Ölümlere Çare

Muhammed Ali EŞMELİ

Acılar ve dertler, belâ ve musîbetler arttıkça, insanlar, hayatın çekilmezliğinden dem vurmaya başlarlar. Oysa bunlar hayatın tadı ve tuzu. Şayet kışın cefâsı olmasaydı, baharın safâsı nasıl anlaşılırdı?

Aslında çekilmez olan şey, hayatın değil, çürümüş ruhların mikroplu nefesleridir. Zaten asıl ölüm de, can kuşunun ten kafesinden çıkması değil, asil ve ebedî olan rûhun iki günlük bedende sefîlâne bir şekilde kokuşmasıdır.

İnsanı, insanlığı, milleti ve milletleri yok eden, çekilmez hâle getiren berbat ölüm, işte budur.

Bugün toplumları tehdit eden en büyük tehlike bu şekildeki ölümlerin salgın hâle gelmesidir. Artık böyle ölümlerin pençesinde can verenlerin sayısı, kurşunların ve füzelerin öldürdüklerinden çok daha fazla. Kaldı ki dünyadaki bütün katliamlar, cinayetler de, rûhen ölmüş ve çürümüş insanların mârifeti değil mi?

O hâlde insanoğlu, bedenen ölmekten çok rûhen yaşanan ölümlere daha bir dikkat etmelidir. Çünkü o ölümler, insanın iki dünyasını da karartan simsiyah ölümlerdir. O ölümler, hayatı perişan eden en fecî şeytânî âfetlerdir. O ölümler, dünyayı yaşanmaz hâle getiren en kötü nefsânî çelmelerdir. O ölümler, ölüm çeşitlerinin en kötüleridir. Çünkü o ölümler yüzünden bugün nice olgun fikirler can çekişiyor, akıllar can çekişiyor, güzellikler can çekişiyor, hayâ ve ahlâk can çekişiyor, ilim ve irfan can çekişiyor, aşk ve muhabbet can çekişiyor. Ve hepsi de herhangi bir imdat erişmezse ölüp gidiyor. Doğu harap, batı ondan daha beter harâbe. Oysa fikirlerin, ahlâkın ve irfânın ölümü, insanlığın ölümü demektir. Çünkü insanın varlığına sebep ve hayatiyetine şahdamar hükmünde olan yüksek duygular ve inançlar öldüğü an, ruhlar çürümeye başlıyor. İnsan canlı cenaze hâline geliyor. Böylesi ölü insanlar ise, kendilerini mezarlığa dönüştürdükleri gibi başkalarının yaşamalarını da hazmedemiyorlar. Ölüm makinesi kesiliveriyorlar. Güçlerine göre kâh bedenleri helâk ediyorlar, kâh ruhları. Ya da her ikisini birden katlediyorlar.

Neticede dünyada ölü olarak yaşanan hayatlar, ölüm değirmeni gibi işliyor. Hunhar savaşların, katliamların, cinayetlerin ardı arkası kesilmiyor. Nasıl kesilsin ki her şey zıddına düşmandır. Ölülük, diriliğe düşman. Çoraklık, verimliliğe düşman. Tembellik, çalışkanlığa düşman. Beceriksizlik ve başarısızlık, muvaffakıyete düşman. Çirkinlik, güzelliğe düşman. Çukurlar, zirvenin aleyhinde. Köpekler, semâları nurla dolduran güneşe ve aya karşı çatlayıncaya kadar havlamakta. Karanlığın köstebekleri, hidâyet nûru karşısında çıldırmakta.

Hâlbuki mânevî yıkımların ve ölümlerin yaptığı tahribat, tarih boyu insanoğluna çok pahalıya patlamıştır. Dolayısıyla bugün insanların tekrar mânen dirilik iksiri içmeleri vazgeçilemeyecek bir şarttır.

Dirilik iksiri…

Ruhları, gönülleri ve akılları diri tutacak mânevî âb-ı hayat. İlâhî kevser.

Yoksa dünyadaki maddî ve mânevî katliamları önlemek mümkün değil. Çünkü o cinayetleri işleyen ölülere, borazanla da üfleseniz adâlet ve merhamet sesini işittiremezsiniz. İllâ dirilik iksiri içmeleri zarûrî. İnsanoğlu ölümü sadece bu iksirle mağlup edebilir. Bu iksiri içenler, diri yaşarlar ve ecel köprüsünden geçseler bile diri kalırlar.

Bu iksirin mayası hidâyet, tadı da dünya ve âhiret için doğru ve faydalı amellerdir. Bu çerçevede istiklâl şairimiz M. Âkif, bir muhasebe sadedinde gâfil muhataplara şöyle seslenir:

Merâmın ölmeyebilmekse, ölmemek mümkin:
Saçıp savurduğun enfâs-ı ömrünün, lâkin,
Dedin de birkaçı olsun Hudâ yolunda fedâ,
Şu mâvi kubbeye gömdün mü bir sürekli sadâ?

Ölüm saçarken o şimşekli gözler âfâka,
Eğildi baktı mı toprakta can veren halka?
Şu duygusuz yüreğin susturup leâmetini,
Yanık yüreklere sundun mu yâd-ı rahmetini?
…..

Mâdem ki didinmez, edemez, uğraşamazsın;
İksîr-i bekā içsen, emîn ol, yaşamazsın…

…..

Can, cihan hepsi de boş, gâyededir varsa hayat.

Mısra mısra vurgulanan hususlar, diri yaşamanın reçetesinden birkaç madde. Bu şekilde ulvî reçeteler etrafında hayatla ilgili tarihî tecrübeler aynasına yansıyan cümle şu olsa gerek:

İnsanlar, ancak rûhen diri yaşarlarsa, ölmezler.

Bir de Yûnus’un bakış açısı var:

Ten fânîdir can ölmez, ölenler geri gelmez;
Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil!

Evet, canlar ölesi değil. Ama bahsedilen can yoksa! O zaman ölmemek mümkün değil. Ancak o can olunca, ölmemek mümkün.

Bu mânâyı, insanoğlunu ilgilendiren bütün her şeye uygulayabiliriz. Yani insanın yaptığı hangi iş ve davranış varsa, eğer onun içinde can mevcut olursa o iş ve davranış olumlu mânâda bir kalıcılık/dirilik arz eder. Yoksa mutlaka ölüm vardır. Hayatımızı çevreleyen muameleler, alâkalar, arkadaşlıklar, ibadetler, hevesler, ilimler, sanatlar, dâvâlar, gayeler vesâire hepsi kendilerine mahsus canlara muhtaçtır. Bizler, hangisinin içine can koyabilirsek, ancak onu yaşatmış oluruz. Aksi hâlde cansız yapılan doğrular bile eğri kalmaya mahkûmdur. Aynı şekilde cansız ilim cehâletle müsavîdir. Cansız ibadet de, âdetten öte geçmez. Meşhur bir kıssadır:

Kalp gözü açık velî bir zât, bir cenazenin defnine iştirak eder. Ölü kabre konup da üzeri örtüldükten sonra bir hocaefendi telkin vermeye başlar. O sırada o velî zat, mânidar bir şekilde tebessüm eder. Etrafındakiler buna hayli şaşırırlar. Çünkü o zâtın o vakte kadar güldüğünü hiç kimse görmemiştir. Sorarlar:

–Siz hiç gülmezdiniz. Ne oldu da üstelik bir cenaze telkini esnasında güldünüz?

O da şu cevabı verir:

–Benim bildiğim kadarıyla diriler ölülere telkin verir. Bugün ise tersi gerçekleşti; bir ölü bir diriye telkin verdi. Buna hayret ettim de gayr-i ihtiyarî gülmüş oldum.

Demek ki iç âlemde Yûnus’un dediği can olmayınca, insan, yaşıyor görünse de ölü hükmünde. Fakat o cana sahip olanlar ise öldüklerinde bile diri olarak yaşıyorlar.

O hâlde diyebiliriz ki ölüm, bize o cânı fark ettirmek ve ölümsüzlük kapısına ulaştırmak için takdir edildi. Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi:

Ölmemek, ilk ve son, büyük kelime;
Çarpıldık, ölmemek için ölüme!

Aslında bu ölmemek istek ve iştiyakı, bütün insanların en büyük arzu ve ihtirası… Ancak ölmemek sırrını doğru çözemeyenler, onu gerçekleştirip yaşamak adına bir ömür en kötü ölümlerin tuzağına düşmüşlerdir.

Bu yüzden dünyanın her köşesinde savaş var, kan var, ölüm var…

Bu yüzden hayattan çok, ölümler yaşanıyor… Ölümden daha korkunç gâileler, insanlığı perişan ediyor. Kısacası mânevî ölülerin çoğaldığı bir dünyada durmadan ölümler yaşanıyor.

O hâlde diri veya ölü olmanın sırrını doğru çözmek ve doğru anlamak, hayatın en birinci zarûreti. Ölenler kim, ölmeyenler kim? Kimler diri, kimler ölü? İşte birkaç cümle:

Gönlü muhabbet cenneti hâlinde olanlar, diridir. Düşmanlık cehennemi olan kimseler, ölüdür.

Dirilik ufkuna ulaşanlar, diridir. Ölüm çukuru kesilenler, ölüdür.

Yüce mahbûba yâr olarak yaşayanlar, diridir. Ağyâr olarak ömür sürenler, ölüdür.

Candan içeri var olanla âşina olanlar, diridir. Hak, göğüslerinin içinde olduğu hâlde ona yabancı gibi yaşayanlar, ölüdür.

Ebedî vuslat kanadı olacak bir gayret ve bereket içinde yaşayanlar, diridir. Ebedî gurbet cezasına çarptırılacak bir tembellik ve çoraklık içinde olanlar, ölüdür.

Kendilerini yüce gayeye feda edenler, diridir. Gayesizliğin ve boş vermişliğin esiri olanlar, ölüdür.

Satırlardan sadırlara, sadırlardan da arşa yükselebilenler, diridir. Aşağıların aşağısına yuvarlananlar, ölüdür.

Vahdet sırrıyla gönlünü nazargâh-ı İlâhî hâline getirebilenler, diridir. Hakk’ın Kâbesi olan kalbi puthâne yapanlar, ölüdür.

İlmin ve irfânın yemyeşil bağlarında gül olanlar, diridir. Câhiliyet ve cehâlet ateşinde kül olanlar, ölüdür.

Bu fânî iklimde muhabbeti sonsuz ve mutlak olanda ebedîleştirenler, diridir. Ezelî aşkı ve ebedî sevdayı, boyacı küpünden çıkmış kaportalarda fânîleştirenler, ölüdür.

Olgunluk yolunda canlarını diri tutanlar, diridir. Eğitim ve terbiyede nefsâniyeti tercih ederek ruhlarını katledenler, ölüdür.

Vatan, millet ve din yolunda şehitlik şerbetini içenler, diridir. Düşmanlık zehrini içenler, ölüdür.

Susuzlara bir yudum su vermesini bilenler, diridir; bilmeyenler ölüdür.

Aç kalmışlara bir lokma uzatabilenler, diridir. Cimrilik ve pintilik yapanlar, ölüdür.

Diriliğe sebep olanlar, diridir. Ölümlere sebep olanlar, ölüdür.

Bunun içindir ki;

Onca saltanatı içinde Nemrut aslında bir ölüydü ve bu sebeple topal bir sivrisineğe mağlup oldu.

Bütün debdebesi için Firavun da bir ölüydü; Kızıldeniz’in kıyısında boğulup gitti.

Katmerli koca kâfir Ebû Cehil de bir ölüydü; Bedir’de cılız bir bileğin karşısında yere devrildi.

Bu misâller de gösteriyor ki ölümden diriliğe adım atan bir inanç ve medeniyete sahip olmamız hasebiyle hakikî veya mecâzî bütün ölümleri, kalıcı bir diriliğe çevirebilmenin imkân ve gerekleri bizim elimizde. Ecel eşiğinde yaşanan bir hayatta nefse metanet, rûha maharet kâfî. Ârif Nihat ASYA kendine şöyle hitap eder:

Bu iş -ergeç- olacak ey bedenim;
Sen de bir parça metânet göster!
Ve sen, ey rûhum, uç -artık- yuvadan:
Kanat açmakta mahâret göster!

Bu metanet ve maharetin sırrı ise, hayatı nasıl yaşadığımıza ve yarın ömrümüzden bize neler kalacağına bağlı:

Dünden belli; bedene kalan şey, yalnız kefen,
Sen rûhuna bakıver; neler kalır ömründen!.. [Seyrî]

Bizim iklimimizdeki ölüme şeb-i arus (düğün gecesi) gözüyle bakan ârifler, hiçbir zaman ölmekten çekinmemişlerdir. Onların ölüm kaygısı etrafındaki yegâne dertleri; gidecekleri yere ne götürüp götürmedikleri, ebedî âlemde ölü mü diri mi olacakları, kendilerine ağlamak mı gülmek mi düşeceğidir. Yûnus, bu yöndeki duygularını dostlarıyla şöyle paylaşır:

Ey yârenler ey kardaşlar,
Korkaram ben ölem deyu.
Öldüğümü kayırmazam,
Ettiğimi bulam deyu…

Bir gün görünür gözüme,
Aybım vurulur yüzüme,
Endîşeden del’olmuşam,
N’idem ben, ne kılam deyu…

Eğer gerçek kul imişsem,
Ona kulluk kılayıdım,
Ağlayadım bu dünyada,
Yarın anda gülem deyu…

Hâsılı bu dünyada ölümlerin mânevî dirilikten başka çâresi yok:

Ey gece gündüz ölü, ecel seni güldürmez,
Ey ömür boyu diri, ölüm seni öldürmez!

Son nefeste îmandır dirilten sonsuz mâye,
Toprağa girmek değil, Allâh’a ermek gâye… [Seyrî]

Bütün ölümlere yegâne çare bu: Ölmeyene ermek. Ölmeyenle diri olmak. Bunu başaranlar ölmezler, her an yeni bir canla dirilir ve diriltirler. Her adımları Hakk’a dönüş hâlinde olur. Yahya Kemal’in ifadesiyle:

İklîm-i İlâhîye rücû etmek için,
Ervâh açılır engine yelken yelken.

Tabiî dönüşten dönüşe fark var. Biri köşede, biri uçurumda, biri raksta, biri semâvî bir semâda. Her biri muhtevasına göre neticelerle dolu. Asıl olan semâvî bir semâ hâlinde ruhların Câfer-i Tayyar gibi vuslat dönüşüyle mest olması:

Habeşistan’a hicret dolayısıyla Câfer-i Tayyar, Hazret-i Peygamber’den gurbette uzun bir zaman kalmıştı. Hasret içerisinde dönüşü, Hayber fethine rastladı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu görünce son derece sevindi ve bunu şöyle ifade etti:

“Hayber’in fethiyle mi sevineyim, Câfer’in gelişiyle mi?”

Bu yüce iltifat karşısında Hazret-i Câfer, mest olup kendinden geçti ve vecd ile orada dönmeye başladı. Allah Rasûlü, onun bu hâline mânî olmadı. Mevlevîlikteki semânın esası da bu oldu. Gurbet ikliminde Peygamber’e ve Allâh’a dönüşün temsîli hâline geldi.

Akıllı kişi, kendini böyle bir hakikat etrafında ebedî dönüşe hazırlayandır. Gâfil kişiyse, kâh köşeyi dönmenin derdi, kâh kaşe döndürmenin derdiyle ömrü ziyan edendir. İlki her an ölümsüzlük kapısında, diğeri de sürekli ölüm girdabındadır. Her nefeste biri ölümün çaresine mazhardır, diğeri de ölümün testeresine dûçardır…

Ey ölüm karşısında boş çırpınan bîçâre,
Kalk ölümsüz yâre koş, budur ölüme çâre!

Bu çâreyi görmezsen devam eder ölümler,
Hayat bile canında ölümden beter gümler… [Seyrî]