Hiç Düşündün mü?

Bünyamin ÇİL

buncilson@hotmail.com

Hayatın telâşlı akışı içerisinde normal şartlarda nice fark etmediğimiz gerçekleri fark edebilmenin yolu; artısıyla eksisiyle, sağlamıyla hastasıyla, zenginiyle yoksuluyla, acısıyla tatlısıyla, yemekten patlayanıyla açlıktan öleniyle yaşadığımız dünyada her gün muhasebe içinde olmaktır. Düşünmediğiniz zaman her şey sütliman, her şey ihmal ve bana ne dairesi etrafında dönmekte. Ama düşündüğünüz zaman, gördüğünüz zaman, fark ettiğiniz zaman o kadar şeyler gözünüze çarpıyor ki! O kadar mes’ûliyetler sizi kuşatıyor ki! O kadar feryâtlar duyuyorsunuz ki! Açlıktan kıvranan o kadar yavrucağızların bakışıyla karşılaşıyorsunuz ki! Yürekler dayanmaz.

Bunun için irademiz, inancımız, vicdanımız, kendi nefsimizi zaman zaman şöyle bir muhasebeye tâbî tutmalı diye düşünüyorum:

ØSen, akşam evine vardın. Ellerin, içi yiyeceklerle dolu paketleri taşımaktan yorulmuştu. Kendi kendine iki yüz metre bu paketleri taşımanın ne kadar zor olduğunu düşündün. Hâlbuki dairene merdivenlerden değil asansörle çıkmıştın. Asık suratla kapıyı çaldın. Hanımın üzerinde mutfak önlüğü ile güleryüzle seni karşıladı. İçeriden mis gibi etli bir yemek kokusu geliyordu. Çok aç olduğunu çabuk olmasını sinirlice söyledin.

ØO ise akşama doğru yalınayak kamıştan yapılmış, senin salonunun dörtte biri kadar olan derme-çatma kulübesine geldi. Zaten kapısı da yoktu. Elinde ağaç kabuğundan yapılmış boş bir kap vardı. Sabahtan beri kilometrelerce yürümüş, ne su ne de bir avuç yiyecek bulabilmişti. Mazlumdu, yorgundu. Ağlamaya bile imkânı yoktu; çünkü gözyaşı olabilecek kadar dahî suya günlerdir hasretti. Umutsuzca kamıştan evine girdi. Hanımı açlıktan bitkin düşmüş onu dışarıda karşılayamamıştı. Zaten çocukları gibi o da bir deri, bir kemik kalmıştı. Kocasının hâlinden o günün nasıl geçtiğini anladı. Fersiz gözlerini umutsuzca yere doğru indirdi. Karanlık basmış ve artık aydınlığa ancak sabah ulaşabilecek olmalarından dolayı sessizce kumda teyemmüm alıp Rablerine sığındılar.

ØSen; etiyle, pilavıyla, tatlısıyla mükellef bir sofrada hâlsiz kalıncaya dek yedin. Sonra zor gelse de halı seccadende bir solukta akşam namazını kıldın. Çünkü yapacak çok işin vardı. TV’yi açıp dizileri seyredecek, sahte hayatlara gülüp ağlayacaktın. Sonra gecenin yarısı olduğunun farkına vardın. Yatsı namazın on üç değil, yüz on üç rekât gibi gelmeye başladı. Bir solukta edâ ettin. Hemen kendini yumuşak ve rahat yatağının kucağına bıraktın.

ØO; hiçbir şey yiyemedi, üstelik aç çocuklarına söyleyecek tek söz bulamadı. Çünkü onun ıstırap ve sabırdan başka yiyeceği yoktu.

ØSen, seher vaktini kaçırdın. Güneşin doğmasına yakın zorla kalktın. Sabah namazını son anda edâ edebildin. Hanımının, işe gitmeden hazırlamış olduğu kahvaltıyı âfiyetle atıştırdın. Yeni yıkanmış, ütülenmiş ve mis gibi kokan elbiseleri giyerek işine gittin. Evet, senin yapacak güzel ve kazançlı bir işin de vardı. Ama pek de önemsemedin. Şükretmeyi hatırına getirmedin.

ØO ise seherle uyandı. Yine toprakla teyemmüm yapıp Rabb’ine yalvardı. Sabah namazına kadar yalvardı. Namazdan sonra gönül huzuru ve teslimiyet içinde: «Yâ Rab Sana şükürler olsun!» diye hâline hamd etti. Sonra olmadığından dolayı tek lokma bile yiyemeden evden çıkmak için hazırlandı. Yine huzurla rızkını aramak için boş ağaç kabını alarak ümitle yollara düştü. İnanıyordu ki, rızkı, Rezzak olan Rabbi katında takdir edilmişti ve mutlaka kendisini bulacaktı. Bundan hiç şüphe etmiyordu. Ama üzerine düşen gayreti göstermek gerekliydi. Bu hususta hiç tembel olmadı. Zaten başka bir işi yoktu; tek işi, evine bir yudum su  ve bir avuç yiyecek ile dönebilmekti. Her sabah evden çıkarken çoluk-çocuğu ve hanımı, gözlerinin içine «İnşallah akşama bir şeyler getirmek nasip olur.» dercesine ümit ve taleple bakıyorlardı.  Bunun için o her gün yeni bir umut ve gayretle yollara düşüyordu. Bu gün de aynı şekilde yaptı. Ardından kendini dualarla uğurlayan üç muhtaç can bırakarak yollara düştü…

ØYa sen?