Tokatlı Mehmet*

Ümit Fehmi SORGUNLU

Batı istikametinden gelen soğuk bir rüzgâr Akdağ’ın yamaçlarına çarparak bir anda köyün çevresini kuşattı ve insanların yüzlerinde birer kamçı gibi şakladı.  Mehmet, üzerindeki cekete biraz daha sarındı. Gözünü yoldan ayırmıyor, sürekli aynı istikamete bakıyordu. Birazdan düğün alayı gözükür diye geçirdi içinden. Nihayet iki yıldır yolunu gözlediği, gizli gizli buluştuğu Ayşe’ye kavuşacaktı bugün. Saatler geçme bilmiyor, zaman tıkanıp kalıyordu. Çünkü aylardır gün be gün beklenen büyük vuslatı yaşayacaktı bu akşam.

“–Dalmışsın yine Mehmet. Az sonra gelirler merak etme.”

Yanına gelen sağdıcı Hasan’ı fark etmemişti bile. Gülümseyerek:

“–Bu gün saatler geçmiyor be Hasan.” dedi.

“–Mehmet sen bu işi kolay sanıyorsun herhâlde. Atın eğerlenmesi, süslenmesi, gelin kızın evden çıkarılıp ata bindirilmesi hep merasime bağlı biliyorsun. Gel şurada halay çekenlere katılalım, açılırsın biraz.”

Mehmet, Hasan’ı takip edip halay çekenlere katılmak üzere gidiyordu ki, köyün tellâlı elindeki tokmağı davula sıkı sıkı vurarak düğün alayına doğru yaklaştı. Arkasında başıboş çocuklar bir konvoy oluşturmuştu:

“–Ey ahâli duyduk-duymadık demeyin. Padişahımız Sultan Reşat Han’ın buyruğudur!”

Padişahın adını duyunca halay çeken delikanlılar bir anda durup dinlemeye başladılar:

“–Çanakkale’de ehl-i küffâr,  dîn-i İslâm’a ve vatanımıza kastetmiştir. Padişahımız-sultanımız eli silâh tutan her civanı Hazret-i Muhammed’in dinini korumaya davet etmektedir. Duyduk duymadık demeyin, bu bir cihad emridir!”

Tokmağı yeniden var gücüyle davula gümbür gümbür vurmaya başladı:

“–Gönüllüler biraz sonra kalkacak olan kafileye katılmak üzere adlarını kâtibe yazdırsınlar. Duyduk duymadık demeyin, bu Allah için bir vazifedir, vatan borcudur!”

Mehmet’e bir ürperme geldi. Hasan’a dönüp:

“–Hasan bu nasıl iş, durum bu kadar vahim mi?”

Hasan’ın yüzü bir anda gerildi, kaşları çatıldı:

“–Maalesef öyleymiş Mehmet. Düşman Çanakkale’yi geçerse, Anadolu’ya kadar gelirmiş.”

Mehmet hiç tereddüt etmeden ânî bir kararla:

“–Öyleyse biz ne duruyoruz burada Hasan?”

Hasan hayretle dik dik Mehmet’e baktı:

“–Sen şaşırdın mı Mehmet, Bu gün senin düğünün var, birazdan gelin gelecek.”

“–Ayşe bekleyebilir, ama düşman beklemez!”

Mehmet o anda verdiği kararla ve kararlı adımlarla odaya doğru yürüdü. Annesinin elini öpüp helâllik almak istiyordu:

“–Hasan ben gidiyorum, sen de geliyor musun?”

“–Yahu Mehmet bir dakika, böyle tepesinden… Oturup bir karar verelim…”

“–Hasan bu işin düşüneceği mi kaldı? Baksana biraz sonra kafile kalkıyor. Şimdi gidersek gideriz. Yoksa düşman buraya gelir, iş işten geçer.”

Bu söz üzerine Hasan heyecanla bağırdı:

“–Bekle beni, ben de bizimkinden helâllik alıp geliyorum.”

Mehmet aceleyle içeri girerken:

“–Tamam, haydi acele et!” dedi.

Odanın içi kadınlarla doluydu.  Hiç beklemeden anasının ellerine sarıldı:

“–Hakkını helâl et anacığım. Ben Çanakkale’ye düşmana karşı gidiyorum!”

Anası bu sözü duyar duymaz bir çığlık kopardı:

“–Deli misin sen oğul? Tokat nire Çanakkale nire? Nasıl giden sen onca yolu?”

“–Az sonra kafile kalkıyormuş, vaktim yok. Hakkını helâl et sen. Dönersem ne âlâ, dönmezsem Ayşe dilediğine varsın.”

Odanın içindeki kadınlar şaşkınlıkla birbirlerine baktılar.  Yaşlı kadın, gözlerindeki yaşı saklamadan, oğlunun yanaklarını öptü kokladı, saçlarını okşadı:

“–Haydi oğul, güle güle git, sütüm sana helâl olsun!

Mehmet bu sözler üzerine aceleyle odadan çıktı. Köy meydanına doğru hızlı adımlarla yürüdü. Arkasından Hasan da nefes nefese ona yetişti.

İki arkadaş birlikte adlarını kâtibe yazdırıp, köy meydanında bekleyen çifte koşulu arabalara bindiler. Arabacı atların dizginlerini eline alıp bir-iki kez çektikten sonra, atlar ağır ağır hareket ettiklerinde ileriden düğün konvoyunun sesi duyuluyordu. Mehmet’in gözleri evlerine doğru uzanan tozlu yola takılıp kalmış, hiç konuşmadan bakıyordu. Biraz önce çıkan rüzgâr hızını kesmiş, Mehmet’in alnını öper gibi hafif hafif esiyor, saçlarının arasında dolaşıyordu.

Anadolu’nun sert ve soğuk rüzgârlarından sıyrılıp, günlerce süren yorucu bir yolculuktan sonra denizin yumuşak ılıman ikliminde buldular kendilerini.  Önlerinde kocaman bir su, Mehmet’le Hasan’a sessizce «hoş geldiniz» der gibi derinden derine gülümseyerek akıyordu. Bu deniz olmalı diye düşündü Mehmet.  Anadolu’nun bozkırlarında rüyalarında bile göremedikleri, hayal dahî edemeyecekleri, biraz aşağılara doğru inseler ayaklarını sokabilecekleri deniz, şimdi yanı başlarındaydı.

Mehmet’le Hasan ayrı bölüklere düştüler. İki kader arkadaşını ayıran rüzgâr, Mehmet’i Gelibolu’nun en çok sıcak çatışmalarının geçtiği bölgesine düşürmüştü. Biraz önce denizin gülümseyen hoşgeldin selâmlamasını biraz ileride patlayan bombalar kesivermişti.

Savaş, bütün şiddetiyle sürüyordu. Mehmet savaşın sıcaklığına iyice alışmıştı. Akşamın kül rengi karanlığı sıyrılıyor, yerine garip bir sessizlik çöküyordu. Gece utancından, kan ve barutun kirlettiği toprakları saklamak ister gibi bütün karanlığını Gelibolu’nun üzerine perde perde yaydı.  Hâfızlığı olanlar hafif sesle Kur’ân okurken, diğerleri de dudakları kıpır kıpır bildikleri bütün duaları tekrarlıyorlardı. .

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte gelen rüzgâr gecenin utancına ortak olmak ister gibi tepelere yayılan sis bulutlarını yavaş yavaş dağıttı. Ardından pırıl pırıl bir gökyüzü ve boğazın masmavi suları uykusuz ve gergin yüzleri öper gibi selâmladı. Mehmet bulduğu bir kâğıt-kalemle anasına ve düğün günü bırakıp geldiği Ayşe’sine mektup yazıyordu. Bölük arkadaşlarının bulundukları mıntıkayı terk ettiklerinin farkında bile değildi. İlk geldiği gün ona hoşgeldin diyen bombanın o alışılmış gürültüsünü artık önemsemiyordu. Bu vurdumduymazlık bombayı kızdırmış olmalı ki, bu sefer mektup kâğıdını kana bulayacak kadar yanı başında patlamıştı.

Gözlerini açtığında beyaz önlüklü güleryüzlü bir hemşireyi nemli bir mendille alnındaki ter tomurcuklarını silerken gördü. Uyanması ile birlikte bacağında müthiş sancıyı duyması da bir oldu:

“–Aman Allâh’ım bu sancı da ne? Ne oluyor bana, siz kimsiniz, neredeyim ben?”

O sırada başında bulunan Safiye Hemşire, gülerek yumuşak bir sesle cevap verdi:

“–Şu anda Sargı Yeri’ndesiniz.”

“–Peki, bana ne oldu böyle?”

“–Yanınızda bir bomba patlamış. Birkaç gün sizi bulamamışlar. Buraya geldiğinizde bacağınız çok kötüydü. Sizi kurtarmak için doktorlar kesmek zorunda kaldılar.”

“–Niye kestiler, ayaksız bir hâlde nasıl savaşırım?”

Hemşire şaşırdı:

“–Siz ömür boyu sakat kalacağınıza değil de, savaşamayacağınıza mı üzülüyorsunuz?”

“–Ya ne sandınız hemşire hanım, bu gâvurlar Çanakkale’yi geçip, topraklarımızı zaptederse ben yaşasam neye yarar?”

Hemşire îzah etti:

“–İyi ama ayağınız kangren olmuştu, eğer kesmeselerdi tüm vücuda yayılabilirdi. Hâlen durumunuz kritik.”

Anadolu’nun bu saf ve fedakâr delikanlısı üzüldü:

“–İyi ama dedi; Ben Ayşe’yi bırakıp da buralarda yatmak için gelmedim ki!”

Hemşire meraklandı:

“–Ayşe kim? Neyiniz oluyor?”

Mehmet, Hemşire hanıma Ayşe’yi, düğün gününü ve Çanakkale’ye geliş sebebini uzun uzun anlattı. O günden sonra Safiye Hemşire sık sık Mehmet’in yanına uğrayıp hâl-hatır sorar oldu.

Bir gün Alman Doktor Mehmet’e durumunun daha da kötüye gittiğini, vücudu kurtarmak için bacağını dipten kesmeleri gerektiğini söyledi. Mehmet itiraz etti:

“–Doktor bey ölüm hiç umurumda değil. Siz bacağımı uyuşturun, sarıp sarmalayın ve beni cepheye gönderin.”

Alman doktor şaşırmıştı. Fakat itirazı kabul etmedi. O gün Mehmet’in bacağı bütün itirazlarına rağmen tekrar kesildi. İki gün ağrılar içinde yatan Mehmet yemeden-içmeden kesilmişti.  Memleketinde, içerisinde yarasaların yaşadığı, sarkıtların bulunduğu, yüzyılların izini taşıyan karanlık ürkütücü, eskimiş mağaralarından,  denizin ve gökyüzü mavisinin dans ettiği bir coğrafyaya uzanan, kan ve barutun doldurduğu serüvenin sonuna doğru yaklaştığının farkındaydı.

Ameliyat olduğu günün gecesinde bambaşka bir rüya görmüştü. Her saniyesi o rüyanın tesirindeydi. Acılarını unutmuş gibiydi. Onu bu dalgınlıkta gören hemşire sordu:

“–Ayşe’yi mi düşünüyorsunuz?”

Mehmet hafifçe gülümsedi:

“–Evet. Fakat artık onunla bu dünyada birlikte olmamız mümkün değil.”

“–Böyle demeyiniz, yarın savaş bitince tekrar düğün yaparsınız.”

Mehmet, derin bir nefes aldı:

“–Bu mümkün görünmüyor. Ama hiç üzülmüyorum. Çünkü Rasûlullah bana söz verdi. Ayşe ile düğünüm cennette olacak…”

Gözleri bir noktaya doğru tekrar daldı. Rûhu vuslata kanat açtığında çehresinde dualarla buketlenmiş bambaşka bir tebessüm vardı.

 

*Bu hâtıra, Çanakkale Muhabereleri’nde hemşirelik yapan Safiye Hemşire’nin şâhit olup da aktardığı gerçek bir hâdiseden ilham ile kaleme alınmıştır.