Âşinalık Nûru

Nurettin KORKUT

Sen, O’nun dostluğunun kadrini bilmiyorsun. Gaflet içindesin, diriyken ölmüşsün. Sen, kendi kaprislerini aşk sanıyorsun. Farkında mısın bilmem, ancak kendi varlığına âşıksın.

Halîfe Me’mun’un bir kölesi vardı. Hiç bir gizli şey yoktu ki bilmesin. Bütün halk onunla tanışmak, sohbet etmek isterdi. Sohbeti cazibeli, ahlâkı güzeldi. Sözlerinde öyle etkiliydi ki bütün halk gönülden onun buyruğu altındaydı.

Me’mun, uzun zamandır merak içindeydi, hakikatte o kölenin gönlünde ne vardı? Bunu merak ediyor bilmek istiyordu. Padişahın sevgisine karşı o gönüller fetheden nasıl davranacaktı? Seviliyordu, ancak bu aşkta vefası var mıydı? Gerçekten de bu sevgiye lâyık mıydı?.. Gönlü Me’mun’a bağlı mı, yoksa ahdinde vefasız mıydı? İşte bunu ölçmek niyetindeydi.

Derken bir gün Basra’dan yürekleri dertle dolu, yana yakıla bir bölük halk Bağdat’a geldi. Basra valisinden şikâyette bulundular; “Ondan çektiğimiz zulmü hiç kimseden görmedik!” dediler ve valinin değiştirilmesini talep etiler.

Me’mun o topluluğa gizlice haber gönderdi: “Bu kölemizin vali olmasını ister misiniz?” diye sordu. “Valiliği kabul ederse bundan böyle size yardım eder, elinizden tutar.” dedi.

Basra’dan gelen topluluk bu teklifi memnuniyetle kabul ettiler: “Onun hükmüne gönül hoşluğu ile uyarız. Ötekinin de zulmünden kurtuluruz.” dediler.

Me’mun o sırada kölesine baktı; sevgisi, bağlılığı gerçek mi, anlamak istiyordu. Ona dönüp “Bu valiliğe ne diyorsun?” diye sordu. “Eğer kafana ve gönlüne yatıyorsa hemen valilik fermanını yazayım.” dedi. Köle, o sırada susuyordu, ancak gönlü Basra valiliğinin şavkıyla çırpınıyordu. Me’mun o zaman anladı ki o ay yüzlü, padişahın sevgisine aldırış etmiyor. Gönlü köleden soğudu ve kalbinden onu çıkardı. Ona beslediği sevgiden pişman oldu. Bu hayal kırıklığından dolayı perişan bir hâle geldi.

Gönlünde, benim sevgim meğer yersizmiş, diye hayıflanıyordu. Gizlice Basra valisine bir ferman yazdı. “Kölem oraya varınca bütün Basra’yı süsleyin, donatın, fermanını okuduktan sonra ona gül şerbeti ikram edin, ancak içine zehir katın. Bütün Basra sokaklarında tellâllar gezerek:

«Kim padişahlığı bırakır da valiliği seçerse lâyığı bundan da yüz binlerce beterdir.» desinler ve bunu kırk gün halka duyursunlar.

Allah kulunu kendisi için yarattı. Kendine yaklaştırmak için dünyaya getirdi. Gaflet hâlindeyiz ama kulun bir an bile başka bir şeyle uğraşmamasını diler. Eğer benim kapıma yürüyerek gelirsen, ben koşarak karşılarım diyor. Allah bizi çağırıyor, bizse gaflet uykusunda kalakalmışız. Aşk oyununda zerre kadar sapma olmaz. Olursa o aşk olmaz. Bunda lâf oyunları yaparsan, imtihanlar gelir üzerine, kaldıramaz yıkılırsın oracıkta. Çünkü aşk ortaklık kabul etmez, bu samimiyeti göremiyorsan kendinde olmayanı var gibi gösterme o zaman.

Sûfîlerden biri hac yolculuğunda, aynı kâfilede bir güzelle karşılaşır. Ona bir anda âşık olur, öylesine coşar ki feryatlar, figanlar koparır. Hastalanır, yataklara düşer; onun yüzünden kâfile yol alamaz olur.

Tutulduğu güzel, sûfînin hâlini anlar ve hizmetçisine; “Koş git bütün altınlarımı ona ver o aşk feryâdından bana biraz satın al.” der.

Hizmetçi altın kesesini alıp koşar, gidip ona sunar. Sûfî, keseyi alınca susar. Bu hâle öfkelenen güzel, bu defa: “Durmayın onu sille tokat bir güzel dövün!” der.

Sûfî dayağı yiyince; “Ben ne yaptım da beni bu kadar dövüyorsunuz?” diye feryatlar etmeye başlar. Güzel der ki:

“A kendine âşık olan! Benim gibi birine âşık olma dâvâsına düştün. Fakat altınları görünce benden vazgeçtin. Seni baştan ayağa dek dâvâdan ibaret görüyordum, bana dâvânın da mânâsız olduğunu bir an olsun inandıracaktın. Beni istemek gerekti neden istemedin? İyice anladım ki yalancının biriymişsin sen. Beni isteseydin cân-ı gönülden arasaydın, malım da bir uğurda senin olurdu, altınım da, gümüşüm de. Ama sen beni sattın, ben de sana lâyığını vermeye başladım. A hiçbir şeyden haberi olmayan dost! Beni aramak, beni istemek tümden olmalıydı.”

Bu hâdise üzerine bir Hak dostu şöyle buyurur:

“Sen de Hakk’a gönül ver de kurtul. Muradına er. Halka gönül verdin mi zahmete girer yorulursun. Bütün kapıları güzelce sıva, kapat yüzüne, O’nun kapısını tut, gönlünü O’na bağla. Böyle davran da ayrılık bulutu dağılsın, âşinalık sabahının nûru ışısın. O aydınlığı bulursan, âşinalık yolunu da bulursun, o yol da Allâh’ın izniyle açılır sana. Başları aya yükselmiş olan sâlihler, âşinalık yoluyla bu yolu aştılar. Unutma ki her zerre âşinalık nûruyla parlar. Zerre, güneşin yüzünü görmezse ebedî olarak bir yabancı gibi perde arkasında kalır, görünmez. Ama bir zerrecik âşinalık ışığını bulursa, güneşin nûruyla yüzlerce parlaklık elde eder.

Bilmez misin ki Yakub Peygamber’in gözleri, Yusuf’un kokusuyla nasıl görmeye başladı. Senin de dertte gözün olmalı. Göz ağrısı ve gözyaşıyla kendini eritmelisin. Âşinalık kokusunu aldın mı iki âlemin çevresinde de parlamaya başlarsın. Hak’la dâimî dostluk öyledir ki, o dostlukta bir zerre bile, iki cihanda yeğdir. Allah seni o kadar severken bu neşeyle nasıl oluyor da derine sığabiliyorsun. Bu pergeli gören ulular, yüz canla onun dert noktasını seçtiler, orayı mekân edindiler. Onun bir hitabına yüzlerce can verdiler, ıstıraplarla dolu olan gönüllerini bağışladılar.

Sen, O’nun dostluğunun kadrini bilmiyorsun. Gaflet içindesin, diriyken ölmüşsün. Sen, kendi kaprislerini aşk sanıyorsun. Farkında mısın bilmem, ancak kendi varlığına âşıksın. Benliğin o derecede ki aşkı da ben merkezli düşünüyorsun. Bunu çok derin düşün, bu hâl seni nerelere götürdü. Çıkmaz sokaklarda kendi kendine eziyetler ediyorsun.

Ya dostluktan dem vur, yahut da bunu yapacak samimiyeti kendinde görmediğini kalbinle doğrula ve O’nun dostlarını sev ve onlarla dost olmaya gayret et.”