Mecidiye Nişanı ve Ahmet Rasim

DURSUN GÜRLEK

Gül, dalında gülümsediği gibi, kalem de yazarken güzelleşir. Hele usta bir yazarın elini süslerse, âdeta coşkun bir ırmağa dönüşür. Ucundan akan mürekkep nur olup kâğıtla bütünleşir. Eskiden kalemini konuşturan, velûd yazarlara «muharrir» diyorlardı. Bugünkü «kompozisyon» dersinin adı da «tahrir»di. Resmî dairelerdeki yazı işlerini yürütenler ise, «tahrîrat kâtipleri»ydi. Çok yazı yazmaktan eli nasırlaşan fikir işçisi, en az yarım asrı arkasında bırakmışsa, ona «şeyhulmuharrirîn” unvanı veriliyordu. Ahmet Mithat Efendi, İkdamcı Cevdet, Münir Süleyman ÇAPANOĞLU, Burhan FELEK bu «şeyhülmuharrirîn»lerden bazılarıydı.

Bugün «çeviri» yapan zâtın dünkü adı ise, «mütercim»di. Gaziantepli büyük bir bilgin olan, güçlü tarihçi Âsım da «Mütercim Âsım” unvanını almış, bu nâm ile tarihe geçmişti. Birkaç lisanı hakkıyla bilen böyle güçlü kalemlerin ortaya koyduğu eserlere de «mütercem kitaplar» deniliyordu. Hilmi Ziya ÜLKEN, tercümenin kültür dünyamızdaki önemini gözler önüne sermek istemiş, «Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü» isimli kitabını kaleme almıştı.

Kitap telif eden kalem erbabına da -eskiden- «müellif» deniliyordu. Asıl anlamı ülfet ve ünsiyet olan bu sihirli kelime, ilim adamıyla kitabı, birbirinin ayrılmaz parçası hâline getiriyordu. Kulağınızı okşayan müellif sözü, cilt cilt, boy boy kitapları gözümüzün önünde canlandırıyordu. Kendisi de büyük bir «müverrih» ve «müellif» olan Bursalı Mehmet Tahir Bey, «Osmanlı Müellifleri» adındaki muazzam eseriyle kitap medeniyetinin muhteşem tablolarını birer birer tanıtıyor; Osmanlı âlimlerini, şairlerini, sanatkârlarını, tabiplerini, kısacası bütün kalem erbabını, yeni nesillere öğretiyordu. Diğer bir ifadeyle bu mübârek kelimenin unutulmaması için elinden gelen gayreti gösteriyordu.

«Müellefe-i kulûb»dan sayılan müelliflerin, bir zamanlar hakşinas ve kadirşinas patronlardan, müesseselerden aldıkları telifler, az çok, insafla kābil-i telifti. Oysa bugün bazı kalem erbabına verilen ücret, asgarî ücret gibi komik bir manzara arz ediyor. Hiç telif almadan yazı yazanlar ise zaten tamamen konunun dışında kalıyor. Onların içinde bulunduğu vahim durumu, sadece Allah biliyor. Böyle düşük teliflerle müellifler, telef olmaktan bir türlü kurtulamıyor. Dolayısıyla «eser» sayısı azalırken «yapıt» sayısında büyük bir patlama oluyor. Sığlık, çığlık gibi her tarafı kuşatıyor. Medeniyet göstergesi olan kâğıt, «telifat» nâmındaki «telefat»a harcanıyor.

Söz buraya gelmişken, konuyla ilgili bir anekdot nakledeyim:

Yüzlerce eser kaleme alan Ahmet Rasim, bir gün yolda bir ahbabıyla karşılaşıyor. Kadim dostu, hâl-hatır sorduktan sonra:

“–Üstâdım, tebrik ederim. Menâkıb-ı İslâm adındaki kitabınız Mecidiye Nişanı almış!” diyor. Ünlü yazarımız gülümsüyor ve şu karşılığı veriyor:

“–Padişahımız Efendimiz, «Mecidiye Nişanı» yerine, iki mecidiye verseydi, beni daha mutlu ederdi!..”