Kanaat Hazinesi

İrfan ÖZTÜRK

“Sen daha zengin olamamışsın evlâdım. Senin gibi bir fakirin
parasına el süremem.”

İslâm’da mal sahibi olmak, yerilecek ve kınanacak bir şey değildir. Fakat bunun bazı şartları vardır. Her şeyden önce, o malın helâlinden kazanılması lâzımdır. Sonra, yine o malın Allah Teâlâ’nın emrettiği yolda, güzel, iyi ve hayırlı işlerde harcanması lâzımdır. En önemlisi de, elde bulunan mala değil, o malı bahşeden ve ihsan buyuran Allah Taâlâ’ya, Rasûl-i Müctebâ’ya muhabbet etmek, o malın kula Rabb’inden bir atiyye, bir emanet olduğuna inanmak ve ona gönül bağlamamaktır.

Kulun eli kârda ve gönlü yârda olmalı, kendisini yoktan var eden, besleyip türlü nimetler ile büyüten, sağlık ve âfiyet bahşeden ve fazl-u keremiyle mal veren Allâh’a karşı şükrü eksiksiz olarak yerine getirmeye çalışmalıdır. Allâh Teâlâ’nın bu lütuf ve inayetine lâyık olabilmek ve O’nun rızâsını kazanabilmek için mümkün olan gayret ve himmeti sarfetmelidir.

Akıllı insan, her şeyi yerli yerinde kullanmasını bilendir. Mekânı el olması gereken bir şeyi, mekânı kalp olan şeyin yerine koyanların rahatları, huzurları kaçar, rûhen tedirgin olurlar. Hiçbir şeyden zevk alamazlar. Kalplerine doldurdukları mal ve onun sevgisi ruhlarına ve bedenlerine ağır bir baskı olur.

Nazargâh-ı ilâhî olan kalbini temiz tutmaya çalışmalı ve o kudsî makamı kimseye kaptırmamalıdır. Kalpsiz bir insanın yaşaması mümkün olamayacağı gibi, kalbini mal sevgisiyle doldurmuş ve bu sebeple Allah ve Rasûlullah sevgisine yer bırakmamış insan da, netice itibarıyla îmandan ve ebedî saadetten mahrum kalmış olur.

İnsanoğlu, birçok zorluklarla karşılaşmak ve sayısız sıkıntılara mâruz kalmak pahasına dahî olsa, elsiz yaşayabilir ama kalpsiz yaşayamaz. İçinde, Allah ve Rasûlü’ne muhabbet ve îmanın, feyiz ve bereketin, İslâm saadet ve selâmetinin bulunmadığı bir kalbe elbette kalp denilemez. Böylesine bir uzva kalp denilemeyeceği için de, o kalbin sahibine yaşıyor denilemez. İnsan parasız, pulsuz yaşayabilir ama inançsız, îmansız, dinsiz ve Allah’sız asla yaşayamaz. Allah ve Rasûlü’ne îman ve muhabbet, insan için hava kadar, su kadar önemlidir. Zira havasız ve susuz hayatın sürdürülmesi mümkün değildir.

Mal ve para ise, tabiri câizse bir bakıma helâ gibidir. İhtiyaç def olunca hemen terk edilir. Elinizle tuttuğunuz malın ve paranın kirini, su ile yıkar ve temizleyebilirsiniz ama onu kalbinize doldurarak o kudsî mekânı kirletirseniz, orasını temizlemeye okyanuslar dahî yetmez.

Bütün bunlar göz önünde bulundurularak, yıkanıp temizlenmesi kolay ve mümkün olan bir yerden, yıkanıp temizlenmesi hemen mümkün olmayan bir yere mal ve para muhabbetinin kirlerini bulaştırmamaya özen göstermelidir. Mal muhabbetiyle kirlenen bir yerde temiz bir îmandan söz edilemez.

Meşâyıh-ı kiramdan rivâyet olunmuştur ki:

Mağrib diyarında çalışkan, zâhid ve cömert bir şeyh vardı. Balıkçılık yaparak geçimini sağlardı. Avladığı balıkların bir kısmını yoksullara dağıtır ve kalanı ile de ailesini geçindirirdi. O devirlerde İspanya (Endülüs) bir İslâm ülkesiydi. Bizim balıkçı şeyhin de dervişlerinden birisi İspanya’ya gitmeye karar verdi ve şeyhinden ruhsat istedi.

Şeyhi, o dervişe İspanya’ya gitmesi için izin verdi ve kendisine:

“–Endülüs’ün filân şehrine varırsan, orada bizim bir din ve yol kardeşimiz vardır, adı şeyh Abdullah’tır, duası reddolunmayan bir Hak velîsi ve mürşid-i kâmildir. Kendisini ziyaret et, selâm ve hürmetlerimi ilet, duasını niyaz ettiğimi de söyleyiver.” dedi.

Mürid, denileni yerine getirdi. Endülüs’e varınca arayıp sordu, Şeyh Abdullah’ın hanesini buldu. Şaşırdı; karşısında ev değil, saray misâli bir konak vardı. Bir hükümdar sarayı kadar muhteşemdi. Kapıyı çaldı, kapıyı açan hizmetkârlara Şeyh Abdullâh’ı ziyarete geldiğini söyledi. Ona:

“–Siz içeri buyurun ve istirahat edin, kendileri şimdi hükümdarla görüşmek üzere saraya gitti, neredeyse gelir.” dediler ve ikramda bulundular.

Hazretin debdebe ve saltanatını, kendi şeyhinin fakir ve mütevazı yaşayışı ile mukayese eden derviş, bir mürşid-i kâmilin böylesine bir servet ve ihtişama nasıl sahip olabildiğine şaşıp kaldı ve muammâyı çözemedi. Bir süre sonra, üzengileri altından, eyer takımları murassâ cins bir Arap atının üzerinde, pırıl pırıl giyinmiş, her hâliyle vakar ve ihtişam içinde hükümdarlara mahsus bir debdebe ile şeyh konağına geldi. Fakir derviş, bir aralık kendisine hiç görünmeden ve görüşmeden çekip gitmeyi bile düşündü ama sonra bu zâtı kendi hesabına değil, şeyhinin emrini yerine getirmek üzere ziyaret ettiğini hatırlayarak bu fikrinden caydı. Şeyh de fazla bekletmeden ziyaretçisini huzuruna kabul etti.

Bizim fakir derviş, orada daha bir şaşkınlaştı. Şeyhin etrafında hizmetçiler el pençe dîvan durmaktaydılar. Ziyaretçilerini kabul ettiği yer de, hükümdarların elçileri kabul ettiği salonlar kadar müzeyyen ve muhteşemdi, yerlerde gayet kıymetli halılar, pencerelerde ipekli ve sırmalı perdeler, yumuşacık sedirler vardı.

Şeyh Hazretleri, dervişe iltifat etti, hâlini, hatırını ve ziyaret sebebini sordu. Derviş maksadını anlattı:

“–Efendim, fakiriniz Mağrib diyarından geliyorum. Orada sizin Hak kardeşiniz ve aşk yoldaşınız olan Şeyh Abdülvehhab, zât-ı ârifânelerine selâm ve tâzimlerini arza ve duanızı niyaza beni memur eyledi. Mübârek yüzünüzü görmek, eşiğinize yüz sürmek ve şeyhimin emirlerini yerine getirmek üzere huzurunuzda bulunuyorum.” dedi.

“–Demek kardeşimiz Abdül-vehhab’dan geliyorsunuz, şu hâlde dönüşünüzde kendisine bil-mukabele selâmlarımı iletiniz ve lütfen sorunuz:

«Bu dünya ile daha ne kadar meşgul olacak? Hâlâ, dünyaya teveccüh ve rağbetini kesmeyecek mi? Bu meşgale arasında Allah Teâlâ’ya vakit bulup muhabbet edebilir mi? Kendisinden rica ediyorum, artık dünyaya olan meylini kessin, dünya ikbâline teveccüh ve iltifat etmesin.»”

Bu sözleri duyan dervişin aklı-fikri allak bullak oldu. Öyle ya, bu kadar debdebe ve saltanat içinde yaşayan şeyh efendi, balıkçılık ederek geçimini sağlayan ve kendisinin yüzde biri kadar bile refaha kavuşamayan kendi şeyhi aleyhinde nasıl böyle konuşabilirdi? Dünyaya meyil ve rağbet kendisinde, debdebe ve saltanat kendisinde, üstün hayat seviyesi, refah ve huzur kendisinde olduğu hâlde, tutmuş da fakir bir balıkçı olan şeyhine dünyaya rağbet etmesin diyordu. Bu irşâda hiçbir mânâ veremedi, hayret ve taaccüp içinde kendi ülkesine döndü.

Şeyhi, kendisine verdiği vazifeyi yerine getirip getirmediğini sorunca, Endülüs’teki şeyhin sözlerini tekrarlamaya utandı ve:

“–Hiçbir şey söylemedi efendim.” diye geçiştirmek istedi ama şeyhi de diretti:

“–Haydi haydi, beyhûde inkâr edip saklama, mutlaka bir şeyler söylemiştir.” deyince meseleyi olduğu gibi anlattı.

Balıkçılıkla geçinen şeyh efendi, bu sözler üzerine ağlamaya başladı ve gözyaşları arasında:

“–Evet, doğru söylemiş.” diye tasdik etti. Hiçbir şey anlamayan dervişine de, şeyhin ne demek istediğini açıkladı:

“–O zât-ı akdes, bizzat gördüğün o debdebe ve saltanat içinde nefsini dünya muhabbetinden, dünya heveslerinden ve dünya rağbetlerinden temizlemeye muvaffak olmuş bir merd-i ilâhîdir. Senin gözlerini kamaştıran o dünya nimetlerini yalnız eline ve zâhirine vermiş, kalbine ve bâtınına ise Allah ve Rasûlullah aşkından gayrı bir şey koymamıştır. Ben ise, dünya nimetlerinden hiçbirisine sahip bulunmadığım hâlde, dünyaya rağbet ve muhabbetini kalbime doldurmuş bulunuyor ve hâlâ dünya ile uğraşıyorum.”

Nazm:
Fitne kılma malını,
Hem dahî evlâdını.
Yüreğine doldurma,
Mahşerin feryâdını…

İbrahim Edhem -kuddise sirruh- Hazretleri’ne, dervişlerinden birisi yüz dirhem altın verdi. Hazret, bunları kabul edemeyeceğini söyleyince:

“–Yâ şeyh!” dedi; “Bunları lütfen kabul buyurunuz. Ben zengin bir kimseyim. Elli bin altına varan büyük bir servetim vardır. Ayrıca birçok gayr-i menkulüm, atım, arabam, bağım, bahçem vardır.”

İbrahim Edhem Hazretleri, gülümseyerek sordu:

“–Sahip olduğunu söylediğin elli bin altının, elli bir bin olmasını ister misin?”

Derviş, düşünmeden cevap verdi:

“–Helâlinden olursa elbette isterim şeyhim.” dedi; “Servetinin fazlalaşmasını kim istemez?”

Hazret-i Şeyh, başını salladı:

“–Sen daha zengin olamamışsın evlâdım. Senin gibi bir fakirin parasına el süremem.”

Böylece, gerçek zenginliğin paranın çokluğunda değil, kanaatte olduğunu ifade ile irşad eyledi.

Yine, İbrahim Edhem Hazretleri, padişahlığı sırasında tebdîl-i kıyafet edip gezerken, dükkânı olmadığından sokak kenarlarında müşterilerini tıraş eden bir berbere rastlamış ve tıraş olmuştu. Şimdi, kıssayı onun mübârek ağzından dinleyelim:

Tıraşı bitirdikten sonra, berbere bir kese dolusu altın verdim. Keseyi aldı ve üzerine âletlerini dizdiği yere koydu. Onunla hiç ilgilenmedi. Kendisiyle konuşmaya başladım. Maksadım, halkın dertlerini yine halktan birisinin ağzından dinlemekti. Tam bu sırada bir fakir geldi ve berberden Allah rızâsı için bir sadaka istedi. Berber, hiç düşünmeden kendisine verdiğim bir kese altını o fakire verdi. Dayanamayarak sordum:

“–O kesenin içinde ne kadar para olduğunu biliyor musun?”

“–Bilmez olur muyum?” dedi; “Altınla dolu idi. Benden sadaka isteyen fakir ise, gördüğünüz gibi çok yaşlı, hastalıklı, çalışıp-kazanamayacak kadar güçsüz bir insandı. Benim ise iyi-kötü bir sanatım ve geçim vasıtam var. Nasıl olsa, çalışır çoluk-çocuğumun nafakasını temin ederim.”

İbrahim Edhem Hazretleri der ki:

“–Ben hayatımda birçok kanaat sahibi ve cömert kimseye rastladım. Fakat o berberden daha kanaatkârını ve cömerdini henüz göremedim…”