Röportaj – Bir Milletin Var Oluş Destanı

Nihat TOPUZ Kimdir?

1957 Çanakkale’de doğdu. İlk ve orta tahsilini Çanakkale’de yaptı. İstanbul Beylerbeyi’nde Deniz Astsubay Lisesi’ni ve Gölcük Yıldızlar Su Üstü Eğitim Merkez Komutanlığı’nda Top ve Füze Okulu’nu bitirdi.  TCG İçel, TCG Donatan, TCG Mürefte, TCG Muavenet, TCG M.F. Çakmak Komutanlıklarında ve Amasra Deniz Komutanlığı, İskenderun Deniz Er Eğitim Komutanlığı ve İstanbul Boğaz Komutanlıklarında astsubay olarak görev yaptı. 1991 yılında emekli oldu. Bu tarihten sonra Çanakkale bölgesinde rehberliğe başladı. Çanakkale muharebeleri ve o muharebelerde yaşanan destânî hâdiseler hakkında oldukça geniş bir dağarcığı olan Nihat TOPUZ, emeklilik sonrasında çeşitli hayır kurumlarında hizmet faaliyetlerine iştirak etti. Hâlihazırda, fakir-fukara ve eğitim hizmetlerinde memleketimize katkısı büyük olan Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı’nda çalışmaktadır.

Evli ve iki çocuk babasıdır.

 

Yüzakı: Efendim, bu sayımızda Çanakkale merkezli olmak üzere, «Yaşanmış Destanlarımız» konusu üzerinde durmayı istedik. Türk milleti, nice destanlar oluşturmuş bir millet. Çanakkale de bunlardan biri. Sizce bu destanlar, bir millet için tam olarak neyi ifade etmektedir?

Nihat TOPUZ: Her şeyden önce destanlar, büyük millet olmanın en belirgin tezahürüdür.  Bütün büyük milletler, her zaman büyük destanlar oluşturmuş milletlerdir. Çünkü destanlar; kahramanlığın, şecaatin, hamiyetin ve fedakârlığın millî ve mânevî nişanelerini taşır. Yüksek ahlâkî fazîletleri tecellî ettirir. Her bir destan, ayrı bir hisseler deryasıdır. Milletin şahsiyet ve iradesinin teşekkülünde derin tesirlerle hatırı sayılır bir rol üstlenir. Yani destanların millet için eğitici pek çok yönü vardır. İnsanlara mânevî yönden millet olma ve mukaddesâta sahip çıkma şuurunu kazandırır. Kısacası milletin kendi kimliğini ve kudretini kavraması açısından Çanakkale ve İstiklâl Harbi gibi destanlar, apayrı bir değere ve ehemmiyete sahiptir.

Yüzakı: Destanlar nasıl oluşur, nasıl meydana gelir? Destanları meydana getiren en temel unsurlar nelerdir?

Nihat TOPUZ: Bana göre destanlarda en temel unsur, o destanları oluşturabilecek âbidevî şahsiyetlerdir, onların cesaretleri, ahlâkları, inançları ve gönül dünyalarındaki yüksek seciyedir. Böyle kimseler, gerçek destanlara imza atarlar. Yoksa içi boş destanlar, kuru efsânelerden başka bir şey değildir. Dolayısıyla destanları oluşturan ortamlarda rûhî ve bedenî yönden iyi eğitilmiş, güzel ahlâkla donanmış şahsiyetler son derecede önemlidirler. Bu kahramanlar, elbette ki: “Biz bir destan yazalım da nâmımız yürüsün.” diyerek yola çıkmazlar. Onlar; ruhlarını ve ufuklarını, varlarını ve yoklarını, hayatlarını ve ölümlerini, din-vatan-millet-bayrak gibi sırf yüce gayeler etrafında hiçbir karşılık beklemeden, hiçbir menfaat hesabı yapmadan sadece feda etme yarışında olurlar. Bunun için insanüstü başarılara imza atarlar. Bilinen ve bilinmeyen nice destanlar doğar. Yani destânî şahsiyetler; yüce ahlâkları, inançları, dâvâları, ferâgatları, şecaatları, faziletleri ve fedakârlıklarını destânî kıvamda gerçekleştirebilenlerdir. Yani sergilenen yüce hasletler, gerçek mânâda destanlaşır.

Ancak şu gerçeğin altını çizmekte fayda var:

Destanlar ille de savaşlar yapmak sûretiyle ortaya konmaz. Destanî nitelikli davranışlar savaşların olmadığı ortamlarda da doğabilir. Fakat savaş şartları, bütün zorluğuyla insanî sınırları zorlayan, insanın şuur ve dengesini son haddine kadar geren bir vasfa sahip olduğundan destanların oluşmasında daha fazla rol oynamıştır. Yani insanların gerçek üstün şahsiyet ve ahlâkı veya tam tersi hâlleri, zor ve meşakkatli zamanlarda bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır.

Mahrumiyet ve ölüm çemberleriyle sarıldığınız bir anda metanet, gayret ve tevekkülü elden bırakmamak, başkasının canını kendi canına tercih etmek… Sizi öldürmeye çalışan, canınıza ve namusunuza kast eden düşman askeri âciz duruma düştüğünde ona bile merhamet göstermek ve intikam duygularını bastırarak düşmanınızın bile yarasını sarmak… Bütün bunlar çok üstün ferâgat ve merhamet örnekleri… Bu fazîletlerin bu seviyede zuhur etmesi de savaş ortamı gibi imtihan ve tahammül gücü yüksek ortamlarda vukû buluyor. Bu sebeptendir ki destanlarla savaşların iç içe geçmişliği mevzubahis. Ancak başta da belirttiğim gibi destan ile savaş arasında mutlak bir bağdan bahsetmek yanlış olur.

Şüphesiz, sulh zamanlarında da yazılmış nice emsâlsiz destanlar var. Bu mânâda ilim ve irfanın rağbetten düştüğü ve can çekiştiği bir ortamda bütün yokluk ve mahrumiyet çemberlerini aşarak ilim ve irfan yolunda gayret etmek ve aydınlatıcı eserler ortaya koymak da bir destânî başarıdır. Hattâ yerine göre diğerinden daha mühim yere sahiptir.

Yüzakı: Bu söylediklerinizden yola çıkarak destanların ehemmiyet ve değerini, onların yaşanmışlığı oluşturuyor diyebiliriz. Bu gerçeğin izahını, içinde bulunduğumuz Mart ayı dolayısıyla Çanakkale Muharebeleri çerçevesinde rica etsek…

Nihat TOPUZ: Bu, çok ehemmiyetli. Çünkü Çanakkale, satırlardan doğmuş bir destan değil, henüz tam anlamıyla satırlara geçmemiş, hattâ satırlara da sığmayacak bir destandır. Çünkü Çanakkale’de, muharebelerin başlangıçtan bitime kadar 800 bin Osmanlı askerinin oluşturduğu 800 bin ayrı destan mevcuttur. Kayıtlara göre bunların 253 bini şehid oldu, diğerleri de gazi. Ama her biri ayrı ayrı birer destan yazdı. Yaşayarak ve yaşatarak…

Çoğu kaleme alınamadı. Yazılanlar deryaya göre damla kadar. Çünkü o destanların sahipleri, yaptıklarının reklâmcısı değillerdi. Çoğu isimsiz kahramanlar olarak yazdılar destanlarını. Fakat biz ne yapıp-edip bilmek ve aktarmak peşinde olmalıyız. Bu hususta zamanında çalışmalar yapılmadığı için bugün Çanakkale destanlarının anlatıcısı ve aktarıcısı orada savaşmış Türk askerinden ziyade, düşman askeridir. Bu demektir ki, anlatılanların çoğunda kasıtlı bir mübalâğa söz konusu olamaz. Çünkü karşı taraf, devamlı olarak diğer tarafın fazîletlerini gölgelemek ister, tâ ki kendi haklılığını iddia zemini bulabilsin. Ancak Çanakkale’de bu bakış açısını da ortadan kaldıracak tecellîler yaşandığından düşman tarafın anlattıkları da son derecede ehemmiyetlidir. Bazıları var ki, belki bizim saflarımızın dile getirmeyeceği veya bazen de fark etmemiş olabileceği gerçeklerdir.

Meselâ Osmanlı ordusunda hiçbir zaman boyu iki metre, yeşil sarıklı, cübbeli devâsâ askerler olmamıştır. Çanakkale cephelerinde bu kıyafette insanlar savaşmamıştır. Askerin tipik bir kıyafeti vardır: Enverî şapka, hâkî (toprak yeşili) asker elbisesi, sırt çantası vesaire… Ama İngiliz askerler, cephe gerisinde -esir veya yaralı oldukları zaman- bizlere: «İki metreden uzun, yeşil sarığı olan, yeşil cübbeli askerleriniz nerede? Bizi esir alanlar onlardı…» şeklinde itiraflarda bulunuyorlardı. Yine meselâ; Ian Hamilton, gemiden Anafartalar ve Conkbayırı sırtlarına bakarken, Türkler’in yukarıdan aşağıya süngülü vaziyette hızla indiğini ve onların arkasından da tepeden sis şeklinde bulutların sarktığını görüyor. Bunu günlük not defterinde Allâh’ın yardımı olarak şu şekilde ifade ediyor:

«Müslümanların Muhammed’i yardım ediyor. Bizim İsa’mız nerede?»

Hâsılı bu tür dâsitânî hâdiseler daha ziyade düşman hâtıratlarında ve günlüklerinde karşımıza çıkmaktadır. Yani bizim kendimiz hakkında bir mübalâğamız söz konusu değildir. Hattâ, bırakın mübalâğayı, Çanakkale destanını hakkını vererek anlatıp aktarabildiğimiz bile söylenemez.

Yüzakı: Peki Çanakkale muharebelerini farklı kılan unsur nedir? Bundan bahsedebilir misiniz? Çünkü öncesinde birçok cephede savaşıldı ve güçlü olduğumuz hâllerde bile mağlûp kaldığımız oldu. Bu mağlûbiyetler neticesinde pek çok yer de elimizden çıktı. Çanakkale’de ise kahraman ordumuzdaki her bir nefer, aşılmaz bir kale hâlinde idi. Bunun îzahı nedir sizce?

Nihat TOPUZ: Bu hususta en önemli gerçek, ordu ve milletin birlik ve bütünlük içerisinde omuz omuza vermesidir. O zaman zayıf bile olsak, dâima galibiyet kazanmışız. Meselâ İstiklâl Harbi’nin büyük başarılarla neticelenmesinin sırrı da aslında burada yatmaktadır. Çünkü Çanakkale’den önce kaybettiğimiz koca koca topraklar ve yaşadığımız hezimetlerin temelinde birçok sebebin en başında birlik ve beraberlik hususundaki zafiyetler vardır. Bunlar gerek siyasî, gerek idarî olsun, fark etmez; çünkü neticeleri dâima acı olmuştur. Fakat Çanakkale’de ve İstiklâl Harbi’nde bu zafiyet aşılmış ve aşıldığı için de dünyanın öldü bitti gözüyle baktığı îmanlı Türk milleti, destânî manevralarla dimdik ayağa kalkmasını bilmiştir. Yani her millette olduğu gibi halkın arasında ne kadar ihtilâf ve farklılıklar olsa da «din-vatan-millet-bayrak» müdafaası gayesi etrafında kenetlenmek, milletçe var olabilmek için tarihî bir mecburiyet ve şarttır.

İşte Çanakkale bu şartın anlaşılıp yaşandığı bir ortamdır. Bu bakımdan çok mühimdir. Çünkü bir zafer, sadece cephede kazanılmaz. Cephe gerisi de cephe kadar, hattâ bazen cepheden daha önemli bir seviyede ehemmiyetlidir. Çanakkale ve İstiklâl Harbi, bu iki kanadın birleştiği muharebeler olmuş ve dâsitânî muvaffakıyetlerle neticelenmiştir. Burada unutulmaması gereken bir üçüncü kanat da, dua ordusudur. Yani muharebeye iştirak edemeyip de en azından duaları ile te’yîd-i ilâhînin tecellîsine vesile olabilme gayretini gösteren çoluk çocuk, yaşlı kimselerin mânevî destekleridir. Bu destek de hafife alınmamalıdır. Çünkü yakın zamanda gerçekleştirdiğimiz Kıbrıs çıkarmamızda bile nice mânevî tecellîlerin ve ilâhî yardımın yaşandığı inkâr edilmez bir hakikattir.

Yüzakı: Söylediğiniz ilâhî yardımla alâkalı Çanakkale’de yaşanan destanlardan birkaç misâl verebilir misiniz?

Nihat TOPUZ: Elbette. Meselâ bir Derviş Ali hâdisesi vardır. Kumkale Savaşları’nda yaşanan bir hâdise. Kumkale’ye Fransızlar göstermelik bir çıkarma yapıyorlar. Yaklaşık 36 saat kadar orada kalıyorlar. İlk çıkarma zamanında Türkler önceleri Kumkale sahilinde pek asker bulundurmuyor. Von Sanders’in taktiğince askerlerimiz sahil gerisinde bekliyor. Fransız askerleri karaya çıkar çıkmaz 10-12 kişiden oluşan ufak bir askerî topluluğumuzu vurup şehid ediyorlar. Bu arada arkadaşlarının şehid olmasına üzülen Derviş Ali isminde bir asker kalkıyor, semâ ve zikirle düşmanın üzerine yürüyor. Düşman, malûm, canlı hedef olduğu için üzerine kurşun yağdırıyor. Fakat kurşunlar, elbisesini parçaladığı hâlde vücuduna tesir etmiyor. Derviş Ali, Fransız ordusunun dibine geliyor ve alay komutanını esir alıyor.

Bunu anlatıyorlar. O ortamı ve o günleri yaşamamış pek çok kimse şimdi: «Yahu, bu destan, masal… Aslı yok bunların…» diyebilir. Yaşanıp yaşanmadığını gerçekten ben ispat edemem. Etmem de gerekmez. Çünkü bunun gibi yüzlerce hâdise, rakiplerimiz tarafından bile naklediliyor ki, bu da anlatılmayanların daha çok olduğunu gösterir. Âcizane benim kanaatim, bunların çoğunun yaşandığı yönünde. Çünkü Çanakkale’yi çok sık gezen, rehberlik yapan bir kişi olarak, o hâdiselerin derin ve silinmez izlerine sık sık şâhit oluyoruz. Muharebe alanlarını ziyarette bile yaşadığımız fevkalâde hâdiselere göre aylarca süren Çanakkale Savaşları esnasında kim bilir daha bilmediğimiz nice harikulâdelikler yaşandı…

Yüzakı: Yaşadığımız fevkalâde hâdiseler dediniz! Biraz açabilir misiniz?

Nihat TOPUZ: Kimilerine göre şahsî değerlendirmeler ve kendime ait hisler olarak görülebilir. Bu itibarla müsaade ederseniz onlar bende kalsın. Ancak size birinci ağızdan bir hâdise, yaşanmış bir başka hâdise anlatmak isterim.

Babam, II. Dünya Savaşı sıralarında Bolayır’da Demirkapı denilen bir mevkide ihtiyat askerliği yapıyor. Biliyorsunuz Liman Von Sanders esas çıkarmanın Saros’ta yapılacağını düşünerek askerimizin büyük bir kısmını -yaklaşık üç tümen askeri- orada toplamış ve orada bekletmiştir. Fakat oraya yapılan çıkarmanın sahte olduğunu anlayınca askeri tekrar Anafartalar ve kuzey-güney cephesine sevk etmiştir. Bu hareket sırasında gemiler ve uçaklar tarafından askerlerimiz şehid ediliyorlar. Dolayısıyla şehid olan asker, nerede şehid olduysa oraya gömülüyor.

Bolayır’ın yakınlarında şehir merkezinin hafif dışında bir kadıncağızın evi var. Babamın yanına da bir astsubay tayin oluyor. Astsubay, ailesini getirmek istiyor. Ama köy yerinde herkes kendisine göre bir ev yapar, kiralık ev bulmak zordur, mümkün değildir. Diyorlar ki: «Burada ev yok. Sen evini getiremezsin.» Savaş ortamı değil, ihtiyat ortamı ama astsubay, hanımının yanında kimse olmadığından dolayı tek başına başka bir memlekette yalnız kalmasına gönlü râzı olmuyor, illâ yakınlara getirmek istiyor.

Diyorlar ki: «Köy merkezinde bir ev yok, ama şu tarlada bir ev var. Bugüne kadar pek kimse oturamadı. Oturan 1-2 gün içerisinde bu evi terk edip gidiyor, o evde hayaletler varmış, diye bir dedikodu geziyor yıllardır.» Îman ve teslimiyet sahibi olan astsubay: «Ben hayaletten korkmam, bu evde otururum.» diyor. Ama bunda bir gerçek payı olup olmadığını da öğrenmek için: «Bir akşam hanımı getirmeden kalayım.» diyor. Akşam namazından sonra eve geliyor ve bomboş evde oturuyor. Derken yatsı ezanının okunmaya başladığı bir sırada evin dış kapısı açılıyor. Kapıda enverî şapkalı, I. Dünya Savaşı sırasındaki askerî elbiseyi giymiş, bir asker silûeti beliriyor. Yerde oturan, sırtını duvara dayamış olan astsubayın yanına kadar geliyor, üzerine eğilerek gözünün içine bakıyor, bakıyor… Bir müddet sonra hiçbir şey söylemeden yine dönüyor ve dışarıya çıkıyor. Astsubay da arkasından çıkıyor, takip ediyor. Bakıyor ki, hemen evin bitişiğinde bahçede tuvalet var. Enverî şapkalı asker, tuvalete içine giriyor. Astsubay orada bir hayli bekliyor. Asker bir türlü içerden çıkmıyor. Sonunda astsubay, tuvaletin kapısını açıyor; bakıyor ki, içeride kimse yok. Ertesi gün o basiretli astsubay, yanına iki asker alıyor ve tuvaleti yıktırıyor. Çukurunu, pisliğini temizlettiriyor. Sonra yarım metre daha kazdırıyor ki, akşamleyin gördüğü şehid askerin mübârek cesedine rastlıyorlar. O muazzez şehidin vücudu hiç bozulmamış bir hâlde orada yatıyor. Meğer o şehid, yattığı yerde hiçbir kabir işareti olmadığından dolayı da olsa üzerine tuvalet yapılmasından rahatsız imiş ve o evde kalmak isteyenlere görünüp de bu gerçeği anlatmak istiyormuş. Bunu bilmeyenler de tabiî olarak «Hayalet görüyorum!» zannıyla o evi terk ediyormuş. Nihayet bu mesele anlaşılıp da o basiret ve îman sahibi astsubay sayesinde mübârek şehidin durumu tesbit edilmiş oluyor ve oraya bir türbe yapılıyor.

Yüzakı: Bu hâdise ne zaman yaşanmış?

Nihat TOPUZ: 1945’li yıllarda… Babam o astsubayla birlikte görev yapıyormuş. Babam da, orayı kazan askerler de hâdiseye şâhit.

Yüzakı: Buna benzer hâdiseler herhalde bir hayli var.

Nihat TOPUZ: Evet, pek çok. Meselâ buna benzer bir hâdise de halk arasında anlatılan Mersinli Dede’ye aittir. Biz bunu çocukluğumuzda hep duyardık:

Mersinli Dede’nin kabri, şehir merkezinde tek başına kalmış bir kabir. Daha önce onun yanındaki evde oturan herkes kaçarmış. Nihayet buraya namazında, abdestinde, ecdad terbiyesi görmüş ninelerimizden birisi yerleşmiş. O, bir gün evde otururken, içeriye sarıklı, cüppeli, beyaz sakallı bir zâtın girip çıktığını görmüş. Bu hâdise, birkaç kez tekrarlamış. Nine bu zâtın ezan okunurken girip çıktığını görünce, kendince bir yorum yapmış ve gidip abdesthaneye bir ibrik su ile havlu bırakmış. Daha sonra o zât bir daha göze görünmez olmuş. Ama nine, her sabah yatsıdan itibaren ibrikteki suyun kullanıldığını ve havlunun da nemli olduğunu görüyormuş.

Bütün bunların hepsi, yaşanıp yaşanmadıkları bir tarafa, dün dünyanın en güçlü devletleri karşısında «Çanakkale Geçilmez» dedirttiğimiz şanlı bir zaferin, yaşanan muazzam bir destanın nesilden nesile canlı bir şekilde aktarılması ve o demlerdeki ruh hâlimizin milletçe devam ettirilmesi, taze tutulması demektir. O bakımdan Çanakkale’nin ölümsüz hâtıralarına sıradan hikâyeler gibi bakmamak gerekir. Her birinde bir şehîdimizin kurumayan kanı, hâlâ bayrak tutan yürekleri vardır.

Yüzakı: Çok doğru bir yaklaşım. Bu gerçek etrafında ele alacak olursak, Çanakkale’de milletçe yazdığımız destan, başka ne gibi ibretler ve dersler taşımaktadır?

Nihat TOPUZ: Çanakkale’den hissemize düşen ibret ve dersleri iki ana başlık altında zikredebiliriz. Birincisi, siyasî ibret; ikincisi ise mânevî ibrettir.

Siyasî ibret açısından baktığımızda şunu görmekteyiz: Çanakkale Savaşı, Avrupa’nın gerçek yüzünü gösterdiği, medeniyet denilen maskesinin düştüğü bir savaştır. Bu cümlenin altını kalın çizgilerle çizmek istiyorum. Bugün bile aynı maskeyi kullanan nice aynı düşmanca yüzler, nice ülkeleri ve mazlumları harap etmekte değiller mi? Sadece maskeler kalınlaşmış ve daha bir göz alıcı hâle gelmiştir, o kadar.  Millî şairimiz Âkif, bu tespiti o günlerde yapmış:

Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün:

Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!

demiş ve maskenin altındaki çehreyi şöyle anlatmıştır:

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!

Nerde -gösterdiği vahşetle «bu: bir Avrupalı»

Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi…

Bu ifadeleri dedirten gerçeğe bakarak Türk milletinin Çanakkale’yi ve İstiklâl Harbi’ni her zaman daha dikkatli okuması şarttır diye düşünüyorum.

Avrupa devletleri tarih boyu Türkleri barbar ve vahşî olarak tasvir edip halklarına böyle tanıttılar. Bize karşı devamlı bir husûmet ve kin beslediler. Çanakkale Savaşı’ndan önce de askerlerini: «Türkler; barbardır, zâlimdir. Sakın ellerine esir düşmeyin. Onlar esirlerini çiğ çiğ yerler, yakarlar, ellerini-kollarını kesip sakat bırakırlar.» şeklinde yalan telkinlerle eğitmeye çalıştılar. Türkler için İngilizler ve Fransızlar başta olmak üzere bütün bir Avrupa basını: «unspeakable» yani «konuşmaya değmez, konuşulamaz» lâkabını taktı. Ama bu noktada Anzaklar denilen Avustralyalılar, Avrupalılardan farklıdır. Biliyorsunuz, özellikle Anafartalar ve Conkbayırı’nda Türklerin önüne sürülen askerler Anzaklardır ve en çok zayiâtı verenler  de İngiliz veya Fransızlar değil onlardır. Anzaklar çocukluklarında, bu tür telkinlerle büyümedikleri için onların Türklere bakışı biraz daha doğru ve hakkaniyetli olmuştur. Onlar; Türkler aleyhindeki sözleri ilk olarak, Çanakkale’ye gelmeden önce toplandıkları Mısır’da duymuşlardır. Çanakkale’ye geldiklerinde ise İngilizlerin kendi silâh arkadaşlarına dahî ikiyüzlü ve sahtekâr davrandığını, Türklerin ise düşmanına karşı bile insaflı ve merhametli olduğunu görmüşlerdir. Bununla ilgili dikkat çekici bir hâdise nakledilir:

Hâdise Cesaret Tepesi’nde geçiyor. Bir dedemiz anlatıyor: “Bir gün akşama kadar süngü harbi yaptık. İyiden iyiye bitkin bir hâle düştük. O kadar yorulduk ki, her iki taraf da tükendi ve çarpışma kendiliğinden bitti. Herkes bulunduğu siperlere dönmeye ve ondan sonra da yaralıları toplamaya başladı. Böyle bir yoğunluk içerisinde bir Anzak askeri önüme çıktı. Sırtı bana dönük… Arkasından süngülemeyi, şişlemeyi kendime yediremedim. Gururuma dokundu. Ve «öhö!» dedim. Öyle deyince sesin geldiği tarafa dönüp arkaya baktı. Beni görünce elindeki silâhı yere attı. Ben de «eman» dilediği için öldürmekten vazgeçtim. Mecbûren esir almak zorunda kaldım. Önüme düş, dedim. Asker: «Tek başıma değilim.» dercesine yeri işaret etti. Baktım, yerde yaralı bir İngiliz askeri de kıvranıyor. Onu da aldık. Mermilerin vızır vızır işlediği bir kargaşa içerisinde cephe gerisine gidip o yaralı İngiliz’i hastaneye götürdüm.”

İşte Çanakkale’de dünyanın en süper devletlerini her türlü mahrumiyetimize rağmen dize getiren güç, düşmanını bile arkadan vurmaya gönlü elvermeyen bu âbide şahsiyetlerimizin îmanlı yürekleriydi.

Çanakkale’de o îmanlı yüreklerin sergilediği daha nice hâdiseler yaşanmıştır. Bu sebepten Avustralyalılar hâlâ Çanakkale Savaşları’ndaki Türk askerlerinin kahramanlığını, iyiliğini anlatırlar. Hattâ seneler sonra bize Çanakkale’yi hatırlatan Anzaklardır, desem mübalâğa etmiş olmam. Biz yaklaşık elli-altmış sene boyunca neredeyse unuttuğumuz bu destanı onların 25 Nisan’daki törenleri sayesinde hatırlar hâle geldik.

Avrupalıların Türklere karşı olan bakışlarını aktarırken kindar bir tavır ve kışkırtıcı bir yaklaşım sergilemeyi asla tasvip etmiyorum. Ancak onların bu hususta unutkan davranmayışlarını göz ardı etmememiz gerektiğini düşünüyorum. Meselâ Vehbi VAKKASOĞLU’nun Bir Destandır Çanakkale adlı eserinde okuduğum şu malûmat bana çok dokundu: Bir ara İngiltere’de Oxford ve Cambridge caddelerinde heykeller dikilmiş. Yerde bir İngiliz askeri yatıyor; ayakta da enverî şapkalı bir Osmanlı askeri onu süngüyle şişliyor. Altında da şu mealde sözler: «Çanakkale’de Türkler dedenizi bu şekilde öldürdü.» Bu heykeller, bugün kaldırılmış, ancak savaş yıllarından itibaren hakkımızda yalan yanlış yazılıp çizilenlerin  mevcudiyeti maalesef devam ediyor.

Bütün bunlar siyasî ibretle alâkalı. Bir de Çanakkale’den çıkarılması gereken mânevî ibretler var. Bunun îzahını isterseniz yine bir hâdiseyle ifade etmeye çalışayım:

Çanakkale gazilerinden Halil KOÇ isimli bir dedemiz vardı. Çanakkale rehberlerine çok önem verir ve kendisi de rehber yetiştirirdi. Rehber olarak yetiştirdiği torununa Çanakkale ile ilgili bilgileri anlatırken hep: «Sana bir sır vereceğim, sana bir sır vereceğim…» dermiş. 1989 yılında vefat etti. Vefat ânında torununu çağırtıyor o bahsettiği sırrı ona söylüyor. Diyor ki:

“Evlâdım, çok mukaddes bir vazife içerisinde bulunuyorsun. Gün gelecek bu şehid arkadaşlarımı ziyarete gelenleri bu topraklar almayacak. Bizim milletimiz ecdadını tanıyacak, ecdadını tanıyınca da inşallah istikbal, milletimin olacak. Bana Kâinatın Efendisi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geldi ve: «Çanakkale şehidlerini ziyaret edenlere benim selâmımı söyleyin. Rablerine çok dua etsinler. Gelecekte mübârek sancağı onlar taşıyacaktır.» buyurdu.”

Bu, Çanakkale ziyaretlerinin mânevî önemini vurgulayan bir hâdise. Ancak günümüz ziyaretlerinin çoğu bu mânevî değere yakışır bir vaziyette gerçekleştirilmiyor. Birçok kişi Çanakkale ziyaretine piknik havasında gidiyor. Gece yolculuk yapılıyor, sabah erkenden yorgun-argın geliniyor ve o yorgunlukla gezilmeye çalışılıyor. Bu şekilde yapılan gezilerde kişiler birkaç saat sonra yoruluyorlar ve gezi artık bir eğitimden çileye dönüşmeye başlıyor. Hattâ insanlar her yerde yemek yiyip, poşetlerini oraya buraya bırakıyor. Hâlbuki, oranın her karış toprağında şehid dedelerimizin canından ve mukaddes kanından bir parça var. O bölgeler tamamen şehid bedenleriyle örülü. Onun için Çanakkale’de çok dikkatli, saygılı ve edepli olmak lâzım.

Bir arkadaşım şöyle bir söz söylemişti:

Çanakkale’nin üstü ölü, altı diri… Bu diriliğin sırrını iyi anlamak gerekiyor. «Âşıklar ölmez…» diye Yunus Emre’mizin bir sözü vardır. İşte orada yatan şehidlerimizi diri kılan şey bu aşktır. Bu aşk da; Allah, Peygamber ve vatan aşkıdır.

Yüzakı: Çanakkale Savaşı’ndan bugüne neler değişti? Düşmanlarımız, Anadolu topraklarından vazgeçti mi?

Nihat TOPUZ: Çanakkale’den hemen sonra yaşadığımız İstiklâl Harbi, vazgeçmediklerini gösteriyor. Ancak Çanakkale ve İstiklâl Harbi tecrübelerinden sonra düşman taktik değiştirmiştir. Silâh yoluyla geçemediği hudutları kültürel yozlaşma ile delmeye çalışmaktadır. Yani millî ve dinî bütünlüğümüzün var oluş mücadelesi, cephe savaşı sûretinde değil de kültür savaşı hâlinde devam etmektedir. Ancak bu kültür savaşının gerisinde şüphesiz ki yine siyasî ve ekonomik hesaplar bulunmaktadır. Hâsılı Avrupa’nın; Boğazları, İstanbul’u ve Anadolu’yu işgal ideolojisi bitmiştir diyemeyiz. Fakat önemli olan, onların menfur emellerinin bitip bitmemesi değil, bizim her zaman dînî, millî, tarihî ve kültür sahalarındaki bütün meselelerimizde basiretli, canlı, dimdik ve güçlü olmamızdır. Bu noktada: «Ey Türk! Senin düşmanın ne İngiliz’dir, ne Fransız’dır, ne de Rus’tur. Senin düşmanın neme lâzımcılıktır, dalkavukluk, bölücülüktür.» sözünü kulağımıza küpe yapmalıyız. Çünkü biz zaafa düşmedikçe düşman bizi zaafa düşüremez, düşürememiştir.

Âkif’in dediği gibi:

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez,

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!

Yüzakı: Efendim bu değerli ve aydınlatıcı bilgi ve açıklamalarınız dolayısıyla teşekkür ederiz.

Nihat TOPUZ: Ben de teşekkür eder, Yüzakı’mızı üzerinde durduğu vatanî meseleler itibarıyla tebrik ile başarılar dilerim.