yapılan verimli çalışmalar arasındadır. Şair Muallim Naci 13 Nisan 1893’te vefat etti.

Hayatının ilk dönemini «Ömer’in Çocukluğu» isimli ünlü eserinde anlatan Muallim Naci, okulda ders verdiği sırada her kelime ve kavram üzerinde etraflıca açıklamalar yapar, öğrencilerinin konuyu daha iyi anlamalarını sağlardı. Bir dersinde öğrencilerinden biri:

“–Muhâl ne demek hocam?” diye sordu.

Muallim Naci, lüzumlu açıklamalardan bulunduktan sonra şu örneği verdi:

“–Muhâl, utanmazı utandırmaktır.”