Oyun

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI
tali@yuzaki.com

Doktorların, hemşirelerin yaralara, akan kanlara, hattâ ölüme alıştıkları gibi bir avukat olarak o da insanların acı anlarındaki beddualarına, hattâ hakaretlerine alışmıştı. Ona göre haciz, insanların gururuyla oynamak demekti. Avukat bu oyunu seviyordu

“–Dan! Dan! Ölsene baba!”

Üç yaşlarındaki çocuk, eve yeni gelen ve gazetesine dalan babasını oyununa katmaya çalışıyordu. Yorgun baba gönülsüzce karşılık verdi. Ellerini iki yana açıp, boynunu bir yana yatırdı, gözlerini yumdu. İşte ölmüştü. Ufaklık, çocuklara mahsus bir çığlık atıp arkasından bir kahkaha koyuverdi.

Birkaç saniye içinde baba gazeteyi bir tarafa atıp düşüncelere, çocuk da başka oyunlara dalmıştı.

Otuz beşinde bir avukattı. Büyük şirketlerin, büyük adamların avukatı… Eve geç saatte gelebiliyordu, ama evde bile işi düşünüyordu. Her gün böyle akşamın ilerleyen saatlerinde günün işlerini değerlendirir, yarının programını gözden geçirirdi. Hayat onun için, her hamlesi dikkatle düşünülmesi gereken bir oyun gibiydi. Kazanacak tarafı tespit edip oraya oynadıktan sonra kazanmak garanti gibiydi bu oyunda.

“–Dan! Dan! Baba haydi öl!”

Bu sefer oğluna pas vermedi. Bir sigara daha yakmış, günün değerlendirmesine başlamıştı çünkü. Zihni bir şeye koyuldu mu etrafı görmezdi. Hem bugün her günkünden daha yoğun ve gergin geçmişti.

Büyük paralarla oynayan kişiler hesabına çalışıyordu. Müvekkilleri için piyasa kurallarının bittiği yerde avukat olarak devreye o giriyordu. Üstün ikna yeteneği, mevzuata ve hukuk çevrelerine hâkimliğiyle, hele hırsıyla tam aranan bir avukattı. Stres yükü her geçen gün artıyordu. Hele bugün iyice zorlanmıştı. Sigarasından derin bir nefes daha çekerek günün ilk işini düşündü.

Bir haciz işiydi. Çalıştığı firmalardan birinin pazarlama tekniği, kapılarda insanlara senet imzalatmak ve sonra tahsil etmek üzerine kuruluydu. Çoğu kez haciz, senedi tahsil etmek için bir tehdit unsuru olurdu. Ama ara-sıra bu sabah olduğu gibi gerçekten haciz gerçekleştiriliyordu. Saklayacak değildi, hırslı avukat kanuna sırtını dayayarak, insanların evine girip eşyalarına el koymaktan marazî bir keyif alıyordu. Haciz, insanların gururuyla oynamak demekti. Avukat bu oyunu seviyordu.

Öğle öncesi birkaç formalite duruşmaya girmişti. Öğle yemeğinde ise iki akademisyen ile yemek yiyip, kendilerine bir emanet teslim etmişti. Avukatlığını yürüttüğü bir inşaat şirketinin büyük bir projesi hakkında açılan dâvâda bilirkişi raporunu hazırlayacak kişilerdi bunlar. Hediyeyi ve yemeği severlerdi. O da fena iş değildi. İnsanları satın almak da hoş bir oyundu onun için.

Fakat günün son duruşmasını değerlendirmekten haz almayacaktı avukat. Tamam, dâvâyı kazanmıştı. Avukat bile tutamamış çaresiz bir babanın, kendisi gibi bir avukata karşı şansı yoktu zaten. Ama duruşma çıkışında kendisine dönmüş ve bir çift kelâm etmişti.

Doktorların, hemşirelerin yaralara, akan kanlara, hattâ ölüme alıştıkları gibi bir avukat olarak o da insanların acı anlarındaki beddualarına, hattâ hakaretlerine alışmıştı. Ama bu yaşlı adam ne beddua etmişti ne hakaret. Üzerinden saatler geçmesine rağmen hâlâ tüylerini ürperten bir rahatlıkla şunları söylemişti:

“–Kaybettin avukat! Bu hayat oyununda kazandın zannetsen de asıl dâvâyı kaybettin sen… Bilmiyorsun ki kaybettiğin dâvânın temyizi de yok, iade-i muhakemesi de… Kaybettin avukat!”

O saniyeleri tekrar hatırlarken sigarasından bir nefes daha çekti. Kaybettiği bir dâvâdan çıkarken en ufak bir zaaf göstermeyen bu yaşlı adamın sözleri sinirlerine dokunmuştu. Kaybetmek onun kitabında yoktu. O kazanmak şartıyla oynardı! Oyunu hep kuralına göre oynayacak ve o hep kazanacaktı! Ka-za-na-cak-tı!

Avukatın içine çektiği dumanı çıkarması kolay olmadı. Kaskatı kesilmiş, suratı pancara dönmüştü. Önündeki sehpaya uzanmış fakat üstündeki bardağı devirmişti. Etrafta her şey bulanıklaşıyor ve gitgide ışığını kaybediyordu.

“–Dan! Dan!”

Çocuk babasının oyun oynadığını zannediyordu. Ama bu ölme numarası uzun mu sürmüştü? Bu sefer korkuyla bir çığlık attı. Annesi yetişmiş, feryat-figan telefona koşmuştu. Avukatın feri iyice sönen gözlerinde son gördüğü oğlunun elinden oyuncak tabancanın kayıp düşmesiydi.

Avukat kendine gelmişti. Geçenki krizde de gecenin bir yarısı bir hastanede kendine gelmişti. Doktor, stresli hayatı, sigara ve diğer kötü alışkanlıklarını terk etmesini söylemişti ama tutamamıştı. Fakat artık biraz dikkate alsa iyi olacaktı. «Patronlarla görüşüp bir Uzakdoğu seyahati ayarlarsam iyi gelir» diye düşündü. Daha gençti, jübilenin de sırası vardı ama şimdi değil! Şimdi bile şu hastanede yatmanın sırası değildi. Kalkacak gidecekti.

“–Dan!”

Kafası başının hemen üstündeki tahtaya çarpmış, arkasından toz-toprak dökülmesi gibi bir sesler gelmişti. Ortalığın karanlık olduğuna yeni dikkat etti. Üstelik yüzü-gözü örtülüydü. Hastanede değildi. Çıkmalıydı buradan. Bir daha!

“­­–Dan!”

Bu hamlesi de boşa çıkmıştı! O sözler kulaklarını yeniden doldurdu:

“–Kaybettin avukat! Bu hayat oyununda kazandın zannetsen de asıl dâvâyı kaybettin sen… Kaybettin avukat!”

Her şeyi anlamıştı.

Oyun bitmişti.