Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ ile mülâkat…

 

Röportaj

Medeniyetimizde Diriliş Kapısını Açan Bir İdrak
Hayata Ölüm Terbiyesi

Ebedîlik meyli, fânî şeylerle tatmin edilmeye çalışıldı mı bir tezat doğuyor. Bu tezat da bir gerilimi beraberinde getiriyor. İşte ölüm korkusu bundan kaynaklanan bir vâkıa…

Hasan Kâmil YILMAZ Kimdir?

1952 İzmit (Karaabdülbaki) doğumlu. 1963’te Akmeşe Bölge İlkokulu’nu, 1970’te Adapazarı İmam-Hatip Lisesi’ni, 1974’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü bitirdi. Önce Bakırköy-Şenlikköy Ortaokulunda Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmenliği, ardından Gaziosmanpaşa İmam-Hatip Lisesi’nde meslek dersleri öğretmenliği ve müdür yardımcılığı yaptı. 01 Şubat 1977’de İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü Tasavvuf ve Tarihi asistanı oldu. Vatanî görevini Mart-Temmuz 1981’de Burdur’da kısa dönem olarak tamamladı. Mayıs 1983’te «doktor» unvanını aldı. Aynı yıl «yardımcı doçent» oldu.

1986-1987 arasında bir yıl süreyle sahasında araştırmalar yapmak ve incelemelerde bulunmak üzere Mısır’a gitti. 1989’da «doçent» 1996’da «profesör» oldu.

Hâlen Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Başkanı’dır. Neşredilmiş yirmi kadar eseri, muhtelif dergilerde yayınlanmış makaleleri, ansiklopedi maddeleri, ulusal ve uluslararası çeşitli ilmî toplantılarda sunulmuş tebliğleri bulunmaktadır. Evli ve beş çocuk babasıdır.

Eserlerinden Bazıları:

Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarikatı, Tasavvufî Hadis Şerhleri, Nefs Terbiyesinde Açlık ve Az Yemek, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Peygamberimiz ve Günlük Hayatı, Gönül Erleri 1-2, Altın Silsile, Tasavvuf Meseleleri, Rûhânî Hayat, Tasavvufî Bakış, Gönül Penceresinden, İslâm Tasavvufu.

Yüzakı: Efendim, bizim medeniyetimizde ölüme bakış açısı, diğerlerine göre çok farklı. Bu fark, şimdilerde belki gereğince kavranamıyor. Dolayısıyla bir ölçü, bir mikyas verir düşüncesiyle: “Diriliş Kapısı Olarak Medeniyetimizde Ölüm Anlayışı” başlığıyla konuyu edebî bir pencereden ele almak istedik. Ölüm etrafında geliştirilmiş, söylenmiş şiirler, deyimler, fikirler, çok çeşitli ve oldukça fazla… Bilhassa konu, tasavvufî edebiyatta hayli işlenmiş durumda. Bununla ilgili genel bir bilgi olarak neler söylemek istersiniz, bu yaklaşımlar ve sözler neyi ifade etmektedir?

YILMAZ: Ölüm ve hayat, İslâmî telâkkîde tamamen iç içe bir hâdise olarak görülmüştür. Nitekim Kur’ân-ı Kerim ve hadisler bunu bize böyle takdim etmiştir. Hâliyle, gündelik hayat da buna göre şekillenmiştir.

İnsan gerçeği açısından ölümü ele aldığımızda şunu görüyoruz:

Ölüm, insanoğlu tarafından genelde çok soğuk karşılanan bir gerçektir. İnsan, esas itibarıyla sürekli ölümden kaçmanın yollarını aramıştır. Ama İslâmiyet, özellikle tasavvufî anlayış, ölümün soğukluğunu daha sıcak bir hâle getirerek, ölümü; bir yok oluş, bir mahv değil; yeni bir dünyaya geçiş, yeni bir âlemle buluşma, bir kapının aralanışı gibi görmüştür.

Kur’ân-ı Kerîm’in Mülk Sûresi’nde bulunan âyet-i kerîme aslında bu konudaki İslâmî perspektifi veriyor. Allah Teâlâ Mülk Sûresi’nin ilk iki âyetinde meâlen: “Allâh’ın şânı yücedir, O her şeye kādirdir, O’nu tesbih ederiz. O Allah ki, sizin içinizden hanginizin daha iyi amel yapacağını denesin (sınasın, imtihan etsin) diye ölümü ve hayatı yaratandır.” buyuruyor ve burada ölüm mefhumu, hayat mefhumuna takdim ediliyor.

Âyette çok ilgi çekici bir sıralama var. Bu sıralamayla vurgulanmak istenen bir hakikat var. Allah Teâlâ niye hayatı ve ölümü demiyor da, ölümü ve hayatı diyor.? Hâlbuki işin normal seyrini esas alarak düşündüğümüz zaman önce yaşayıp, sonra ölüyoruz. Demek ki, ölümün hayatın önüne geçişi mevzubahis. Bu nasıl oluyor? Şöyle: Ölüm, insan hayatını düzenleyici ve nizâma koyucu çok önemli bir müessir… Allah Teâlâ âdeta bir şok tesiri yapsın diye insanlara önce ölümü gösteriyor ve: «Bak ölüm var, hayatınızı buna göre düzenleyin.» Ölümü ve hayatı hanginizin ihsan kıvamında amel yapacağınızı denemek üzere yarattık, diyor.

Kur’ân-ı Kerîm’in ölüm yaklaşımındaki temel nükte şu: Biz, ölmek için doğuyoruz. Ama doğumumuz sürekli kalmak için olmadığından, burada bir konaklama süremiz var, fânî bir süre bu. Esas bākî âleme bir yolculuk var.

İnsanoğlunun mayasında ilâhî ve Rabbânî bir özellik var. Cenâb-ı Hak: “Rûhumdan âdemoğluna, insana üfürdüm…” âyet-i kerîmesinde insana ilâhî bir varlık lutfettiğini, ilâhî bir taraf bağışladığını söylüyor. İnsanoğlu bu ilâhî tarafı sebebiyle hem ezeliyete yatkın hem de ebediyete tutkundur. Yani insanoğlu ebedîlik arayışı içerisindedir. Belki de bu dünyadaki pek çok şeye ebedî imiş gibi sarılması ve tûl-i emelle yaşaması da, insanın bu vasfından kaynaklanıyor. Ama ebedîlik meyli bu tür fânî şeylerle tatmin edilmeye çalışıldı mı bir tezat doğuyor. Bu tezat da bir gerilimi beraberinde getiriyor. İşte ölüm korkusu bundan kaynaklanan bir vâkıa…

Oysa tasavvufî bir neşveyle kitap ve sünneti okuyan gözler şunu görecektir ki, insandaki ebediyet meylini tatmin edebilecek tek bir hakikat vardır, o da ölümdür. Çünkü ölüm ebediyete doğru kanat açmaktır, sonsuzluk iklimine doğru yöneliştir; asla bir tükeniş değildir. Yûnus bu hususta ne der:

Yûnus öldü deyu salâ verirler,
Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez!

Zaten Cenâb-ı Hakk’ın mükerrem olarak yarattığını söylediği ve kendi rûhundan üfleyip ahsen-i takvim sırrını verdiğini ifade ettiği insan denilen varlığın sadece bu dünyadaki sınırlı ve kısacık bir hayata sahip olması düşünülemez. Böylesi mükemmel ve mükerrem bir varlığın hayatı süresiz bir hayat olmalıdır. Çünkü rûhunda taşıdığı ilâhî nefha sonsuzlukla vasıflanmıştır.

Ölüm, gerçek dirilişin adıdır. Çünkü insanoğlu dünya hayatında ten kafesine mahpus bir hayat yaşıyor. Dünya hayatı mahrûmiyetle kuşatılmış bir hayattır. Bu hâlde dünya hayatına ölüm, âhiret hayatına da gerçek hayat dememiz daha yerinde bir tabir olur. Belki de başta zikrettiğimiz âyetteki sıralama buna delâlet etmektedir.

Yüzakı: Ölüm hakkında bu sahih ve dengeli idrake sahip olmak herhâlde insan için en hayatî meselelerden biri…

YILMAZ: Hiç şüphesiz. Çünkü ebedî hayata inanmış ve ona hazırlanmış bir insan, hayatını anlamlı kılmış insandır. Zira o, bu dünya hayatında yapıp ettiklerinden hesap verme kaygısı taşır ve amellerini bu kaygıyla işlemeye gayret eder. Bu da onun yaptığı her işe sonsuzluğa bakan bir anlam kazandırır. Allâh’a hesap vermek durumunda olan insanın da elbette bu hesabını yüz akıyla verebileceği bir şekilde yaşaması gerekiyor. Yani insanın fânî bir hayat için değil, ebedî bir hayat için yaşaması ve bu dünyada öteki dünya için yüz akını sağlayacak bir geçiş dönemi gerçekleştirmesi, son derece önemlidir.

Ama onun asıl kazancı, sonsuzluk yurdundaki kazançtır. Bu noktada Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın âhirete inanmayan birine karşı söylemiş olduğu şu söz, hem tahkikî hem de iknaî bir delil olarak çok methedilmiştir:

“Farzedelim ki, benim söylediklerim yanlış; kıyâmet, âhiret ve ölümden sonra diriliş yok. Ben onun varlığına göre yaptığım bu yaşayışımla, ibadetimle, tâatimle ne zarar ederim, ne kaybım olur? Yani ben âhirete inanıyorum, ona göre hareket ediyorum, kulluk ediyorum, daha iyi ahlâkla davranmaya çalışıyorum, daha düzgün bir insan olmaya çalışıyorum. Bundan ne kaybım var?

Ama tersi söz konusuysa; âhiret varsa -ki var- sizin hâliniz ne olur? Siz onu düşünün!”

Hâsılı âhiret inancı çift taraflı bir kazançtır Nitekim bir hadîs-i kudsîde: “Kim Allâh’ın katında durmaktan, hesap vermekten sakınır ve korkarsa ona iki cennet vardır.” (er-Rahman) buyurulmuştur. Bu cennetlerden birisi dünya cennetidir. Öbürü de âhiret cennetidir. Âhirete inanan ve buna göre yaşayan insan dünyada huzurludur, mutludur, mutmaindir. Onun âhiretteki makamı da biiznillâh cennettir.

Yüzakı: Bütün bu gerçeklere rağmen ölümün, insanların zihninde bir bilmeceye dönüşmesinin temelinde yatan sebep nedir? Yani ölüm insana niçin çözülemez bir muammâ hâlinde görünüyor?

YILMAZ: Bunun birkaç sebebi var. Birincisi; âhiret meselesi gayba dair bir meseledir ve beş duyuyla hissedilmez. Bu yüzden insanlar bazen inanmakta güçlük çekebiliyor. Oraya gidip de geri dönen kimse yok. Bu sebepten insanların inancında zayıflıklar oluşuyor. Bu durumda ölümü ebedî bir kayboluş ve yokluk olarak düşünmek durumunda kalıyor insanoğlu. Tabiî ki bu da onu endişeye sevk ediyor.

İkincisi; inanmayan insanların âhiret ile ilgili: “Ya âhiret varsa?” türünden kaygılarıdır. Bu tür kaygılar onların kalbinde ölüme dair bir korku oluşmasına sebep oluyor. Böylece ölüm; korkulacak ve hakkında hiç konuşulmayacak bir muammâ hâline geliyor. Bazı insanlar vardır toplumda, ölüm konusunu açtığınızda kalkar gider. Hattâ böylesini inananlar arasında bile bulabilirsiniz. Ben bu durumda olan birçok insan tanıdım.

Hattâ bir arkadaşımdan misâl vereyim: Biz Altınoluk Dergisi’nde 1987 senesinin Ekim sayısını «ölüm» mevzuuna ayırmıştık. Bunun üzerine bir arkadaş benimle bir-iki sene konuşmadı. “Niye böyle bir kapak konusu yaptınız? Siz insanları ölüme mi çağırıyorsunuz yoksa hayata ve aksiyona mı?” dedi durdu.

Ben cevaben: “Allah bile önce ölüm diyor, sonra hayat. Biz ölümü, hayatı terbiye eden bir hakikat olması sebebiyle işledik…” dediysem de ikna edemedim. O, böyle konuların konuşulduğu yerde bulunmak istemiyordu. Nedense bazı insanlarda böyle takıntılar var.

Bu mevzu ile alâkalı olarak Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevî’sinde şu ifadelere rastlamaktayız:

“Ey ölümden korkup kaçan can; işin aslını, sözün doğrusunu istersen sen ölümden korkmuyorsun, kendinden korkuyorsun.” Yani sen kendinle yüzleşmek istemiyorsun. Sen, kendi amellerinle, kendi davranışlarınla, kendi kusurlarınla yüzleşmek istemiyorsun. Çünkü ölümde bunlar senin önüne çıkacak diye ondan kaçıyorsun.

Yüzakı: Bu korkuyu yenmenin çaresi nedir?

YILMAZ: Mesnevî’de denilir ki: “Herkesin ölümü kendi rengindedir.” Yani bir insanın hâli, davranışları, ilişkileri adam gibiyse, o adamın ölümden korkmasına gerek yok. O adamın ölümü gerçekten Mevlânâ’nın ifadesiyle «şeb-i arus»tur. Ama bir adamın davranışları, kendi içerisindeki tutarsızlıkları, Allâh’a karşı ilişkilerindeki zaafları, beşerî münasebetlerdeki hasetleri, fesatları işin içine giriyor ise; bu adamın ölümle yüzleşmesi hâlinde elbette ki bir takım sıkıntılar olacaktır.

Bu dünyaya gelmişsek çaremiz yok. Bu dünyaya gelen herkes ölüme adaydır. Yüzlerce yıl da yaşasak sonunda nihayet ölümle burun buruna geleceğiz. Bundan kaçış olmadığına göre bu gerçeği görerek hareket etmek ve ona göre hazırlıklı olmak lâzım.

İnsanın kaçınılmaz olarak ölümle hayatı iç içe yaşadığına bir misâl de şudur: Aslında biz, her an vücudumuzda binlerce hücre ile tekrar tekrar ölüyor ve diriliyoruz. Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevî’sinde de bahsedilir bundan. Mevlânâ şöyle demektedir:

“Aslında her an, cânın bir cüz’ü ölüm hâlindedir. Her an can verme zamanıdır. Her an canından bir miktar yokluğa gitmektedir ve ömür tükenmektedir.”

Olanlar Dergâhı şeyhi İbrahim Efendi’nin bir tasavvuf manzûmesi var. O da şöyle diyor:

Ta­sav­vuf gün­de bin ker­re ölüp yi­ne di­ril­mek­tir

Ta­sav­vuf cüm­le âlem cis­mi­ne cân ol­ma­ğa der­ler

Yani hakikaten her an yüzlerce defa, binlerce kere ölüp diriliyoruz. Niye? Çünkü bugün fizyolojik olarak biliyoruz ki, vücudumuzdaki hücrelerin binlercesi bir anda ölüyor, binlercesi yeniden yaratılıyor. Allâh’ın «Muhyî ve Mümît» sıfatlarının her an ve her lâhza mazharıyız. Dolayısıyla ölümle her an burun burunayız.

Yüzakı: Ölüm hakikati tasavvuf erbabınca nasıl idrak edilmiş ve ne sûretle işlenmiştir?

YILMAZ: Bizim kültürümüzde tefekkür-i mevt yani ölümün her an düşünülmesi, diye bir vâkıa var. Tasavvuf kültüründe bunun râbıta-i mevt, tefekkür-i mevt, tezekkür-i mevt şeklinde çeşitli isimleri var. Bu, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in: “Dünya lezzetlerini unutturan ölümü çokça hatırlayın.” hadîs-i şerîfine istinaden tasavvuf büyüklerinin ortaya koyduğu bir uygulamadır. Dolayısıyla Yûnus Emremiz, bu hatırlamayı çok güzel hatırlatmaktadır:

Yalancı dünyâya konup göçenler,
Ne söylerler ne bir haber verirler!..
Üzerinde türlü otlar bitenler,
Ne söylerler ne bir haber verirler!..

Kiminin başında biter ağaçlar,
Kiminin başında sararır otlar,
Kimi mâsûm kimi güzel yiğitler
Ne söylerler ne bir haber verirler!..

Kimisi dördünde, kimi beşinde,
Kimisinin tâcı yoktur başında,
Kimi altı, kimi yedi yaşında,
Ne söylerler ne bir haber verirler!..

Kimisi bezirgân, kimisi hoca,
Ecel şerbetini içmek de güç a!
Kimi ak sakallı, kimi pîr koca
Ne söylerler ne bir haber verirler!..

Yûnus der ki gör takdîrin işleri
Dökülmüştür kirpikleri kaşları
Başları ucunda hece taşları
Ne söylerler ne bir haber verirler!..

İşte ibretli bakış ve ölümü hatırlayış, dünyaya dört elle sarılmayı ve tûl-i emeli azaltan, dünyayı ebedî görmek gibi bir zaafa yönelmeyi de engelleyen bir özelliğe sahiptir. Yoksa insan -biraz önce bahsettiğimiz- ebediyet duygusunun yanlış idrak edilmesi neticesinde fânî olana yöneliyor ve onu bu dünya içinde ebedîleştirmek istiyor. Tabiî çok güvendiği, sevdiği, bağlandığı fânî şeyler bir an yok olduğunda da müthiş bir rûhî yıkım meydana geliyor.

İnsan zengindir fakir olur, boşluğa düşer; karısı ölür boşluğa düşer; çocuğu ölür boşluğa düşer; annesi-babası ölür boşluğa düşer… Yani fânî olana aşırı bağlılığın ve güvenin insan için yıkıcı tesirini görmek lâzım. O yüzden insanın bâkî olana yönelmesi, ebedî olana yönelmesi, Allâh’a yönelmesi ve bugün olmasa bile yarın O’nun mutlaka arzu ettiklerini önüne koyacağına güvenmesi, insanın ümit dediğimiz duygusunu besleyen çok önemli bir teselli.

Hatırlarsanız Hazret-i Ömer halîfeliği zamanında kendisi için bir münâdî tutmuş ve günün belli saatlerinde gelip: “Yâ Ömer ölüm var, unutma!” demesini istemiş. Ne zaman ki, saçlarına ak düşmüş, aynaya baktığında görüyor. “Artık senin yaptığın işe gerek kalmadı.” diyerek münâdîyi emekli etmiş. Aynaya bakıp: “Artık ölümden, kefenden haber geldi.” dermiş. Çünkü beyaz saçları ölümden haber sayarlar. Böylece insanoğlu ölüm gerçeğini her an biraz daha yakın hissetmeye başlar.

Hâris el-Muhâsibî: “İki muhasebe vardır. Birisi amelin başındadır, diğeri amelin sonundadır.” der.

Hadîs-i şerifte ise hem “ölmeden evvel ölmek” sırrı, hem “hesaba çekilmeden hesaba çekilmek” sırrı, hem de “ameller tartılmadan kendini tartma” sırrı peş peşe sıralanmış. Dolayısıyla muhasebe, ölümü düşünme, amellerin tartılmasını düşünme çok önemli bir şey. Yahya Kemal de diyor ya:

Ölmek değildir, ömrümüzün en fecî işi
Müşkil odur ki, ölmeden evvel ölür kişi.

Bir de ilk mutasavvıflardan mâruf ve meşhur Hâtim-i Esamm’ın (hicrî III. asırda yaşamış büyüklerden birisi) ölümle ilgili bir tasnifi var. O da çok hoşuma giden bir tasniftir. Hâtim-i Esamm:

“Mevt-i ebyad: Açlık ve az yemekle gerçekleşen ölmeden evvel ölmek sırrına beyaz ölüm;

Mevt-i esved: Halkın ezâ ve cefasına tahammüle kara ölüm;

Mevt-i ahmer: Her türlü şâibeden uzak bir şekilde hevâ ve hevese karşı koymaya kırmızı ölüm;

Mevt-i ahdar: Yamalı elbiseler giymek, dünya malından geçmeye yeşil ölüm.” diyor.

Kısacası ölüm meselesi tâ başlangıçtan beri Allah dostlarını, ehlullâhı, tasavvuf erbâbını ilgilendirmiş ve bunlar ölümü bir eğitim aracı olarak görerek, tefekkür-i mevt (ölmeden evvel ölmek sırrı) konusuna dikkat çekmişlerdir.

Yüzakı: Bunun genel mânâda kültürümüzdeki yansımaları nelerdir?

YILMAZ: Medeniyetimiz, bir bakıma dirilişe vesile bir ölüm fikri etrafında oluşturulmuş medeniyettir. Hayatımızın merkezi olan camilerimizin hemen etrafında hazîreler vardır. Camilerimizle türbelerimiz yan yanadır, iç içedir. Bu durumda camiye gidişimiz hem Allah’la buluşma hem de ölümle yüzleşme yolculuğu hâline geliyor. İnsanın en sevdiği yer neresidir? Evidir. Eşiniz, çocuklarınız ve hâne halkınızla beraber sıcacık bir yuvadasınız. Camiye giderken önce onları terk ediyorsunuz, yani bir nevi ölüme hazırlık yapıyorsunuz. Onları arkada bırakıp yavaş yavaş besmeleyi çekip, camiye doğru gidiyorsunuz. Sevdiklerinizin sokağından uzaklaşıp, caminin sokağına giriyorsunuz. Caminin müştemilâtından içeri girince sizi mezar taşları karşılıyor ve size âdeta: «Ölüm var!» diye haykırıyor. O mezardakiler size: «Biz de senin gibi diriydik. Bugün buradayız, sen de buraya geleceksin, ona göre…» der gibi ölümle ilgili bir mesaj veriyor.

Medeniyetimizde, mezarlık ağacı olarak servi ağaçlarının tercihi de dikkat çekici bir hâdisedir. Servi ağacı elifi andırır. Yaprakları yukarıya doğrudur ve yapraklarını dökmez. O elif gibi görüntüsüyle tevhîdin sembolüdür. Yapraklarını dökmemesi sebebiyle de ebediyetin sembolüdür. Saray bahçelerinde ise çınar ağaçları vardır. Çınar ağaçları çok görkemli, dallı, budaklıdır. Dünyanın saltanatını îmâ eder, işaret eder. Ama yapraklarını döker, fânîdir. Yani: “Ölüm var, unutma, devletlerin de ölümü var, sultanların da ölümü var…” mesajını verir. Bunlar hep belli düşüncelerle seçilmiş, tercih edilmiş sembollerdir.

Tek bir cümleyle söyleyecek olursak, medeniyetimiz ölüm mesajını gündelik hayatın içerisinde tutacak bir tarzda gelişmiştir. Nitekim Yahya Kemal’in ifadesiyle: “Biz Türkler ölülerimizle birlikte yaşarız.” sözü de bunu ifade etmektedir.

Yüzakı: Medeniyetimizin her unsuruyla «ölüme hazır olmak» sırrını terennüm ettiği malûm. Bu sırrı biraz açabilir misiniz?

YILMAZ: Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “Kıldığınız her namazı dünyaya veda eden, son namazını kılan kişinin namazı gibi kılınız.” buyurmaktadır. Bu çok önemli bir ölçüdür. Hayatımızın her ânına ölüm fikrini yerleştirmekle alâkalı mühim bir mikyastır. Çünkü hayatımız, ölümümüzü belirleyen bir etkiye sahiptir. Nitekim yine hadîs-i şerifte: «Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle diriltilirsiniz.» buyurulmaktadır. Dolayısıyla insanların sürekli olarak ölümü her an görecekleri, karşılayacakları bir hazırlık içerisinde bulunmaları ilâhî bir emir.

Bu noktada Necip Fazıl’la ilgili şu hâdiseyi hatırladım. Üstad derdi ki:

“Îmanlı birisine: «On dakika sonra öleceksin deseler ne yaparsın?» diye sorsanız vereceği cevap şudur:

«Abdest alırım, iki rekât namaz kılarım; tevbe ile dua ederim ve bu hâl üzere seccadenin üstünde can vermek isterim. Cenâb-ı Hakk’a el açarım, dua ederim, istiğfar ederim.»

Şimdi isterseniz bu on dakikayı on saat yapın. On gün yapın. On hafta yapın, on ay yapın. On sene yapın. Yüz sene yapın. Nihayet gelmesi mukadder olan bir ölüm var…”

Meşhur meseldir: «Her gelecek yakındır.» Öyleyse hazırlıklı olmak lâzım. Çünkü biz: «Ölüm gelinceye kadar ibadet edin.» emrine muhatabız.

Yüzakı: Tasavvuf edebiyatına gelecek olursak, ölümle ilgili ne gibi teşbihler ve benzetmelerde bulunulmuştur?

YILMAZ: Tasavvuf edebiyatı denilince akla gelen ilk eserlerden biri Mevlânâ’nın Mesnevî’sidir. Mesnevî’de ölüm, hapishaneden kurtulan mahpusun hürriyete kavuşması olarak anlatılır. Bizim rûhumuz ten kafesinde mahpustur. Bu mahpusluğumuz ancak ölümle sona erebilir.

Buna yakın bir benzetme de rûhun kafesteki bir kuş gibi oluşudur. Bunun birçok şiirde işlendiğini görüyoruz. Bu da Mesnevî temelli bir teşbihtir. Zaten Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde en çok temas edilen mefhumlardan birisi aşk, diğeri dil/gönül, öbürü de ölüm konusudur.

Mevlânâ ile birlikte ölüm konusunu canlı bir sûrette işleyen diğer bir mutasavvıf şairimiz de Yûnus’tur. Onun bu şiirleri hâlâ ilâhî şeklinde halkın dilinde ve gönlünde varlığını sürdürmektedir.

Yüzakı: Ölüm etrafında tasavvufî edebiyatta yer alan ve sizi de etkileyen birkaç örnek arzu etsek…

YILMAZ: Yûnus dedik, yine ondan devam edelim. Yûnus’umuzun ölüm için söylediği, dünyaya veda için söylediği «Selâm» şiiri vardır, o benim çok hoşuma gider:

Biz dünyadan gider olduk

Kalanlara selâm olsun
Bizim için hayır dua
Kılanlara selâm olsun
Ecel büke belimizi

Söyletmeye dilimizi
Hasta iken hâlimizi
Soranlara selâm olsun
Tenim ortaya açıla

Yakasız gömlek biçile
Bizi bir âsân veçhile
Yuyanlara selâm olsun

Miskin Yûnus söyler sözün
Yaş doldurmuş iki gözün
Bizi bilmeyen ne bilsin
Bilenlere selâm olsun!

Gerçekten ölümü anlatan güzel mısralar… Ben bu selâmı okurken şu aklıma geldi. Aslında İslâmiyet’te ölünün arkasından yapılan ibadet (cenaze namazı, dua gibi) ve benzeri insanî vazifeler, ölüden çok diriler içindir. Tabiî orada ölü için bir dua var ama ondan öte yaşayan insanların da ölümü hatırlaması, ölüm sonrasına hazırlanması mânâsında bir mesaj var.

Üstelik bizim kültürümüzde ölü yıkayıcılığı ve cenaze namazı kıldırma işi, profesyonel bir meslek değildir. Herkes kendi yakınının ölüsünü yıkamak durumundadır. Babasını, kardeşini, akrabasını yıkamalıdır ki, ibret alma imkânını elde etsin. Ölümle kucaklaşsın, onu güzelleştirsin. Aziz Mahmud Hüdâyî der ki:

Yalancı dünyâya aldanma yâ Hû,
Bu dernek dağılır divân eğlenmez.
İki kapılı bir vîranedir bu,
Bunda konan göçer, mihmân eğlenmez.

Varını nisâr eyle Mevlâ yoluna,
Bunda ne eylersen anda buluna,
Bir gün sefer düşer berzâh iline,
Otağı kalkıcak Sultan eğlenmez

Bu noktada Yahya Kemal’in şu mısralarını hatırlamamak ne mümkün:

Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde,
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde,
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter…

Bu mısralar, buraya kadar söylemiş olduğumuz birçok şeyi de bir bakıma özetlemektedir.

Biliyorsunuz Abdülhak Hâmid de ölüm temasını çok iyi işleyen şairlerimizdendir. Kendisi tasavvuf ehli değil belki ama yetiştiği dönemin kültürü tasavvufla iç içe olduğu için o da aynı mazmunları kullanmaktan uzak kalamıyor. Diyor ki:

Bilmem ne söyleyim, ölümün bir kerâmeti,
Kabr olmasaydı biz koparırdık kıyâmeti..
Çıksın şu sırr-ı hikmeti bir öğreten bize,
Bâkî değilse rûh, ne lâzımdı ten bize!

Bu yönde kültürümüzün âdeta içine yedirilmiş zihniyet ve bakış açısı, dinsiz olarak kabul ettiğimiz insanlara bile sirâyet edecek kuvvette. Meselâ Abdullah Cevdet’i çoğu kişi ateist olarak kabul eder. Ama o bile şu sözleri söylüyor:

Ölürüz biz fakat hayat ölmez,
Şûle fânîdir iştiâl ezelî.

Yüzakı: Konumuzla irtibatı açısından intihar mevzuuna da temas etmek istiyoruz. O da toplumu tehdit eden bir unsur. Ölüm terbiyesinin olmayışı toplumda böyle bir yaranın açılmasına sebep olabiliyor. Bu bizim kültürümüze yabancı bir hâdise… Ama son yıllarda halkımız arasında da gittikçe artmaya başladığı da bir gerçek. Bu noktada neler söylemek istersiniz? İnsanlar neden böyle bir girdabın içine düşüyor?

YILMAZ: Tabiî intihar her şeyden önce bir duygu bozulması, insanın hem beyin kimyasında hem de gönül dünyasında meydana gelen bir bozulma. Beyin kimyasındaki bozulmaların, bu tür depresyonlara sebebiyet verdiği söyleniyor. Ama esas itibariyle bunları düzenleyen ve beyindeki kimyanın düzgün salgılanmasını sağlayan, insanın gönül dünyasıdır. Kalp dünyasındaki itminan ve huzur, teslimiyet ve îman çok önemli…

Tabiî intihar, fıkhî ve dinî anlayışımıza göre Allâh’a isyandır. Cenâb-ı Hakk’ın bize emanet, âriyet olarak verdiği canı bizim doğrudan alma şansımız yok.

İnsan, intihara meyletmekle taksîm-i ilâhîye karşı koymuş oluyor. Zaten hased ve bu tür tepkiler de bir bakıma taksîm-i ilâhîye râzı olmamaktır ki -Allah korusun- ucu küfre kadar varır. Zira îman denilen şey Allâh’a güvenip O’na dayanma meselesidir. Allah yapmışsa en doğrusunu yapmıştır. O’ndan gelmişse en doğrusudur, şeklindeki bir tespit aslında her şeyi çözmekte…

İntihar edenlerin temel problemi de bence bu. Îmansızlık problemi var. Hattâ kanser hastalıklarının çoğunda biliyorsunuz telkin ve teslimiyetin tedavî edici özelliğine dikkat çekiliyor. Nitekim bugün doktorlar bir kanser hastasının tıbbın hiçbir şey yapamayacağı duruma geldikten sonra bile Cenâb-ı Hakk’a dua ederek, tam bir teslimiyetle O’ndan niyaz sayesinde şifa bulabileceğini söylüyorlar.

Yüzakı: Son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?

YILMAZ: Konuyu tamamlayıcı özelliği açısından şunu da eklemek istiyorum. Hâtim-i Esamm’ın ölümün mertebelerini anlattığı tasniften başka bir de namazın kılınışıyla ilgili bir yorumu var. Orada da râbıta-i mevti düşündüren ve ölümü, âhireti, kıyâmeti de göz önünde bulundurarak namaz kılmayı öğütleyen bir anlatım söz konusu. Ona namazı nasıl kıldığını soruyorlar. Cevaben diyor ki:

“Namaz vakti geldiğinde abdestimi alırım. Başımı su, içimi tevbe ile temizlerim. Sonra camiye gider, Mescid-i Haram’ı gözümün önünde müşâhede ederim. İki kaşımın arasına da Makâm-ı İbrahim’i alırım. Cenneti sağıma, cehennemi soluma koyar, ayaklarımı sıratın üzerinde farz ederim. Ölüm meleği Azrâil arkamda, gönlüm Allâh’a bağlı olduğu hâlde tâzimle tekbir alırım. Huşû ile kıyam ve kıraati ikmal ederim. Tevâzû ile rükûya varır, tazarrû ile secdeye kapanırım. Hilmle teşehhüde oturur, şükürle selâm verip, namazımı tamamlarım.”

Âhiret, kıyâmet ve ölüm endişesiyle namaza giriş, gerçekten çok anlamlı. Benim baştan beri konuşmamda ifade etmeye çalıştığım «Hayata Ölüm Terbiyesi» bu ifadelerde kendisini buluyor. Hayatla ölüm iç içe yani biz ölmek için doğuyoruz. Ve dirilmek için de ölüyoruz.

Yüzakı: Hocam, bu geniş ve değerli açıklamalarınız dolayısıyla teşekkür ederiz.

YILMAZ: Ben de teşekkür eder, Yüzakı dergimize başarılar dilerim.