Nasıl Bir Dünya!

Hadi ÖNAL
hadional@mynet.com

İnsana gerekli yatırımın yapılmadığı ülkemiz, düzenlerini başka toplumları sömürerek yaşamak üzerine inşa edenlerden daha çok etkileniyor.

Bir yanlışlık var ya bir yerlerde! Söylemek, söylenmek yetmiyor; feryat, donup kalıyor havada. Şimdi ben, sorsam size: “Kalkınma nedir, gelişmişlik nedir?” diye… Eminim pek çoğunuz ekonominin insan hayatına sunduğu imkânları gösterecek; yükselen refah seviyesini söyleyecek; tekniğin ve teknolojinin insana sağladığı kolaylıklardan dem vuracak; ulaşım ve haberleşmedeki sınırsızlığı örnekleyecek; sonra da bütün bunlardan yararlanma oranı ile de açıklayacaksınız kalkınmayı. Söyleyecekleriniz doğru mu? Elbette doğrudur; ama doğrunun yarısı. Peki; diğer yarısı nedir, nerededir? Diğer yarısı bütün bunları gerçekleştiren insandır. İnsanî boyuttur. İnsana verilen değerdir. İnsanın yıllarca kendisi için yoğurduğu, olgunlaştırdığı kültürdür.

Kalkınmanın bu boyutunu görmezlikten gelmek; insanı insan yapan kültürel değerleri yok saymak, kültür değerlerine gerekli önemi vermemek kalkınmak değil olsa olsa robotlaşma, makineleşme olur ki, bu da toplumlara huzur ve mutluluk getiremez. Aksine insanın yaratılıştan getirdiği sahiplenme açlığını kamçılar. İnsanlar: “Daha çok ekonomik imkâna sahip olursam, daha da mutlu olurum.” gibi sakat bir düşünce anaforu içerisine itilir. İşte o noktada da, artan oranda felâketlere davetiye çıkartılmış olunur.

Gelin; kalkınmışlığa salt ekonomik pencereden görenlerin gözleri ile bakalım: 100 yıl, 50 yıl hattâ 20 yıl öncesine nispeten daha mı ileride dünyamız? Yok, diyebilir misiniz bu soruya? Bilgisayar teknolojisinin insana sunduğu özgürlüğü ve haberleşmedeki sınırsızlığı, ulaşımdaki kolaylıkları, makineye yüklenen iş gücünün verdiği rahatlığı kim inkâr edebilir? Güzel, güzel de bana bugünün insanının 20 yıl, 50 yıl, 100 yıl öncesine göre daha mutlu olduğunu söyleyebilir misiniz? Ya da dünyamızın daha huzurlu olduğunu…

Gerçek bir kalkınma, ekonomik gelişme ile kültürel gelişmeyi aynı paralellikte yürütmekle mümkün olur. Hattâ mânevî zenginliğin maddî zenginliğe göre bir kaç adım önde olması gerekir. Kalıcı medeniyet kuran ve hükümranlığını yüzyıllarla perçinleyen milletlerin tarihleri bu açıdan incelenecek olunursa maddî zenginliklerini kültürel zenginlikle bezedikleri görülür.

Ülkemizin dününün ve bugününün kalkınmışlığını kültürel ve insanî boyut açısından değerlendirdiğimiz zaman açık bir biçimde yoksulluk uçurumuna yuvarlandığını görürüz. Türk toplumunun değer yargıları hızlı bir erozyonla sürekli aşınıyor ve gittikçe insanî boyutta olsun, kültür boyutunda olsun çoraklaşıyor ve bunun tabiî sonucu olarak da verimsizleşiyor.

İnsanı insan yapan sevgi, güzellik, iyilik, doğruluk, başkalarının hakkına saygı, hoşgörü, acıma, yardımlaşma gibi sadece bize ait olmayan; bütün insanlık âleminin genel faziletleri yavaş yavaş medeniyetin bir yarısını oluşturan tekniğin ve teknolojinin dişlileri arasında can çekişiyor. İnsanî unsurlarla bezenmediği için de medeniyet, Mehmed Âkif’in veciz ifadesi ile canavarlaşıyor.

Pek tabiîdir ki millet olarak bizler de bu oluşumdan, bu canavarlaşmadan kendi payımıza düşeni alıyoruz. Bir fark var ki, insana gerekli yatırımın yapılmadığı ülkemiz, düzenlerini başka toplumları sömürerek yaşamak üzerine inşa edenlerden daha çok etkileniyor. Kısacası payımız paydamızın çok üstünde tecellî ediyor.

Ülkemizde; sanat, düşünce, bilim gibi üst kültür değerlerini korumak, yenilemek ve zenginleştirmek adına olumlu adımlar atılmamaktadır. Günümüzün kültür taşıyıcılarından televizyon, bilgilendirme aracı olmaktan çok bir eğlence aracı olarak kullanılmakta ve bu hârika medeniyet kutusundan yeterince faydalanılmamaktadır. Bütün bunlara bir de insanımızın okumama konusundaki inadı ve ısrarı eklenince ortaya korkunç bir tablo çıkmaktadır. Belki bazılarınız beni felâket tellâllığı ile itham edebilir; ama Allah aşkına bir bakın çevrenize; kim memnun bu gidişten? Veya daha farklı sorayım: Nereye gidiyoruz?

Ülkemizi geleceğe taşıyacak üniversitelerimiz başta olmak üzere bütün eğitim kurumlarımızın uzun soluklu bir eğitim ve kültür plânı çerçevesinde hareket etmeleri gerekirken bugün nerelerde ve ne ile meşguller? Devletimiz, bütün imkânlarını bu yöne kanalize etmek zorunda olması gerekirken vaktini ve zamanını nerelerde ve neler yapmakla harcıyor? İnsanı ve kültürü kucaklamayan bir medeniyetin, insana mutluluk değil hüzün; sevinç değil, gözyaşı vermekten başka bir yapacağı olmadığını anlamak için illâ da dünyanın ateşe verildiğini görmek mi lâzım? Görünenler bunun doğruluğunu ispatlamaya yetmiyor mu?

Türk milleti çok köklü bir kültür mirasına sahiptir. Osmanlı’yı sekiz yüz yıl bütün olumsuzluklara karşı ayakta tutan güç; insanı insan olarak -yaratılmışların en şereflisi olarak- bilip kucaklamasıdır. Fakat bu mirası bizler -Cumhuriyet Türkiye’sinin insanları- yeterince anlamış değiliz. Kültürümüze; inançlarımıza, dilimize, gelenek ve göreneklerimize yeterli ölçüde sahip çıkamıyor; kalkınmanın ve gelişmişliğin maddî boyutunun -hoş onu da tam becerdiğimiz söylenemez ya- dışındaki kültür ve insanî boyutunu değerlendiremiyoruz.

Evet, yarının güçlü Türkiye’si için ekonomik gelişme ile kültürel gelişmeyi birlikte yürütmek zorundayız. İnsanımızı okumaya, öğrenmeye yöneltmeliyiz. İşe de insanımızı ezberciliğe yönlendiren bu eğitim sisteminden vazgeçmekle başlamalıyız. Teknik ve teknolojinin bütün imkânları ile insanlarımızı donatmalı, onları yaratılmışların en şereflisi olarak görmeliyiz.

İnsanımıza Mevlânâ’nın Yunus Emre’nin, Hacı Bektâş-i Velî’nin gözü ile bakmalı, sevgiyle kucaklamalı ve bu doğrultuda eğitmeli, yetiştirmeliyiz. Öyle ki örnekliğimizle dünyayı canavarlardan ve canavarlaşmaktan kurtarabilelim.