FATİH CAMİİ VE ÇORBA KAPISI

CAN ALPGÜVENÇ

istanbul 29 Mayıs 1453 Salı günü fethedilerek: «Konstantiniyye elbet bir gün fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.» hadîs-i şerîfinin mânâsı zâhir olmuş, Bizans’ın kapıları Osmanlı Türklerine, bir daha kapanmamak üzere kıyâmete kadar açılmış, dokuz yüz küsur sene bekleyen emanet, sonunda sahibine teslim edilmişti.

Gün ortasıydı. Fatih Sultan Mehmed, beyaz atı üzerinde ilk defa İstanbul’a giriyor, çevresinde hocaları Akşemseddin, Molla Hüsrev, Molla Gürânî yer alıyordu. Geçtiği yollardaki evler ve konaklar harabe hâlindeydi. Bizans halkı ellerindeki çiçek demetleriyle bütün sokakları tutmuştu. Fatih, hocaları ve askerleriyle birlikte muhteşem bir alkış ve sevinç tezahüratı içinde Ayasofya’ya doğru ilerlerken, ellerindeki çiçekleri sultana vermek isteyen insanların yoğun ilgisiyle karşılaşıyordu. Bizanslılar, kocaman beyaz sakalıyla Akşemseddin’i padişah sanarak ona doğru koştular. Bu davranışlardan büyük rahatsızlık duyan Akşemseddin, atını sultanın gerisinde tutmak için büyük çaba sarf ediyor, çiçekleri kendisine vermek isteyenlere, önünde bulunan yirmi iki yaşındaki Fatih’i göstererek:

“Sultan Mehmet odur, ona gidiniz!” diye işaret ediyordu.

Fatih, hocasının bu heyecanını sezmiş, hareketlerini lüzumsuz görmüştü.

Bizans halkına gülümseyerek seslendi:

“Gidiniz, yine ona gidiniz.” dedi. “Evet, sultan benim, lâkin o benim hocamdır!”

Ayasofya’dan
Sonra İkincİ

Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u süslü, fakat harap birkaç Bizans mabediyle teslim aldı. Şimdi bu yeni Türk-Müslüman şehrindeki ilk amacı, bir Rönesans başlangıcı sayılabilecek muazzam bir üniversite kurmaktı. O, kuracağı bu müessesenin her açıdan mükemmel ve âbidevî olmasını istiyordu. İşte büyük sultan, medreseleri, darüşşifası, tâbhanesi, kervansarayı, muvakkithanesi, çarşısı ve hamamıyla çağına göre devâsâ bir üniversite kurarak, ortasına o tarihte büyüklüğü itibariyle Ayasofya’nın sonra ikinci gelen bir cami yaptırdı, içini çini ve fresk nakışlarıyla süsledi. Ayrıca, sekiz sahn medresesinin (semâniye) her birinde birer kütüphane kurduğu gibi, camide bunun dokuzuncusunu meydana getirdi. Fatih Camii, ibadet vakitlerinin dışında talebelerin derslerine tahsis ediliyor, isteyen kütüphanedeki kitapları mütalaa ediyor, hattâ orada halk için konferanslar düzenleniyordu. Ayrıca bu cami, içinde kitap müzayedesi bile yapılan devrinin en geniş toplantı yeriydi.

Ancak İstanbul, o tarihte dünyada eşi benzeri olmayan, -on altı medreseli ve bir külliyede olması gereken bütün yan kuruluşlarıyla birlikteki- bu üniversiteye (kampus), fetihten ancak on yedi yıl sonra kavuşabildi.

1765 Depremİnde Çöktü

İstanbul’un fethinden on yıl sonra, 1463 Mart’ında inşasına başlanan bu kıymetli eserin yapımı yedi yıl sürerek 1470 Aralık ayında tamamlandı. İşte İstanbul’un ilk selâtin camii olan Fatih Camii, bugün artık ilk hâliyle mevcut değildir.

Fatih Sultan Mehmed, şehrin ortasında bulunan ve Bizans’ın büyük değer verdiği «On İki Havari Kilisesi»ni, fetihten hemen sonra Ortodoks Patrikliği’ne tahsis etti. Çok harap bir hâlde bulunan bu kilisede barınamayan patriğin 1455’ten sonra başka bir yere taşınmak istemesi üzerine, sultan kendisine başka bir kilise bağışladı ve bu yeri kendi adına yaptıracağı külliyeye tahsis etti. Bu selâtin cami ve külliyesi, bütünüyle Türk mimarî geleneklerine uygun şekilde ve tabiî gelişmenin yeni bir halkası olarak inşa edildi. Mimarı, Atik Sinan’dır.

Zamanında «Yeni Cami (Ca-
mi-i Cedid)» diye anılan bu mabet, 295 sene hizmet verdikten sonra, 11 Mayıs 1765 (11 Zilhicce 1179) Perşembe günü güneş doğduktan bir saat sonra vukû bulan büyük depremde yıkıldı, minareleri devrildi, ana kubbesi tamamen çöktü.

Fatİh Devrİnden
Kalma Eserler

Fatih Camii’nin ilk yapısından bugüne ulaşılabilen kalıntılar, camiin taç kapısı, mihrabı, kürsülerinden şerefe altlarına kadar yükselen minare gövdeleri, şadırvan avlusunun üç duvarı ve bu avlu ortasındaki şadırvan ile eski dış avlu kapısı (Çorba Kapısı)dır. Caminin son cemaat yerinin iki başındaki pencere üstlerindeki çini panolar ile avlunun cümle kapısı dışındaki pencere üstlerindeki yeşil porfir üzerine gömme besmele ve Fâtiha Sûresi de Fatih devrinden kalma sanatkârane eserler arasındadır.

Caminin tak kapısı, Edirne’deki Üç Şerefeli Cami’nin taç kapısıyla hemen hemen aynı özellikleri gösterir. Selçuklu tesirleri görülen fevkalâde güzellikteki taç kapının, içi ve dışı tamamen mermerdir. Camiin iç avlusu, İstanbul’da şadırvanlı avluların ilki olmasına rağmen, sadelik, âhenk ve orantılarındaki zarâfetle yıllarca seviyesine erişilememiş bir eserdir. Orijinal şadırvan ise sivri külahlı, baklava başlıklı, sekiz direk üzerine dayalı, saçaklı ve içi ahşap kubbelidir.

Akdeniz tarafındaki medreselere bakan minarenin kürsü kısmında, taşa işlenmiş olan güneş saati 15’inci asrın ünlü âlimi Ali Kuşçu’nun bir hâtırasıdır.

«Çorba Kapısı» Alınlığı

Çorba Kapısı denilen dış avlu kapısı, her iki tarafta yedişer dilim ve bir tepelikle taçlandırılmış, iç yüzü yeşil taş kakma ile süslenmiş nefis bir eserdir. Camiin büyük avlu duvarlarından çoğunun yıkılması; diğer kapıların zaman içinde tamamen yok olması, kıyaslanabileceği bütün örnekleri ortadan kaldırmıştır. Günümüzde, «Çorba Kapısı» süslemelerinin bir benzeri yoktur; ancak, alınlıklardaki Rûmîli tezhiplere bazı taş veya ahşap oymalarda, çinilerde, kalem işleri ve cilt sanatında rastlanır. Renkli gömme taş tekniğinin aynı döneme ait örnekleri de, yalnız bu dış avlu kapısı ile camiin şadırvan avlusunda görülür, Rûmî1 kompozisyonlu tek örnekler bunlardır.

Devrin eserlerinde, «Baba Nakkaş» adıyla anılan bir zâtın, baş usta sıfatıyla attığı imzalar görülür. Rumî ve Hatâyî2 üslubun, yeni bir anlayışla yorumlandığı bu desenler, ustasının adıyla «Baba Nakkaş Üslûbu» olarak tanımlanır. Fatih dönemi süslemeciliğiyle özdeşleştirilen bu ismin, aynı üslûpla yapılmış olan «Çorba Kapısı» alınlık süslemelerinin de sanatkârı olduğu kabul edilmektedir. Fatih devri saray nakışhanesi3 işi olan bu Rûmîlerin en önemli özelliği, -şekil itibarıyla- kısa boylu ve tombul olmalarıdır. Bu süslemelerde, göze hoş görünen bir sadelik içinde, tabiattan alınma ideal oranlara başvurulmuştur.

Bu alınlığa has düzenlemede dikkati çeken unsurlardan biri de renk kullanımındaki ustalıktır. Güney cephenin orta ekseninde az miktarda kırmızı gömme taş bulunmasına karşılık; bu taşlar, diğer kısımlardaki yeşillerle aralarındaki kontrastı (zıtlığı) vurgulayacak orandadır. Fevkalâde güzellikte bir süslemeye başvurulan bu kapının, sultanın karşılandığı tören kapısının dış cephesini teşkil etmesi de önemli bir ayrıntıdır.

Orijinal bir Fatih devri eseri olan «Çorba Kapısı»nın, mimarîde az rastlanan bir üslûba örnek oluşturduğu bilinmekte, şemselerde4 görmeye alışık olduğumuz, «Baba Nakkaş Üslûbu» örneğinin, bir kapı alınlığında sergilenmesi ona eşsiz bir konum kazandırmaktadır.5

Tarihî yapılarımızın birçoğu gibi bu tarihî kapı da yeterince korunmamaktadır. Bu nâdide eserlerimizin muhafazası, hattâ kurtarılması plânlı, programlı, ilmî, uzun soluklu bir gayret ve fedakârlık gerektirir. Fakat her şeyden önce İstanbul’da yaşayan herkese, bu şehrin tarihî mirasına sahip çıkma şuuru kazandırılmalıdır. Bu şuurun meydana gelmesi ise daha çok medyanın sorumluluğu altındadır. Halk bu konuda uyarılmalı, olumlu tarzda yönlendirilmelidir.

_______________________

Rûmî: Selçukî. Anadolu Selçuklularına ait işleme. Hayvan figürlerinin filiz ve yaprak şekli verilerek üslûplaştırılması.

2 Hatâyî: Tezhipte Çin ve Doğu Türkistan tarzı.

3 Fatih döneminde tezhip, cilt, çini, fresk, taş ve ahşap oymacılığı, savaş silahları gibi alanlarda çalışan nakkaş ve işçiler bu kurum altında teşkilatlanmışlardır.

4 Şemse: Güneş şekilli süsleme.

5 Nâzende Öztürk. Arkitekt. Sayı 2003/03. s.15