Gitsinler, Tekrar Gelsinler!

Handenur YÜKSEL

Yıldırım lâkabıyla tanınan dördüncü Osmanlı hükümdarı Sultan I. Bayezid, 1354’te doğdu. Osmanlı’nın Rumeli’deki geleceğini tayin eden Kosova Savaşı’nın kazanılmasında büyük rol oynadı. Babası Sultan I. Murad’ın (Hüdavendigâr) savaş meydanında vefatı üzerine tahta geçen Bayezid, Batı Anadolu’daki Türkmen beyliklerini, Aydın, Saruhan, Menteşe ve Germiyan’ı Osmanlı idaresine kattı. Karamanoğlu’nun elinde bulunan Konya’yı kuşattı, fakat alamadı. Macar ve Venediklileri Niğbolu Muharebesi’nde (1396) bozguna uğrattı. Ancak, Timur’la yaptığı Ankara Savaşı’nda (1402)  yenilerek esir düşen Yıldırım Bayezid, kısa bir süre sonra, 08 Mart 1403’te esaret altında iken vefat etti.

Yıldırım Bayezid, Osmanlı ordusundan çok kalabalık olan düşman ordularını Niğbolu’da mağlup etmiş, birçok asilzade ve şövalyeyi esir almıştı. Esirler arasında ünlü Fransız şövalyelerinden Korkusuz Jan da bulunuyordu. Bu soylu esirler, ülkeleri tarafından gönderilen fidyeler sayesinde esaretten kurtuldular. Yıldırım Bayezid, memleketlerine dönecekleri gün, onlara mükellef bir ziyafet verdi. Bu ziyafette Korkusuz Jan ve arkadaşları şöyle konuştu:

“Bundan böyle, ordular toplayıp Bayezid Han’a karşı gelmeyeceğimize, ona karşı silâh kullanmayacağımıza namus ve şerefimiz üzerine söz verir, yemin ederiz!”

Sultan Bayezid, konuşmalar bitince ayağa kalkarak şunları söyledi:

“Avrupa’da «Korkusuz» lâkabını almış olan Jan ve arkadaşlarının, bana karşı silâh kullanmayacaklarına dair ettikleri yemini kendilerine iade ediyorum. Gitsinler, yeniden ordular toplayıp, üzerimize gelsinler ve bizlere yeni zaferler kazanma imkânı sağlasınlar. Ben, bizden güçlü olduklarını iddia edenleri mağlup etmek için yaratıldım!”

VEZİR PARASINA
İHTİYACI YOK!

Kara Timurtaş Paşa, Osman Gazi’nin silah arkadaşlarından Aykut Alp’in torunudur. Yıldırım Bayezid’e lalalık yaptı. Sultan Murad’ın (Hüdavendigâr) Rumeli’ye geçişinde Bayezid’le birlikte Bursa’da kaldı. Rumeli’deki bütün fetihlere katılan Kara Timurtaş Paşa’ya daha sonra beylerbeyi unvanı verildi. 1382’de Manastır, Pirlepe ve İştip kalelerini fethetti. Ertesi yıl Bosna ve Arnavutluk’a akınlar düzenledi. Sultan I. Murad’ın Karamanoğulları ile savaşında gösterdiği üstün gayret dolayısıyla, vezirlik rütbesiyle ödüllendirildi. 1404 Mart’ında Bursa’da vefat ederek, kendi adını taşıyan semtte yaptırdığı caminin haziresine gömüldü. Mezar kitâbesinde bulunan (Melikü’l-Ümerâ Timurtaş bin Ali) ibaresinden beylerbeyi olduğu anlaşılır.

Ankara Savaşı’nda, Yıldırım Bayezid’le birlikte Kara Timurtaş Paşa da esir düşmüştü. Birkaç gün sonra Timur’un askerleri Bursa’yı zapt ederek, Paşa’nın sarayını yağma ettiler. Hazine Timur’un ordugâhına ulaşınca, Kara Timurtaş Paşa’yı huzuruna getirterek sordu:

“Bu kadar serveti kendine ayıracağına, Bayezid’e verip bana karşı daha fazla asker toplamasına yardım etseydin olmaz mıydı?”

Paşa şöyle karşılık verdi:

“Benim padişahım türedi bir hükümdar değil, ecdadı gazalara katılmış, Hıristiyan âlemine İslâm’ın nûrunu götürmüş bir hanedan evlâdıdır. O, Niğbolu’da bütün Avrupa’ya diz çöktürmüş bir kahramandır. Servetime gelince; bu padişahımın ihsanıdır ve denizinden bir katredir. Sultanımın, asker toplamak için vezirlerinin parasına ihtiyacı yoktur!”

ÎMANDA DEVAM EDİN!

Tanınmış âlimlerden Seyyid Cürcânî’nin yanında yetişen Fahreddîn-i Acemî, 1417 yılı başlarında Osmanlı ülkesine geldi ve uzun yıllar Bursa’da müderrislik yaptı. Cariyesinden baba olduğu için «Ümmü Veled» namıyla da bilinir. 1436’da Osmanlı Devleti’nin üçüncü şeyhülislâmı olan Ümmü Veled, İran asıllı olması sebebiyle, Acemî lâkabını almıştır. Çok zengin bir kütüphaneye sahipti, her kitabı baştan sona ince bir şekilde tetkik ve tashih ederdi. Acemî’nin en büyük hizmeti, Hurûfîliği bertaraf etmesidir. 1460 yılı Mart’ında Edirne’de vefat etti.

Sultan II. Mehmed (Fatih) bir sefere hazırlanıyordu. Dersaadet’in en kudretli âlimleri her zaman olduğu gibi yine hükümdarın çevresinde toplanmıştı. Davullar vuruluyor, kös-i hakanîler çalınıyordu. Hünkâr, en sıkıntılı zamanlarda bile ilmî sohbetleri sever, ona her zaman vakit ayırırdı.

O gün âlimler sohbetlerini: «Yâ eyyühellezîne âmenû, âminû billâhi ve rasûlihî…» âyeti (en-Nisâ 4/126)  üzerinde derinleştirmişlerdi. Yüce Allâh’ın zaten îman etmiş olan kullarına «iman ediniz!» şeklinde hitap buyurmasındaki mânâyı çözemiyor, bu müşkülü bir türlü açıklayamıyorlardı.

İstanbul Fatihi Sultan, Molla Fahreddîn-i Acemî’ye dönerek:

“–Siz ne buyurursunuz Mevlânâ?” dedi.

Fahreddîn-i Acemî şu cevabı verdi:

“–Ordunuzun davulları bu sualin cevabını bağırıp dururken, bu meselenin çözülmemiş tarafı kalmamıştır hünkârım!”

Bu cevap Sultan’ı hayrete düşürdü. Ümmü Veled’in nüktesindeki inceliği bir anda kavrayamamıştı.

“–Davullar ne diyor Mevlânâ?” dedi.

Ümmü Veled cevabını biraz daha açarak:

“–Devletlü hünkârım!’ dedi. “Davullar «düm düm» diyorlar. Bildiğiniz gibi «düm düm» Arapçada «devam et, devam et!» demektir. Bu âyetteki «âminû» dan murad, «dûmû ale’l-îman», yani; Allâh’a ve peygamberine îman edenler, îmanınızda devam ve sebat ediniz, demektir.”

Ümmü Veled’in bu buluşu Fatih’in çok hoşuna gitmişti.

DEVENİN HAMUDUNA TUTUNUYORUM

Romancı ve yazar Hüseyin Rahmi GÜRPINAR 1864’te İstanbul’da doğdu. 1878’de başladığı Mülkiye Mektebi’nin lise bölümünü hastalığı sebebiyle terk etti. İlk gençliğinde II. Ticaret Mahkemesi’nde ve Nâfıa Nezareti Tercüme Kalemi’nde çalıştı. 1887’de «Tercüman-ı Hakikat Gazetesi»nin yazı kadrosuna girdi. Cumhuriyetten sonraki yıllarda iki dönem Kütahya milletvekilliği yaptı. Birçok gazetede romanları tefrika edilen, zaman zaman sanat ve edebiyat yazıları da yazan Gürpınar, 08 Mart 1944’te İstanbul Heybeliada’da vefat etti. İlk eseri Şık adlı romanıdır. Şıpsevdi, Mürebbiye, Cadı, Gulyabanî, Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç başlıca eserleridir.

Hüseyin Rahmi’yi Mısır’a davet etmişlerdi. Ünlü romancı Kahire’den, İstanbul’daki dostu Refik Ahmet SEVENGİL’e bir mektup yazdı, yanına bir de fotoğrafını ekledi. Bu resim, Gürpınar’ın çölde, deve sırtında çekilmiş bir fotoğrafıydı. Hüseyin Rahmi’nin mütevazı kişiliği yazdığı satırlara şu sözleriyle yansımıştı:

“Hayatımda çıkabildiğim en yüksek mevki işte bu devenin sırtıdır; orada da garip bir baş dönmesi hissediyorum ve düşmemek için iki elimle devenin hamuduna tutunuyorum.”