Yolculuk Nereye?

Ali Rıza BUL

Sağımda taze bir mezar, üstüne konulan çiçekler daha tazeliğini kaybetmemiş. Solumda bir mezar, doksan iki yıl yaşamış bir insan.
İşte iki-üç tane çocuk mezarı… Ölümün genci-yaşlısı yok.

Ey bilgisiz kişi! Ömrünün atlasını, gurur terzisi ay makasıyla parça parça edip duruyor. Sen hâlâ «Yıldızım beni hep güldürseydi.» deyip duruyorsun.

Ey masal ve hikâye olmuş, kendinden geçmiş adam! Masalı ne vakte dek dinleyeceksin? Bir kabrin başına git de dur ve düşün.” (Hazret-i Mevlânâ)

Çünkü insana, yolculukların nereye olduğunu en güzel şekilde anlatan yer, orasıdır. Ama kabristanların sesini duymayanlar her gün onların yanından geçer de yine bir şey işitmez. Ama mesele üstat Necip Fâzıl’ın dediği gibidir:

“Bilmez yaşayan ölü, asıl haber ölende.”

Bu duygular içerisinde bir gece iş çıkışı eve gitmek için otobüse bindim. Daha önce yüzlerce defa önünden geçtiğim Çamlıca Mezarlığı’na yaklaşınca, yüreğimi saran farklı bir hisle otobüsten indim. Gönlüme, akşam karanlığında yalnız başıma mezarlığı ziyaret etmek düştü. Çünkü: “Size iki nasihatçi bıraktım. Biri susar, diğeri konuşur. Susan nasihatçi ölüm, konuşan ise Kur’ân-ı Kerim’dir.” hadîs-i şerîfi nabzımda atmaya başlamıştı.

Yolun karşısına geçtim. Mezarlığın yol kenarına sadaka-yı câriye niyetine güzel bir çeşme yapılmış. Önce orada abdest tazeledim. Bu karanlıkta ve yağışlı havada içimden: “Gündüzlere ne oldu başka vakit mi bulamadın?” desem de kararımdan vazgeçmedim.

Yolun bir tarafı hayat, diğer tarafı ölüm…

Küçük bir kapıdan mezarlığın içine girdim. Daha önce bir aile dostum anlatmıştı. Burada bazı kabirlerin üzerinde kendiliğinden rengârenk çiçekler açarken; bazılarında ise nebâtat adına hiçbir şey bitmezmiş.

Sırtım, mezarlığı çevreleyen yüksek duvara, yüzüm yüzlerce mevtanın bulunduğu mezarlığa dönük, düşüncelere daldım. Hem ürperiyorum hem de mezarlığın içinde ilerliyorum. Ama ilerledikçe ürpertim azalıyor, o nasihatçi ölüm öyle nasihat ediyor ki şehrin gürültüsü duyulmaz hâle geliyor.

İşte sağımda taze bir mezar, üstüne konulan çiçekler daha tazeliğini kaybetmemiş. Solumda bir mezar, doksan iki yıl yaşamış bir insan. İşte iki-üç tane çocuk mezarı… Ölümün genci-yaşlısı yok. Sırlar içinde bir sır ölüm.. İnsanların neden ve nasıl öldüğünü bilmemiz imkânsız olsa da, bildiğimiz bir gerçek var ki onu da hepimiz er ya da geç tadacağız.

Ne zaman geleceği bilinmeyen bir imtihan ölüm.. Onun için her an olabilir kaygısıyla hayatı muazzam bir intizama sokarak ne büyük rehber oluyor bizlere.

Bu duygularla mezarlığın içine doğru iyice yol almışım. Konuşan nasihatçi olan yüce kitabımızdan Yâsin Sûresi’ni okumaya başladım. Okudukça beni bambaşka duygular sarıyor, âyetler âdeta kalbime tefekkür dolu bin bir mânâ nakışlıyordu:

“Şüphesiz biz, ölüleri dirilteceğiz ve (yapıp) öne sürdüklerini ve (geriye bıraktıkları) eserlerini yazacağız” (Yâsin, 12) Okumaya devam ettim. Habîbüneccar’ın öldürülmesini anlatan âyetlere gelince durup düşündüm. “Keşke kavmim bilselerdi.” diyordu bu salih insan. Ne güzel ölüm; ne güzel ölüm ki Rabb’inin onu bağışladığından ve onu ikrâma lâyık kıldığından bîhaber olan kavmi için üzülüyordu.

Gözlerim etrafı temâşâ ederken, aklım ve kalbim boyun eğmiş konuşan nasihatçiyi dinlemeye devam etti: “Gece, onlar için (kudretimizi gösteren) bir delildir. Gündüzü ondan soyarız da, onlar birden karanlığın içinde kalırlar.” (Yâsin, 37)

Başımı şöyle bir gökyüzüne çevirdim. Ne büyük bir azamet ve mûcize… Birkaç saat önceki aydınlığı saran bu karanlık. Gün dediğimiz zaman bir diriliyor bir ölüyor…

Bir yandan ölüm, bir yandan okuduğum âyetler, nasihate devam etti:

“İnsan, bizim kendisini meniden yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi kalkmış apaçık hasım kesilmiş?

Kendi yaratılışını unutup bize misâl getirdi: «Şu çürümüş kemikleri kim diriltir?» dedi.

De ki: «Onları ilk defa var eden diriltir. O her şeyi bilir.»” (Yâsin, 76-78)

Mevlânâ Hazretleri ne güzel söylemiş: “Yere hangi tohum atıldı da bitmedi, yeşermedi? Niçin insan tohumuna gelince bitmeyecek, yetişmeyecek zannına kapılıyorsun?”

Ürpererek ziyaret etmeye girdiğim mezarlıkta gözlerim nemli ama huzur içinde, mevtaları selâmlaya selâmlaya çıkış kapısına doğru yürümeye koyuldum. Gönlüm; “Fe eyne tezhebûn? / Yolculuk nereye?” âyetini daha derinden hissetmeye başlamıştı…

Sonra eski İstanbul müftülerinden Abdurrahman Şeref GÜZELYAZICI Hocaefendi’nin vefatında cebinden çıkan «NEREYE?» başlıklı şu şiiri hatırıma geldi:

Nereden kaynıyor hayat ırmağı?
Bu durmaz karanlık akış nereye?!.
Annem mi açılan mezar kucağı?
Ebedî geceden bakış nereye?!.

Meçhul bir yolcuyum bu son akşamda,
Ümit nûrum söndü siyah bir camda.
Evim, çocuklarım, gözüm arkamda;
Ahbaplar bu itiş, kakış nereye?!.

Gönlümde yıldız yok, gözümde ışık,
Emeller, rüyalar, karmakarışık,
Îmânım! Nerdesin, gel karşıma çık,
Bu derin girişten çıkış nereye?!.

Artık ne mavilik, ne pembe bahar,
Ne mehtap, ne sâhil, ne sandal, hep kar,
Söyleyin benimle uçan ey kuşlar,
O yazlık dünyadan bu kış nereye?!.

Birkaç rekât namaz, zekât, oruç, hac,
Duâlarım gibi kabûle muhtaç.
Şeref, son nefeste edince miraç,
Semâlardan koptu alkış nereye?!.