Çocuk ve İhtiyar

H. Kübra ERGİN

Ömür gemisi, ecel iskelesine varana kadar nelerle engellenmiş,
nelerle oyalanmıştı.

İhtiyar adam, vapurun salonuna girince önce pencere kenarında bir yer aradı. Ama maalesef kalmamıştı; eh gençler kendisinden daha çeviktiler elbette.

“Aman ne olacak; yirmi beş dakikalık bir yolculuk alt tarafı!” diye düşündü ihtiyar adam. Boş bulduğu bir yere doğru yöneldi, selâm vererek oturdu. Sonra kimsenin beğenip almadığı selâmını kendisi aldı. Sağına-soluna bakmaya başladı.

Yanına oturduğu otuz yaşlarında görünen, kısa saçlı, takım elbiseli genç adamı süzdü uzun uzun. Genç ise inadına bakmadı kendisine doğru. Aslında otururken ihtiyara göz ucuyla bir bakış fırlatmış, ama kendisine baktığını görünce lâf atmaya hazırlandığını hissederek gözünü kaçırmıştı. Şimdi ise cebinden çıkardığı telefonuna bakıyor, alışkın bir edayla tek elinin parmaklarıyla hızlı hızlı tuşluyordu.

İhtiyar, başını öbür tarafa çevirince aynı yaşlarda bir genç hanımla göz göze geldi. Genç kız da kısa bir göz temasından sonra ilgisiz bir edayla bakışını yere indirdi. Sonra ânîden yanındaki çantasını açıp bir süre karıştırdıktan sonra renkli bir dergi çıkardı; bakmaya başladı.

İhtiyar adama sohbet değil tefekkür düşmüştü yine. İnsanlar bu genç yaşlarda böyle oluyordu ona göre: “Küçük dağları ben yarattım!” iddiasında, pek bir ciddî. Önemli insan havalarında; zorakî bir şekilde kasıntı…

İhtiyar adam “Ben de gençken böyle mi idim acaba?” diye düşünürken dört beş yaşlarındaki oğlunun elinden tutmuş bir baba geldi ve artık iyice dolmuş olan salonda, tam ihtiyarın karşısına oturdu. İhtiyar; küçük çocuğun açık mavi, afacan bakışlarını yakalayınca sevindi: “İşte gözlerini kaçırmayan, yüzünü öteki yana çevirmeyen, kasılmayan biri…”

İhtiyar, küçük çocuğa gülümsedi, çocuk şaşkın bir edayla bakmaya devam etti. İhtiyar göz kırptı, çocuk geniş geniş güldü. İhtiyarın içi ısınmıştı bu serin bahar gününde.

Babası acemî hareketlerle küçük çocuğun atkısını çözüp, başını açtı. Sonra:

“–Dur, montunu da çıkaralım da terleme!” diye düşüncesini seslendirdi ve fermuarını indirdi.

Küçük afacan, atkısı çözüldükçe; sanki ağzının bağı da çözülmüş gibi birden bire konuşmaya başladı:

“–Baba neden dışarıda oturmuyoruz?!.” Babası:

“–Hava soğuk, henüz yaz gelmedi.” deyip geçiştirmek istedi ama ufaklık ikna olmamıştı; güvertede saçları rüzgârda savrulan delikanlıları işaret ederek:

“–Ama onlar çıkmış!” dedi, yüksek bir ses tonuyla.

Babası sanki çok ciddî bir toplantıdaymışçasına fısıltıyla susmasını söyledi.

«Ah!» diye iç geçirdi ihtiyar, çocukla aynı fikirdeydi. Kışın gri, kasvetli günlerinden sonra; baharı müjdeleyen masmavi bir gökyüzü ve deniz, insana yaşama sevinci veriyordu gerçekten. Ama hava açık olmasına rağmen hâlâ çok soğuktu.

Küçük ise anlamak istemiyordu; mahsus sesini yükselterek babasına baskın gelmeye çalıştı:

“–N’olur biz de çıkalım! N’ooluur!”

Babası aldırmaz bir şekilde cevap vermedi; ama çocuk babasının montunun yakasından çekiştirerek:

“–Atkım var nasılsa n’ooluur!” diye ısrar etmeye devam ediyordu.

İhtiyar adam, çocuğun hâlinden keyiflenmişti. “Şu çocuklardan öğrenmeli istemeyi!” diye düşündü: “Nasıl da ısrarla istiyorlar; biz de istemeye değer şeyleri böyle istemeyi bilebilsek!”

İhtiyar, evden çıkarken, çocuklara veririm diye cebine doldurduğu bayram şekerlerini hatırladı. Bir kaç tane kalmıştı işte; çıkarıp küçüğe uzattı.

Çocuk, bir yandan elini uzatırken, bir yandan da onay bekleyen gözlerle babasına baktı. Babası başıyla izin verdikten sonra ihtiyara gülümseyerek teşekkür etti. İhtiyar adam gülümsemeden memnun olmuştu:

“Allah bağışlasın!” dedi; “Pek de sevimli mâşallah!”

İhtiyarın yanında oturan genç adam ilk defa cep telefonuna bakmayı bırakmış çocuğa bakmıştı. Cep telefonunu cebine koyarken ilk kez gülümsedi. Gülümseyince gamzeleri çıkıyordu; sevimli bir ifadeye bürünüyordu yüzü. Şekerleri çabucak bitirip yine babasının yakasına yapışan çocuğu bu kez o avutmayı denedi. Tekrar cebinden çıkardığı cep telefonundan bir şeyler seçerken:

“–Bak, sana oyun açayım mı?” dedi.

Çocuk; kısa bir süre baktı oyuna, ama zor bir oyundu ona göre. Cıır cıır sesleri çıkararak bir süre oyalandıktan sonra telefonu adama uzatıp, tekrar babasına döndü. Bu yaşlardaki çocukların tipik ısrarcılığıyla kaldığı yerden başladı:

“–Hadiii, n’ooluur!”

Pencere tarafındaki genç bayan, seslerden dolayı dikkati dağılmış olacak dergisini okumayı bırakmıştı ne zamandır. O da sevimli küçüğün ısrarcılığını seyrediyordu. İhtiyarla göz göze geldiklerinde gülümsedi. Sonra dergiyi karıştırarak:

“–Bak sana ne göstereceğim.” dedi. Renkli resimler arasında çocuğun ilgisini çekecek bir şeyler aradı. Otomobil reklâmının olduğu sayfayı açıp geriye katlayarak: “Sence hangi otomobil daha güzel?” diye sordu. Çocuk yan gözle bir bayana, bir dergiye baktı. Parıltılı olan, ilgisini çekmişti: “Şuu!” dedi parmağıyla göstererek. Fakat fazla geçmemişti ki yine babasına dönüp, sanki neyi istemekte olduğunu unutmuşçasına anlamsız bir ses tonuyla:

“–N’ooluur!..” demeye devam etti. En sonunda babası:

“–Pekâlâ, tamam.” diyerek yeniden giydirmeye başladı küçüğü. Ama bu kabul, çocuğun kazandığını göstermiyordu, zira vapur artık iskeleye yanaşmaya başlamıştı. Yolculuk bitmişti.

İhtiyar adam, küçük çocuk ve babasının ardından baktı. Bu kısa yolculukta, şu küçük çocuğun hâlinde kendi hikâyesini görmüştü sanki. Kendisi de ömür gemisi, ecel iskelesine varana kadar nelerle engellenmiş, nelerle oyalanmıştı.

Salondan son çıkan yolcuların arkasından o da yerinden kalkıp, titrek hareketlerle yürüdü.