Hilesiz, Hurdasız…

Nurettin KORKUT

Şeyh Ebû Said şehrin dışına çıkmıştı, yolda hızlı hızlı giden bir topluluk gördü. O topluluğun içinde birisi vardı ki herkes ona itibar ediyor, saygı gösteriyordu.

Şeyh onları konakladıkları yere kadar takip etti. Oturdukları yerde de durum aynı idi. Herkes o kişinin etrafında pervane gibiydi. Ona bir şeyler soruyorlar, onun dediklerini can kulağı ile dinliyorlardı.

Dinleyişleri o kadar candandı ki o tecrübeleri ânında kendi hayatlarında uygulayacak gibiydiler.

Şeyh Ebû Said topluluğa yaklaştı içlerinden birisine bu zâtın kim olduğunu sordu. Dediler ki:

“–Bu zât bütün kumarbazların reisidir. Sanatının ve işinin eridir.”

Şeyh Ebû Said adamın yanına varıp:

“–Şu beyliği nereden buldun?” diye sordu.

O namazsız, abdestsiz kumarbaz:

“–Hilesiz kumar oynamakta buldum!” dedi.

Şeyh bu cevabın üzerine bir nâra attı da oracıkta kendinden geçti.

Bu kıssayı ârifler şöyle yorumlaşmışlardır:

Çünkü hileli oyun, ansızın gelip çatan bir belâdır. Yol eri olan bütün arslanlar, aşk âleminde tilkidir. Akıllıca yürü, dikkat et, haberdar ol, burada belâ yağmadadır, sakın ha sakın!

Cân u gönülden baş eğmeyi, bedenini vakfetmeyi başarabilirsen bu hilesiz oyuna sen de girişebilirsin. Yoksa noksanın var, namazın dahî kabul değil. İşi lâf cambazlığına dökme, doğruları yamultma, olmayanı varmış gibi gösterme. Bu meydanın çarkı öyle işler ki hileli oyununun karşılığında sana kanlar içirirler.

Hiçbir kimsenin, ne bir gönül, ne bir can bulduğu bu durakta olgunluk, ancak her şeyinle kumar oynayıp yutulmakla elde edilir.

Ama sen de hilesiz oyuna girişenler gibi hareket edebilirsen İsa -aleyhisselâm- gibi kendinde bir iğne bile bırakma. Sende bir iğneden başka bir şey olmasa bile o iğne, az çok yine de hicap olur sana.

Mecnun bir gün fırsat yakaladı da Leylâ ile görüşmeye imkân buldu. Leylâ Mecnun’a dedi ki:

“–Ey âşık neyin varsa topla bana getir!”

Mecnun dedi ki:

“–Ey ay yüzlü güzel, senin aşkınla ne suyum kaldı ne de kuyum. Ne ciğerimde birazcık suyum kaldı, ne de geceleri gözümde uykum, aşkın aklımı yağmaladı, şimdi tek bir canım kaldı, senin bir emrinle canımı istersen hemen vereyim, şunu iyice bil ki şüphesiz onu da hemen veririm.”

Leylâ dedi ki:

“–Ey yiğit, ben senden onu ne zaman istersem alırım zaten, başka neyin var?”

Mecnun Leylâ’ya bir iğne verdi:

“–İki dünyada da malım-mülküm bundan ibarettir. Bütün varlık âleminde mâlik olduğum şey bu! Bundan başka elim boş, hiçbir şeyim yok.” dedi.

Sonra ilave etti:

“–Çölde, ovada, senin aşkınla gezerken çok düşüyorum, ayağıma dikenler batıyor, bu iğneyle de o dikenleri çıkarıyorum.”

O zaman Leylâ Mecnun’a dedi ki:

“–Şimdiye dek ben de onu senden istiyordum. Aşkta samimiysen ve gerçekten âşıksan, bu iğneyi nasıl olur da yanında taşırsın. A dağınık coşkun âşık, benim gibi bir güzeli ararken, ayağına diken batarsa o dikeni iğneyle çıkarmak doğru olmaz. Çıkarırsan buna vefa demezler.

O diken ki bu kadar olgunluğa sahip, dâima vuslat yolunun çavuşluğunu, bekçiliğini ediyor. Onu iğneyle çıkarmak yazıktır. Sana gönül kanını içmekten başka bir şey doğru olmaz. Ayağına bizim yolumuzda diken batarsa, sen onu elbisene takılmış bir gül bilmelisin. Bu işte gülfidanından da aşağıda mısın? Baksana o fidan, gül elde etmek için bir yıl dikene sabrediyor.

Leylâ’nın aşkıyla ayağına batan diken, başkalarının armağan edeceği yüzlerce gül demetinden yeğdir.”

Bu hikmetlerden hareketle bir Allah dostu şöyle nasihat eder:

“Sende de bu derdin bir zerresi varsa aşk oyununa böyle girişmen gerek. Bu yolda gönlü yanarak mum gibi eriyip sönmekten, ölüp gitmekten başka çare yok. Kendi varlığından geçmen gerek, aşkla esenlik bir araya gelmez.

Aşk şarabıyla tam sarhoş olan kişi, her ne varsa hepsinden de geçer. Sarhoş olup da yokluğa ulaştın mı kendinden geçtin demektir. Yokluktan baş çekip yücelmeye kalkışma artık.

Eğer bu meydanda güreşmeye gücün yok ise meydan erlerini saygıyla seyret, onlara hürmet et, yaptıklarını taklit et, onları sev, yanlarında ol, terlerini sil, onların bir nazarını al, çünkü onlar Hakk’ın erleridir.”