Yaşatan, Yaşanmış Bir Destan: Çanakkale’nin Taze Gerçekleri

M.Ali EŞMELİ

Bazı gerçekler vardır ki, üzerinden asırlar da geçse, tazeliğini her zaman korur. Eğer biraz unutulmaya yüz tutsa, yine tarih onları, gerekirse en acı hâdiselerle tekrar tekrar hatırlatır. Çünkü o gerçekler, var oluşumuzun temel harcını teşkil etmektedir. Onlara bîgâne kalındığında millet binası, en ufak depremde yerle bir olmaktan kurtulamaz.

Bu sebeple gerek bize ait, gerekse diğer milletlere ait her tarih sayfasında Malazgirt de bu sabah yaşanmış gibi tazedir, İstanbul’un fethi de, Çanakkale de, İstiklâl Harbi de…

Milletlerarası en sıcak münasebetlerin en samimî tebessümlerinin ardında bile bu taze ve diri gerçekler dâima vardır. Bu gerçeklerin içindeki gayeler, niyetler, idealler her zaman tazedir. Her biri, kendine doğacak fırsatı bekler durur. Her biri, pusudadır. Denk düşürürse, bütün tebessümleri bir tarafa bırakıp hemen harekete geçer. Tarihte bizim sayemizde ve desteğimizde var olma imkânına kavuşmuş nice gayr-i müslim milletin, sonradan başımıza ördüğü çoraplar, fırsat bulunca yaptığı ihânetler hep bu yüzden. Dünyanın zaman zaman karışması, haritaların yeniden çizilmesi bu yüzden. Kendini dünyanın en güçlüsü hissettiği an ehl-i salîbin gerek sömürmek, gerekse taze tarihî gerçekler etrafında intikam almak niyetiyle bugün bile kendi uydurduğu boş gerekçelerle «haçlı seferi» ifadesini telâffuz etmesi bu yüzden. Kitle imha silâhları var iddiasıyla Irak’a girdiler. Bu iddia asılsız çıkınca pişkin bir eda ile «istihbarat hatası» dediler sadece. Ancak bu asılsız gerekçe ile çoluk-çocuk dâhil bir milyona yakın insan öldürüldü. Hâlâ her gün yüzlerce insan ölüyor da sıradan, dünya gündeminde bir şeymiş gibi yer alıyor. Bütün bunlara rağmen «istihbarat hatası» derken bile çok rahat tavırlar içindeler. Çünkü bu ifade, aslında suçlarını itiraf değil; «Hiçbir haklı ve doğru gerekçe üretmeye ihtiyacım yok. Güçlü olmak haklı olmak için yeterlidir. Ben ki en güçlüyüm, hangi ülkeyi gözüme kestirirsem, istediğim gibi işgal ederim. Yakıp-yıkarım. Bu benim en tabiî hakkım. Kısacası her millet benim rotama ve çıkarlarıma hizmet etmek zorundadır, aksi hâlde vay hâllerine!» tarzında gizli bir gözdağı…

Bu da gösteriyor ki, tarihte olmuş olayların, olanların ve yarın olacakların sebebi, en eski zamanlarda da yaşanmış olsa hâlâ taze kalan gerçeklerdir ki, bunlar, her zaman devam ediyor, devam edecek!

Her türlü barış şartlarında bile milletlerin kendi nesillerini içten içe bu gerçeklere göre eğitmeleri de, bu tespiti tasdik etmekte değil mi? Churcill’in elinde Kur’an tutan bir heykelinin yapılıp da altına: «Biz Türklerin elinden bu kitabı almadıkça onları yenemeyiz!» sözünün yazılması ve onun bugün müzelerde sergilenmesi, neyin ifadesidir?

Demek ki Çanakkale’de Binbaşı Lütfi Bey’in feryâdının sebebi hâlâ taze. Sebep taze olunca feryâdın kendisi dün olduğu gibi bugün de kulaklarda çınlamalı! Çınlamalı çünkü zaman zaman hatırdan çıkarsak da Çanakkale’nin gerçekleri hep taptaze. O feryât, her zaman geçerli. Çünkü o, milletçe var olabilmenin en canlı feryâdıydı. Hür yaşamamızın kuvveti olmuş bir feryâttı.

İşte o unutulmayacak feryât:

“Ye­tiş yâ Mu­ham­med! Ki­ta­bın el­den gi­di­yor!..”

O kitabın ve onun vatanının elden gitmemesi için o gün bütün yürekler, bu feryâdı duyup Çanakkale’ye koştu. Anneler, nineler, kınalı gelinler, yiğitlerini bu feryât ile düşmana karşı gönderdiler.

Gayeler aynıydı:

Kitap, vatan ve birliğimiz elden gitmesin!

Bütün bir millet bu feryâda iştirâk etti. Eski, yeni bütün gaziler ve şühedâ iştirâk etti. Yaşlı yiğitler, çocuk yaştaki öğrenci kahramanlar iştirâk etti. Hazret-i Peygamber iştirâk etti.

Cemal Öğüt Hocaefendi’nin anlattığı bir hâtıra:

“Çanakkale zaferinden 13 yıl sonra hacca gittim. Bilvesile Hazret-i Peygamber’in türbedârlarından biri ile tanıştım. O türbedârın Türklere muhabbeti çok yüksekti. Merak edip sebebini sordum. Türbedâr:

“–Bu sevginin bende özel bir hâtırası var!” dedi ve ısrarım üzerine anlattı:

“–1915’te hacca gelen bir Hintli âlim Ravza’yı ziyaret etmişti. Son derece kederliydi. Gözyaşları hiç dinmiyordu. Dikkatimi çekti. Sordum. Dedi ki: «Yılların içimde biriktirdiği hasret ile buraya geldim. Ancak Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ravza’da değil. Ya da benim kalp gözüm köreldi de bir şey hissetmiyorum. İşte bu yüzden ıstırap içindeyim.»

Hikmet-i ilâhî, o gece rüyamda Âlemlerin Efendisi’ni gördüm. Hatırıma Hindistanlı âlimin anlattıkları geldi. Bunu fark eden Hazret-i Peygamber, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tebessüm edip şöyle buyurdu:

«–Kendisine söyle ki, o samimî ümmetim doğru hissetmiş. Ben şu an Ravza’da değil, Çanakkale’deyim. Oradaki asker evlâtlarımın feryât ve imdâdına yetiştim. Şimdi medet ve inâyet için onların yanındayım…»

Bu mânevî tecellîler altında bütün bir milletin ve ümmetin kalbi o yıllarda hep Çanakkale’de attı. Vazifeleri îcabı memleketin bir başka hudut ve cephesinde veya yurt dışında hizmette bulunmak zorunda olanların gönülleri de hep oradaydı. Cesetler aşılsa da ruhları aşmanın mümkün olmadığı bir kez daha tezahür etti. «Çanakkale Geçilmez» yazısı, uzak-yakın, muharebede olan-olmayan her vatanperverin cephede bütünleşen ruhlarının el ele kaleme aldıkları bir gerçek oldu.

Böylece Binbaşı Lütfi Bey’in feryâdı, yedi düvelin karşısında kazandığımız büyük zafere ayrı bir sebep teşkil etti.

O sıralarda Berlin’de vazife yapmakta olan istiklâl şairimiz M. Âkif de onun feryâdını işitmişti. Bu sebeple kaleme alıp da 5 Mart 1331/18 Mart 1915’te bitirdiği «Berlin Hâtıraları» başlıklı şiirini Binbaşı Lütfi Bey’e ithaf etti. Mısra mısra; hem dertleşti, hem tesellî etti, hem düşmanlarımızın her zaman tazeliğini koruyan art niyetlerini dile getirdi, hem uyanık olmazsak bizi bekleyen tehlikelerden bahsetti, hem yapılan yiğitlikleri takdir etti, hem cesaret verdi, hem bunca birlik ve beraberliğin zaferle neticeleneceğini müjdeledi, hem de vatan uğrunda şehidliğin ölmemek olduğunu tekrarladı. Âdeta yüreğinin kanı, kaleminin mürekkebi olmuştu. Diyordu ki:

«Gebermek istemeyiz biz!» desek de kim dinler?

Kımıldasan, «Ezeriz, mahvolursunuz!» derler!

Kımıldamaz da durursan, işittiğin nakarat:

«Çalışmıyanlar için yok cihanda hakk-ı hayât.»

…..

Ne söyleyip duruyor, görmedin mi İngiliz’i:

 

«Üzülmeyin, yaşamaktan kesin ümîdinizi!

«Hakîkat ortada, mânâsı var mı evhâmın?

«Bilirsiniz ki: Mısır, kâinât-ı İslâm’ın

«O sıska gövdesi üstünde âdetâ kafası;

«Diyâr-ı Hind ise, göğsünde kalb-i hassâsı;

«Sizinkiler de, kımıldanmak isteyen koludur.

«Ki boş bırakmaya gelmez, ne olsa korkuludur!

«Biz İngilizler olup hâli önceden müdrik;

«O beyne pençeyi taktık, o göğse yerleştik.

«O hâlde bir kolu kalmış ki bizce çullanacak,

«Yolundadır işimiz, bağladık mı kıskıvrak!

«Hem öyle zorla değil, çünkü «fikr-i kavmiyyet»

«Eder bu gâyeyi teshîle pek büyük hizmet.

«O tohm-i lâneti baştan saçıp da orta yere,

«Arab’la Türk’ü ayırdık mı şöyle bir kerre,

«Ne çırpınır kolu artık, ne çırpınır kanadı;

«Halîfenin de kalır sâde bir sevimli adı!

«Donanmamızla verip, sonra, Şark’ı velveleye,

«Birinci hamlede bayrak diker Çanakkale’ye;

«İkinci hamleye Dârü’l-Hilâfe! der çekeriz!»

…..

Sen ey Boğaz ki, uzattın da âhenin kolunu,

Zavallı yurdumu tehdîd eden deniz yolunu,

Uzakta olmama rağmen civâr-ı zârından,

Civârım inliyor âvâz-ı ihtizârından!

Şu anda cepheni görmekteyim: Ateş yağıyor;

Bulutların biri binlerce yıldırım sağıyor!

Nigâhı bin bu kadar mil mesâfeden kavuran,

Alevleriyle berâber, o şeyle karşı duran,

Karaltılar nedir, asker mi, taş mı, gölge midir?

Hudâ rızâsı için, seçmiyor gözüm, bildir!

Ne taş, ne gölge, ne asker… Serâb, korkuyorum,

Yığınla kül kesilen sırtlarında manzûrum!

Taş olsa, çünkü, erir; gölge olsa parçalanır;

Taşar gelir de bu tûfân, önünde sed mi tanır!

Durun!.. Kımıldanıyor gördüğüm hayâletler…

Bakın: ilerledi… Asker! Hudâ bilir, asker!

Evet, gözüm seçiyor şimdi bir bir efrâdı:

Muazzam ordumuzun en muazzam evlâdı,

Ki pâk alınları İslâm için son istihkâm.

 

Hudâ rızâsı için ey mücâhidîn-i kirâm!

Sebâtı kesmeyiniz, çünkü, sâde sizde ümîd;

Dönerseniz ebediyyen söner gider Tevhîd,

 

Ümîdi sizde kalan üç yüz elli milyon can

– Ki hasta göğsünü yıkmakta şimdiden helecan –

Kopup damarları şîrâzesiz kitâba döner;

Kalır sahâifi yerlerde rast gelen çiğner!

Minâreler sökülür sînesinden âfâkın;

Fezâya söylemez artık lisânı Hallâk’ın!

……

Göçer hazîre-i târîhe beyti Mevlâ’nın;

Çürür gider ayak altında göğsü Kur’ân’ın!

Bilirsiniz ki, hemen, yüz, yüz elli yıldır, biz,

Ne varsa elde verip muttasıl çekilmedeyiz!

Ömer’lerin, Yavuz’un biz vefâsız evlâdı,

Sıyânet eylemedik yâdigâr-ı ecdâdı.

Ne yâr-ı candı o, lâkin  biz olmadık ona yâr;

Sonunda parçalanıp yurdumuz, diyâr diyâr,

Küçüldü öyle ki: Yoktur yaşatmak imkânı,

Dönüp de arkaya nâmûsu, dîni, vicdânı!

Evet, bu hisler için bir mezâr olur ancak,

Kalırsa elde nihâyet beş on karış toprak!

Enîn içinde vatan… Kıymayın şu mazlûma,

Hudâ  rızâsı için ric’at etmeyin!..

– Korkma!

Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;

Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!

Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmûsun?

Meğer ki harbe giren son nefer şehîd olsun.

Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;

Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;

Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,

Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar;

Değil mi cephemizin sînesinde îman bir;

Sevinme bir, acı bir, gâye aynı, vicdan bir;

Değil mi sînede birdir vuran yürek… Yılmaz!

Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cephe sarsılmaz!

…..

Demek yıkılmıyacak kıble-gâh-ı âmâlim…

Demek ki ölmüyoruz…

Haydi arkadaş gidelim!

İşte bunlar, Çanakkale’nin taze olan ve bizim dimağımızda da hep taze kalması gereken gerçekleri. Bugün tazeliğini olduğu gibi koruyan o günkü tespitlerin arasında neler yok ki! Meselâ şu ifadelerdeki gerçek:

Nerde -gösterdiği vahşetle «bu, bir Avrupalı»

Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.

Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,

Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ,

Hani, tâ‘ûna da züldür bu rezîl istîlâ!

Âh o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,

Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefîl,

Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…

Medeniyyet denilen kahpe, hakîkat, yüzsüz.

Çünkü «Uluslarası kimyasal silâh kullanmak suçtur, ancak Türkler insan olmadığı için onlara karşı kullanmak suç değildir.» mantığıyla hareket eden düşman kitlelerinin sadece Çanakkale’ye gelenleri değil, gelmeyenleri de bu uğursuz muharebede hunhar işgalciler arasında yer almışlardır. Hamilton hâtıralarında der ki:

“Yahudi gazeteciler bizim dâvâmıza renk katıyor, Yahudi bankerler de kesemize para yağdırıyordu.”

Hâsılı bugün o zamanlar düşen medeniyet maskelerinin tekrar değişmesi, gerçeklerin tazeliğini hiçbir şekilde maalesef bayatlatmıyor.

Bu sebeple o günkü dipdiri ve taptaze hasletlerimizin, değerlerimizin ve kuvvetlerimizin de aynı tazeliğini koruması, bayatlamaması, yarınlarımız açısından en hayatî meselemiz. O günkü tazelik ve zindeliğin içerisinde ne vardı? Bunu da yine Âkif’in tespitlerinden dinleyelim…

Yüreklerde düşmandan ürkmeyen bir cesaret, göğüslerde alınamayacak bir îman kalesi vardı:

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler…

Kahramân orduyu seyret ki bu tehdîde güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;

Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îmân?

Namusu çiğnetmemek vardı. Şehid gövdelerini dağlar gibi dikip de Allâh’a rükûdan başka hiçbir güce karşı eğilmeyen başlar, Âsım’ın nesli vardı:

Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmiyecek.

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…

O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,

Uyumayan gözler, üç kıt’ada hiç dinlenmeden koşan gayretli muharipler vardı:

Zannetme ki ecdâdın asırlarca uyurdu,

Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?

Üç kıt’ada yer yer kanayan izleri şâhid,

Dinlenmedi bir gün o büyük şanlı mücâhid!..

Bayraktaki hilâlin uğruna güneş gibi kurban olanlar, kanıyla tevhîdi kurtaranlar vardı:

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!.

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i…

Kabre de tarihe de sığmayacak yücelikte ufuk sahibi şühedâ vardı:

Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?

«Gömelim gel seni târîhe» desem, sığmazsın.

Hâtırasını yaşatmak ve değerini ifade edebilmek için Kâbe’nin bile kabir taşı olsa az geleceği kıymette yüksek şahsiyetler vardı:

«Bu, taşındır» diyerek Kâ’be’yi diksem başına;

Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…

Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana…

Hazret-i Peygamber’in kucağını açtığı şehid oğlu şehidler vardı:

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,

Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.

İşte bu var olanlar, taze ve zinde oldukça bu milletin ve memleketin varlığı devam edecektir. Bunun içindir dün orada bu varlarımız sebebiyle bizi yok edemeyenler, bugün tek tek o var olan kaleleri yok etmek ve böylece kendilerine Anadolu’nun kapılarını açmak gayesindedirler. Bu gaye, tarih kitapları şöyle üstünkörü elden geçirilse bile görülecektir ki, o günkü kadar tazedir.

Âkif’in şu tavsiyesi ve tespiti her zaman kulağımıza küpe olmalı:

Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı,

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı,

Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır atanı,

Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı!..

………

Gök kubbenin altında yatar, al kan içinde,

Ey yolcu, şu topraklar için can veren erler.

Hakk’ın bu velî kulları taş türbeye girmez,

Gufrâna bürünmüş, yalınız Fâtiha bekler!..

Bir başka bekledikleri de, onlarda bütün tazeliğiyle var olan yüce hasletlerin bizlerde de var olması. O hâlde kendimizi bu bakımdan da tarih önünde şöyle bir muhasebe edelim:

Bu zemin boş; yedi kat gökte yerin var mı gönül?

Sana âid yücelikten haberin var mı gönül?

Cüceler koşmada gündüz-gece yıldız yıldız,

Daha engin iki üç damla terin var mı gönül?

İftihâr et düne baktıkça fakat şimdiyi gör,

Yine târih yazacak bir hünerin var mı gönül?

Onca baş tâcı eser, ceddini yâd ettiriyor,

Seni yâd ettirecek bir eserin var mı gönül?

Nerde senden yedi iklîme esen bâd-ı sabâ?

Kıt’adan kıt’aya hâlâ seferin var mı gönül?

Nazarından fer alır öyle parıldardı güneş,

Soruyor şimdi sabahlar, o ferin var mı gönül?

Varsa hiç durma bu Seyrî ile tâ haşre kadar…