Hoşgörü Özlemi

Doç. Dr. Emin IŞIK

Adâlet, hürriyet, hürmet, merhamet, sadâkat, vefâ, dostluk ve hoşgörü! İşte bunlar, insanı öbür canlılardan farklı kılan, insana insan olma özelliği kazandıran değerlerdir. Bu nitelikler, kimin anlayışında ve yaşayışında daha çok yer tutuyorsa, o daha iyi insandır. Herkesin insanlıktan eşit pay almadığı bir gerçektir. Soyu, insan olup da, huyu insan olmayanların sayısı az değildir.

Her şey, kıtlığında değer kazanır, yokluğunda özlenir.

Son iki asırda, dünyanın dört bir yanından hürriyet isteyen sesler yükseldi. Sömürgecilik, pek çok toplumu, hak ve hürriyetlerinden mahrum etmişti. O yüzden insanlar, hürriyet diye feryât ediyorlardı.

Günümüzde de hoşgörü sesleri yükseliyor ve onun özlemi dile getiriliyor. Herkes birbirinden hoşgörü bekliyor, kimse hoşgörülü olmaya yanaşmıyor. Bu da toplumda hoşgörüsüzlüğün hükümran olduğunu gösteriyor.

Bunun sebepleri üzerinde herkesin durup düşünmesi gerekiyor.

Hoşgörü nedir, nasıl elde edilir?

Hoşgörü, kişilere ve toplumlara ne kazandırır?

Biz, neden atalarımız gibi hoşgörülü değiliz?

Eskilerin müsamaha dedikleri hoşgörü; kusurları görmezlikten gelmektir. Hâlden anlamak, sevecen ve bağışlayıcı olmaktır.

Hoşgörülü olmak için hür olmak gerekir. Ezilenler, hoşgörülü olamazlar.

Bir mevlid evinde, babam yaşındaki bir Bektâşî dedesi, beni divana oturttu, kendisi yere oturdu. Bana gösterdiği saygının altında ezildiğimi hissettim:

“–Kusura bakmayın efendim, siz yerde kaldınız.” dedim. O da:

“–Kusur, görürsen kusur olur. Biz kusur görmeyiz.” dedi.

Sâdî Şîrâzî de: “Ayıp arayan göz, hüner göremez.” demişti.

Hoş görmek, boş vermek değildir. Vurdumduymaz ve ilgisiz olmak da değildir. Kınanacak ve ayıplanacak bir olay karşısında sert tepki yerine, olumlu ve yumuşak davranmaktır. Hoşgörü, aslında gönül kazanmaya ve ıslah etmeye yönelik bir eğitim metodudur. Toplum hâlinde yaşamanın ve millet olmanın vazgeçilmez gereklerinden biridir.

Hoş görmek, birbirimizi anlamak ve birbirimize katlanmaktır.

Yaramazlık yapan şımarık bir çocuğa, sevgi ve güleryüzle yaklaşır: “Ben seni beyefendi biliyordum. Bu haylazlığı sana hiç yakıştıramadım.” derseniz, ona hoşgörülü ve sevecen davranırsanız, o da sizin sevginize lâyık olmaya çalışır. Ama kızar, azarlar, birkaç tane de tokat atarsanız, onu daha da haylaz ve yaramaz olmaya itmiş olursunuz.

Okul öncesi dört-beş yaş grubundaki çocuklar üzerinde yapılan bir anket, şu gerçeği ortaya çıkardı:

Aile içinde dayak ve şiddet gören çocuklar: “Allâh’ı nasıl biliyorsun?” sorusuna, çoğunlukla: “Allah, insanı çarpar. O’nun cehennemi var. İnsanı cayır cayır yakar.” diye cevap veriyor. Oysa sevgi ve hoşgörü ortamında yetişenler aynı soruya: “Allah, bizi yarattı. O, bizi sever, bize nimet verir. O’nun cennetleri var, ölünce bizi oraya koyacak.” diye cevap veriyorlar.

Bir avukat dostumuz anlatmıştı; aynen aktarıyorum:

“Galatasaray Lisesi’nde öğrenciydim. Dersten çıktık, koridorda üç-dört arkadaş hararetli bir münakaşaya tutuştuk. Ben öksürdüm, telaş içinde çöp kutusuna tükürmek isterken, tükürüğüm yere düştü. Bizi koridorun öbür ucundan izleyen edebiyat hocamız, sakin adımlarla yanımıza geldi, göğüs cebinden beyaz ipek mendilini çıkardı, yerdeki tükürüğü sildi ve mendili çöp kutusuna attı. Hiçbir şey demeden, yüzümüze bile bakmadan, yürüdü gitti.

Hocanın bu hareketi karşısında ben utancımdan yerin dibine geçmek istedim. Keşke azarlasaydı, keşke birkaç tokat atsaydı, daha çok memnun olacaktım. İşlediğim kabahatin cezasını çekip rahatlayacaktım. Şimdi ne zaman tükürecek olsam, hemen gözümün önüne hocanın o hareketi gelir!”

Bir hoşgörü örneği de Maraş müftüsünden:

Rahmetli Hacı Ali Efendi Hoca, Ulucami avlusundaki müftülük odasında, birkaç dostuyla sohbet ederken, ezan okunuyor. Hoca:

“Benim abdest tazelemem gerek.” diyerek, elindeki tesbihi, gözlüğü ve saati masanın üzerine bırakıp, şadırvana gidiyor. Abdest alıp dönünce, bakıyor ki, herkes camiye girmiş. Masanın üzerinde yalnız gözlük duruyor. Saatle, tesbih alınmış. Hoca düşünüyor ve bir tahminde bulunuyor:

“Bunu falan kişi yapmış olabilir.” diyor. Namazdan sonra kuyumcu dostlarından birini çağırıyor. Ona:

“–Şu parayı al, çıraklardan birine ver. Falancayı takip etsin, o şimdi pazaryerine gidecek, tesbihle saati satmaya kalkacak. Tesbih de, saat de benim için çok kıymetli birer hâtıradır. Ne fiyat istiyorsa, parayı versin ve mutlaka satın alıp gelsin.” diye tembihte bulunuyor.

Hocanın dediği aynen uygulanıyor. Biraz sonra çırak, saatle tespihi getirip hocaya teslim ediyor.

Duruma yakından şâhit olan kuyumcu ile odadaki dostlar:

“–Hocam, biz hepimiz şâhidiz. Şu edepsiz herifi polise bildirelim, anasından emdiği sütü burnundan getirsinler. Birkaç ay hapis yatsın da aklı başına gelsin.” diyorlar. Hoca:

“–Hayır hayır olmaz öyle şey!” deyip itiraz ediyor; “Bu adam hırsız değil. İhtiyaç içinde olmasaydı, bunu yapmazdı. Herhâlde borç istemeye yüzü tutmadı da o yüzden bu yola tevessül etti. Sakın ona bir şey hissettirmeyin. Rica ederim, bundan kimseye bahsetmeyin, unutun, gitsin.” deyip olayı kapatıyor.

Hoşgörü, büyük ruhlara ait bir fazîlettir şüphesiz.

Verdiğim misâller, çok istisnaî ve şahsî olaylar sayılır. Bu yüzden size çok tabiîymiş gibi gelebilir. Hoşgörü, zaten büyük ve fazîletli kişilerin meziyeti diyebilirsiniz.

Elbette öyledir. Öyle olmakla birlikte, aynı zamanda büyük ve fazîletli milletlerin de özelliğidir. Türk tarihi, sosyal anlamda da hoşgörünün sayısız örnekleriyle doludur. Bildiğiniz gibi, Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde otuzdan fazla kavim bulunuyor, bir o kadar dil konuşuluyordu. Bu kadar ayrı dil, din ve mezhebin asırlarca bir arada ve barış içinde yaşamış olması, devletin ve milletin hoşgörüsünden başka ne ile îzah edilebilir?

İspanya’da Katolikler, duruma hâkim olur olmaz, Müslümanlarla Yahudileri kılıçtan geçirdiler, kılıç artıklarını da ülkeyi terke mecbur ettiler. Sırplarla Hırvatların, Boşnaklara neler yaptığını bütün dünya gözleriyle gördü!

Tarih şâhittir ve denilebilir ki, kendinden olmayanlara hayat hakkı; can, mal ve din hürriyeti tanıyan tek millet Türklerdir.

Şahsen şâhit olduğum ve yaşadığım hâtıralar ve örnekler var. Bunlardan biri de İstanbul’daki hahambaşının Yeni Cami’de mukabele dinlemesidir:

Ramazan ayı boyunca, Cumartesi-Pazar dışında neredeyse haftanın her günü, hahambaşı özellikle rahmetli hâfız Kânî KARACA’yı dinlemeye gelirdi. Onun geldiğini, Kânî’nin kulağına fısıldarlar, o da hemen Isfahan makamından okumaya başlardı. Çünkü hahambaşı Isfahan makamını severdi.

Ben yedi-sekiz sene (1958-1965) Yeni Cami’de müezzin mahfilinin altında mukabele okudum. Kânî de sağ ön maksûrede okurdu. Benim okuduğum yıllarda, hahambaşı resmî kıyâfeti ve başında kocaman, siyah fötr şapkası ile camiye gelirdi. Bir Allâh’ın kulu çıkıp da ona: “Senin burada ne işin var?” demiş değildi. Tam aksine, onun camiye gelip Kur’ân dinlemesinden başta cami görevlileri olmak üzere, bütün cemaat, herkes memnun olur, iftihar ederdi.

Aradan kırk sene geçti, çok şey değişti. Bugün hahambaşı ya da bir papaz efendi camiye gelse, yine aynı hoşgörüyle karşılanır, demeyi çok isterdim.

Vaktiyle Harun Reşid, bir Yahudi’ye kızıp, Bağdat’ta ne kadar gayrimüslim varsa, hepsinin sürgün edilmesini irade buyurmuş. Bunu haber alan Behlül Dânâ, akşam namazını kıldırmak üzere mihraba geçmiş ve Fâtiha’yı: «Elhamdülillâhi Rabbi’l-müslimîn…» diye okumaya başlamış. Halîfe: «Rabbi’l-âlemîn» diye düzeltmek istemiş, o yine «Rabbi’l-müslimîn» diye okumuş. Halîfe aynı şekilde tekrar düzeltmek isteyince, Behlül namazı yarıda kesip, halîfeye dönmüş ve: “Allâh’ın Rabbi’l-âlemîn olduğunu biliyorsun da ne diye gayrimüslimleri yerlerinden-yurtlarından ediyorsun?!.” deyip, halîfeyi kararından vazgeçirmiş.

Bizim inancımıza göre Allah, bütün âlemlerin Rabb’idir ve: “Benim yarattığımı Bana bırak!” (Müddessir, 84/11) buyurmuştur. Bu âyet, yarattığıma dokunma, aramıza girme, anlamında kesin emirdir. Bundan dolayıdır ki: «Kul ile Allah arasına girilmez.» denilmiştir. Çünkü O, bize bizden daha yakındır.

Allah inancı, en güçlü otokontrol sistemidir.

Hoşgörünün kaynağı nedir? Bu haslet insanda nasıl meydana gelir?

Hoşgörü ne gökten yağar, ne de yerden biter. Onun kaynağı dinî inançlardır. İctimâî bir değer olarak, kişi bunu eğitim ve görgü yoluyla kazanır. Tarihin en büyük hoşgörü kahramanları, hiç şüphesiz nebîlerle velîlerdir. Onlar çok büyük olduklarından, insanları birer çocuk gibi görürler ve öyle severler. Onlar bize, bizim küçüklere yaklaştığımız gibi, sevgi ve merhametle yaklaşırlar. Biz günah işleriz. Onlar, bizim için af dilerler: “Ey Rabbimiz! O gâfiller, Sen’i de kendilerini de yeterince bilmezler. Sen onları affeyle!” derler.

Zünnûn-i Mısrî, bir gün öğrencileriyle giderken, yol kenarındaki bir ağacın altında içki içen, saz çalıp âlem yapan gençleri görmüşler. Zünnûn’un yanındakilerden biri:

“–Efendim şu zındıklara beddua etseniz de Allah onları kahretse!” demiş. O da:

“–Peki edelim, siz de «âmîn» deyin.” diyerek, kıbleye dönmüş, ellerini açıp:

“–Allâh’ım bu gençlerin dünyalarını şen etmişsin, bunların âhiretlerini de böyle şen et!” demiş.

Âlem yapan gençlerden biri koşarak, yanlarına gelmiş. Durumu öğrenmiş ve sevinerek dönüp gitmiş, arkadaşlarına kendileri için edilen duayı aktarmış.

Bunun üzerine, hep birden tövbe etmişler; içki içmemeye ant içmişler. Hoşgörülü olmak, aynı zamanda bağışlayıcı olmak demektir.

Peygamber Efendimiz, fetih günü, Kâbe avlusunda toplanan düşmanlarına seslenip şöyle demişti:

“Siz, bizi aç-susuz bıraktınız. Mallarımıza el koydunuz. Bizi Mekke’den sürüp çıkardınız! Şimdi benim size ne yapmamı bekliyorsunuz?” diye sordu. Hepsi utançtan başlarını yere eğmiş, dinliyorlardı. O, konuşmasını şu sözlerle noktaladı: “Eski yaptıklarınızdan dolayı, bugün size hesap sorulmayacak! Gidiniz, hepiniz hür ve serbestsiniz!”

Hazret-i Mevlânâ, eğilerek selâm veren papazın selâmına, daha fazla eğilerek karşılık veriyor. Kınayan gözlerle kendisine bakanları görünce onlara da: “Gördünüz ya, alçakgönüllülükte neredeyse papaz efendi bizi yeniyordu.” diyor.

Rahmetli Ali Nihat TARLAN Hocamız, tam anlamıyla zarif bir İstanbul çelebisi idi. Onu her ziyaret edişimizde, ayakkabılarımızı çevirir, paltolarımızı tutmaya kalkardı. Ben, ona engel olmak isteyince: “Evlâdım, ilk secde insanadır!” dedi.

Alparslan, Romen Diyojen’e karşı hoşgörülü davrandı. Fatih, Fener patriğine müsamaha gösterdi. Yesevî, Mevlânâ, Hacı Bektaş, Yunus ve Akşemseddin; Müslüman olsun olmasın, herkese insanca davranır, onları hoş tutardı, diyoruz. Din ve devlet ulularımızın gösterdiği hoşgörüyü, onların şahsî tercihleriymiş gibi göstermeye çalışıyoruz. Oysa bu yanlıştır.

Hoşgörü onların şahsî tercihleri değildi, inançlarının gereğiydi.

Yunus bu gerçeği, elif okuduk ötürü diyerek dile getiriyor. Çünkü elif ötürü olunca: “O” diye okunur ve Allah anlamına gelir. Yani: “Allah dedik, O’nu yarattıklarıyla birlikte andık ve sevdik.” demektir.

Yunus’un mısralarını şimdi birlikte bir daha okuyalım:

Elif okuduk ötürü,

Pazar eyledik götürü;

Yaradılanı severiz,

Yaradan’dan ötürü.