BİR ZAMANLAR HACCA GİTMEK CESARET İSTİYORDU

DOÇ DR. AHMET KAVAS

Hac ibadetini yerine getiren Müslümanların Hicaz’a yaptıkları seyahatleri esnasında zaman zaman büyük sıkıntılarla karşılaştıkları bilinmektedir. Geçmişte ulaşım imkânlarının oldukça sınırlı ve yorucu olması hacca gidenler için en büyük engel idi. Bugün ise İslâm ülkelerinin nüfusunun gittikçe arttığı dünyamızda Suûdi Arabistan’ın uyguladığı vize yüzünden bu ibadeti yapmaya niyetlenenler büyük bir hayal kırıklığına uğrayabilmektedirler.

İmkânı olan Müslümanların bir an evvel yerine getirmek için heyecanla bekledikleri bu kutsî yolculuğa çıkmak hâliyle herkese nasip olmuyor. Geçmiş asırlara göre hem yolculuk, hem de kutsal topraklarda daha az ölümcül olayların yaşanması ve hacıların ibadetlerini tamamlayıp ülkelerine sağ-salim dönmeleri büyük bir sevince sebep olmaktadır. Ne var ki tarihin farklı dönemlerinde bu ibadetin çok zor yerine getirildiği yıllar oldu. Özellikle Müslümanların hac ibadetini îfâ etmek için çektikleri en büyük sıkıntılar 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslâm dünyasının başına kara bulutlar gibi çöken sömürgecilik döneminde yaşanmaya başladı. Öyle ki Asya ve Afrika’daki Müslüman yurtlarının tamamına yakınını sömürgeleştiren İngilizler, Fransızlar, Hollandalılar, İtalyanlar, Portekizliler, Belçikalılar, Almanlar, Çinliler ve özellikle Ruslar işgalleri altına aldıkları topraklarda yaşayanların hac seyahatine çıkmalarını yasakladılar. Bugün yılda birkaç milyon Müslüman’ın akın ettiği Hicaz’a o dönemde belki birkaç bin kişi gidebiliyordu. Sınırlı sayıda gitmelerine müsaade edilen bu insanlar farkına bile varmadan sıradan bir Müslüman’mış gibi kendileriyle gelen ajanlarla yakın takibe alınıyorlardı. Çünkü hac ibadetinden döneceklerin sömürgeleştirilen İslâm ülkeleri üzerinde nasıl bir tesir bırakacağını önceden kestiremiyorlardı.

Osmanlı Devleti mevcut imkânlarını seferber ederek dünyanın farklı yerlerinden yola çıkan ve Hicaz’a gelmek isteyen Müslümanların sınırlarından içeri girdikleri andan itibaren her türlü güvenliğini temin ediyordu. Gelenler arasında bir zamanlar ülkelerini yönetenler veya başka alanlarda tanınmış kimseler varsa bunları uğradıkları Kahire, Beyrut ve diğer Osmanlı şehirlerinde bulunan idareciler tarafından devlet törenleriyle karşılatıp ağırlatmaktaydı. Sömürgecilikle birlikte Müslümanlar için hacca gitmek neredeyse imkânsız hâle geldi. Çünkü yurtları Avrupalı devletlerin pençesine düşünce kurulan sömürge idarelerince yaşadıkları yerlerden hac veya başka niyetlerle ayrılmaları dindaşlarıyla işbirliği yapmalarına vesile olacağı endişesiyle engellendi. Zira bu ibadet için az veya çok sayıda Müslüman Hicaz’da bir araya gelince kendilerini sömürenlere karşı ortak bir hareket belirleyebilirler ve birbirlerini çok rahat etkileyebilirlerdi. Ne var ki böylesine hassas bir dönemde dahî Müslümanlar bu seyahate çıkmak için her türlü zorluğu göze aldılar ve ibadetlerini îfâ ettiler.

Sömürgecilik döneminde yapılan hac yolculuklarında karşılaşılan sıkıntılar tabiî ki sadece Avrupalı devletlerin engelleyici tavırlarından ibaret değildi. Hattâ bazen öyle sıkıntılarla karşılaşıyorlardı ki bunları aşmak ve henüz Hicaz’ın idaresini elinde bulunduran Osmanlı Devleti’nden yardım istemek için başlarındaki sömürge idarecilerine müracaat ediyorlardı. Böyle bir talep ise sömürgeciler için büyük bir fırsata dönüşmekteydi ve bu meseleyi hac yolculuğuna çıkan Müslümanlara yardım etmek için çırpınıyormuş gibi bir havaya sokuyorlardı. Hâliyle aynı zamanda halîfe olan Osmanlı padişahı nezdinde Müslümanların haklarını kendilerinin aramak zorunda kaldıklarını îmâ ediyorlardı.

19’uncu yüzyılın ikinci yarısında Fransızlar Afrika’daki İslâm yurtlarının çoğunu işgal ederken İngilizler de bu kıtada onlardan geri kalmamışlardı. Ancak bu ikinci milletin asıl sömürgesi nüfus olarak çok daha fazla Müslüman’ın yaşadığı Hindistan bölgesi idi. Bugün müstakil Hindistan, Pakistan ve Bangladeş isimli ülkelerin yer aldığı bölgede yaşayan Müslümanların ataları 19’uncu yüzyılın son çeyreğinde büyük zorlukları aşarak Hicaz’a gelmekteydiler. Büyük bir coşkuyla ulaştıkları ve Osmanlı idaresinde olduğu için hiç olmazsa burada rahat edeceklerini düşünen Müslümanlar büyük bir hayal kırıklığına uğrayabilmekteydi. Çünkü bedevî Araplar ve özellikle Mekke şerifi Osmanlı idaresine hiç hissettirmeden ve Hicaz’ın yerlisi olmanın imkânlarını kullanarak binlerce kilometre uzaktan gelen bu insanlara eziyet etmekteydiler. Son derece çaresiz kalan bu Müslümanlardan Hindistanlı olanlar dertlerini tebaası oldukları İngiliz sömürge idaresi aracılığıyla İstanbul’a iletmeye karar verdiler. Sömürge valisi İstanbul’daki İngiliz sefirini bu durumdan haberdar ederek Osmanlı Devleti nezdinde bu insanlar için bir girişimde bulunmasını istedi. Dahası bu Müslümanların hac yolculuğunda karşılaştıkları haksız uygulamaları teferruatlarıyla anlattıkları ve padişaha ulaştırılmasını istedikleri arzuhâlleri de takdim edildi.

Padişaha bu şikâyetler ulaşır ulaşmaz İngiltere sefaret tercümanı kendisinden bilgi alınmak üzere saraya davet edildi. Onun ifadesinden ve arzuhâllerden anlaşıldığına göre padişaha iletilmek istenen husus: «Hind hüccâcından bazılarının Hicâz’da bazı adamlar tarafından vukûunu beyân etmiş oldukları ahvâle dâir» idi. Zaten gelen yazılar incelendiğinde bunlarda ifade edilen konuların «hem teessüf ve hem taaccübü mûcib olduğu» anlaşılmıştı. Bahsedilen durumun önemli olduğu ve konu ile ilgili devlet adamlarının görüşleri alındıktan sonra hükûmetçe alınacak tedbiri Hâriciye Nazırı İngiltere sefaretine bildirecekti. Çünkü Osmanlı padişahı «bilcümle hüccâcın kemâl-i istirahatla ferâizi diniyyelerini îfâ etmeleri» için büyük gayret gösteriyordu.

Hintli Müslümanların İstanbul’a ulaştırmayı başardıkları arzuhâlleri gösteriyordu ki farklı coğrafyalardan 1894 yılında hac için Hicaz’a gelenlerin burada «vukû bulan ziyaretlerinde duçâr oldukları zulüm ve ve taarruzât» oldukça ağırdı. Meselâ Hindistan’ın Bengal eyaletinden gelen 70 yaşındaki Muhsin Ali bin Muhammed Ali’nin karşılaştığı zorluklar gerçekten bu topraklara gelen bir yabancı misafir için hoş değildi. Hac için Mekke’ye gittiğinde cebren şerifin adamlarından olduğu anlaşılan Hasan Davud isimli kimsenin evine götürülmüş ve haccın son gününe kadar da onun evinde kalmaya mahkûm edilmişti. Hintli Müslümanlar beraberlerinde kendi para birimleri olan ve rupi denen nakit para taşıyorlardı. Muhsin Ali isimli Hintli Müslüman’ın Medine’ye geçeceği sırada üzerindeki paradan 170 rupiyi Hasan Davud geri verme bahanesiyle zorla almıştı. Ancak bu hacı Mekke’ye döndüğünce sadece 80 rupiyi geri alabilmiş 90 rupisi ise Hasan Davud tarafından alıkonulmuştu. Bu kişinin aslında başkalarına da aynı şekilde muamele etmesi ve evinde misafir ettiği hacıların parasına ve diğer eşyalarına el koyarak kimseye vermemesi âdeti olmuştu.

Yine aynı bölgeden gelen 55 yaşındaki Mansur Ali bin Hasan Ali de Mekke’ye vardığında Hasan Davud’un evinde kalmaya mecbur edilmişti. Medine’ye gideceği zaman Hasan Davud yolların emniyetinin olmadığını söyleyerek üzerinde bulunan nakit parasını kendisine bırakmasını teklif edince bu kimsenin huyunu bildiği için reddetmişti. Ancak bu şahıs elindeki bohçasını zorla alarak içinden 60 rupi almış ve kalan 100 rupiyi ise yol masraflarını karşılaması için ona geri vermişti. Mekke’ye döndüğünde kendisinden zorla aldığı parasını istediğinde ise Hasan Davud geri vermeyi reddetmişti. Fakir bir adam olan bu Müslüman’ın en büyük arzusu başkalarına da aynı şekilde davranan bu kişinin cezalandırılması idi.

50 yaşındaki başka bir Bengalli olan Ali bin Garsân’ın anlattıkları da oldukça ilginçti. Mekke’ye vardığında o da Hasan Davud’un evine götürülmüştü. Henüz orada ikamet ederlerken beraberinde hacca gelen kardeşi ve bazı hacılar vefat etmişlerdi. Onları defnettikten sonra Medine’ye gitmek üzere hazırlık yaptığında üzerindeki parasını almak isteyen Hasan Davud’a o da direnmiş ancak muhatabı boğazına sarılarak onu boğacağını söylemiş. Bunun üzerine çaresiz Begalli üzerindeki 600 rupiyi ona verince içinden kendisine sadece 120 rupi iade edilmişti. Medine’den döndükten sonra geri verileceği vaat edilen -kendi- parasını alamamıştı.

Ali bin Kader Ali isimli başka bir Hintli Müslüman’ın başından geçenler de ilginçti. Çünkü Mekke’ye geldiğinde burada Abdülhalim isimli bir kişiyle muhatap olmuştu. Bu kişi dürüst bir insan olduğunu ona göstermek için başka hacıların üzerlerindeki banknotlar karşılığında onlara verdiği imzalı belgeleri kendisine göstermişti. Amacı bu Hintli hacının elindeki banknotları almak ve onun yerine burada kaldığı sürece masraflarını kendisi yapmaktı. Zira eğer bir Hintli olarak alış-verişleri için Mekke’de kaldığı sürece bu banknotlardan bozduracağı her 100 rupide 10 rupi zarar edeceğini kendisine söylemişti. Bunun üzerine zavallı Hintli 1040 rupi tutarındaki banknotlarını ona teslim etmiş. Abdülhalim isimli bu şahıs Hintli hacı için hiç gerekli olmayan lüzumsuz şeyler satın almış ve kendisi için satın aldığı anlaşılan mallar için Hintli Müslüman’ın 200 rupi tutarındaki banknotunu onun karşı çıkmasına rağmen harcamış, ayrıca 305 rupiyi de kendi hesabına geçirmişti. Medine’den Mekke’ye dönüşünde de bu paraları kendisine iade edeceği vaadinde bulunmuş. Aradan iki ay geçip Mekke’ye dönen Hintli hacı daha önce verdiği 300 rupiyi istediğinde muhatabı bunu reddetmiş. Zavallı Hintli Müslüman da durumu Mekke şerifine bildirmek zorunda kalmış. Şerif önce bu kişiyi hapse attırmış. Üç gün sonra da Hasan Davud bu hacının yanına gelerek kendisine 200 rupi vermiş ve bu meseleyi kapatmasını istemiş. O da yabancı bir memlekette olduğu için dâvâsından vazgeçmiş. Ama ülkesine dönünce bu durumu Hindistan sömürge valiliği vasıtasıyla Osmanlı padişahına iletmeye karar vermiş.

İstanbul’a kadar şikâyetleri ulaşanlardan Ali bin Kader Ali isimli Hintli Müslüman ayrıca Emced Ali isimli başka bir Müslüman’la çift imzalı ikinci bir arzuhâl daha yazmış. Padişaha hitaben yazıkları arzuhâllerinde kendileri gibi diğer Hintli Müslümanların da hac için Hicaz’a gittiklerinde Şeyh Davud isimli kimseyle irtibat kurmaya mecbur tutulduklarını anlatmışlar. Onlara göre bu kişi aslında Mekke şerifinin hizmetindeymiş ve onun tavırlarını hem Arabistan, hem de Hindistan Müslümanları biliyorlarmış. Osmanlı padişahından başka kimsenin Hintli Müslümanların haklarını geri alamayacağından emin olduklarını bildiklerini açıkça yazmışlar. Çektikleri sıkıntıların had safhaya ulaştığını ve artık hac esnasında bu muameleye katlanmaya güçlerinin kalmadığını bildirmişler. Bunun üzerine İngiltere hükûmeti aracılığıyla kendilerine reva görülen bu zulmü ve taarruzu Osmanlı padişahının durdurmasını talep etme zorunda kaldıklarını da özellikle arzuhâllerinde ifade etmişler. Bu meramlarını İngiltere hükûmeti vasıtasıyla yapmalarının sebebini de açıklamadan geçememişler. Zira yazılı taleplerinin aracısız gönderilmesi hâlinde padişaha ulaşmayacağı endişesini taşıyorlarmış. Bu arzuhâlleri padişaha ulaştığı anda Hint Müslümanlarının o güne kadar maruz kaldıkları hırsızlık, gasp ve yağmalamadan kurtulacaklarından şüpheleri yokmuş.

Hicrî 1312 yılı Zilkâde ve Safer aylarında (1894 yılı Temmuz ve Ağustos ayları) Medine’de Araplar ile bedevîler tarafından Hint hacılarına karşı epeyce zorluk çıkarılmıştı. Her şeyden önce karantina vergisi 10 rupi olduğu hâlde bir kısmı 12,5 rupi; bazıları ise 16 rupi vermeye mecbur edilmiş. Daha sonra ise imkânı olanlardan 20 rupi alınmış.

Hintli hacı adayları deniz yoluyla geldikleri Cidde’den Mekke’ye gitmek için 6 rupi deve ücreti vermeye mecbur tutuluyorlarmış. Bunun sadece 2 rupisini deveciler alırken diğer 4 rupiyi Mekke şerifine verecek olan Hasan Davud alıyormuş. Cidde’ye dönüşte de aynı durum söz konusu imiş. Fakat deveciler kendilerine ödenen bu ücretle haklarını alamadıklarını söyleyerek hacıların mallarını gasp ve yağma etmekteymişler. Arafat Mekke’den 14 mil uzakta olduğu için hacı adaylarından 13 rupi alındığı hâlde, bunun sadece 4 rupisini deveciler, geriye kalan 9 rupisini ise Mekke şerifi namına Hasan Davud almaktaymış. Hâliyle deveciler az para aldıklarını iddia ederek hacılara taarruz etmekteymişler.

Henüz modern ulaşım vasıtalarının kullanılmadığı 19’uncu yüzyılın son zamanlarında Mekke’den Medine’ye develerle gidip gelmek için bir aylık yolculuk gerekmekteymiş. Fakir hacıları bu yolculuk esnasında karşılaşacakları zorluklardan Allah’tan başka koruyacak kimse bulunmazmış. Bu yolculuk için hacı başına gidiş-dönüş ücreti olarak 87 rupi alınmaktaymış. Deveciler bu yolculuk için sadece 27 rupi alırken geri kalan yine adamları vasıtasıyla Mekke şerifine ulaştırılmaktaymış. Tabiî yola çıkan hacıların hayatları da tamamen bu devecilerin insafına bırakılıyormuş. Hâliyle deveciler yola çıktıktan sonra haklarını alamadıklarını düşünerek bıçaklarını gariban hacılara çekip her türlü gasp ve yağmada bulunmaktaymışlar. Çaresiz kalan hacıların şikâyetlerini kimse dinlememiş. Oysa çektikleri sıkıntılar dayanılır gibi değilmiş. Bir dinlenme menziline vardıklarında yorgun ve bîçare olarak su aramak için etrafa yayıldıklarında içlerinden birçoğu o civarda yaşayan bedevîler tarafından taş veya kılıçla öldürülmüş. Ölenler çölde terk edilerek vahşi hayvanlara yem olmuş. Medine’den Mekke’ye dönüş zamanı yaklaşınca dönüş ücretini peşin alan deveciler burada başka hacılarla anlaşıp onları götürmüşler. Onlar da mecburen yeni deveciler bulup Mekke’ye dönmek zorunda kalmışlar. Fakat bu yeni deveciler doğru yolu terk ederek Hintli hacıları kendi evlerine götürüp orada develerini değiştiriyorlarmış. Hacılara verdikleri yeni develer zayıf ve ihtiyar olduğu için hepsi yollarda kalmışlar. Bu da daha fazla soyulmalarına sebep olmuş.

Hindistan Müslümanları bunca sıkıntıya rağmen hacca gelmekte ısrar etmişler. Daha da önemlisi başlarından geçen olayları sîneye çekmeyip Osmanlı padişahının gerekli tedbirleri alması için bu olaylardan haberdar olmasını sağlamışlar. Henüz Osmanlı hâkimiyetinde olmasına rağmen zaman zaman oluşan idarî zâfiyeti fırsat bilen Mekke şerifi ve adamları kutsal topraklara gelen çaresiz insanların ibadetlerini dünyalık çıkarları için âlet edebilmekteydiler.