Edebiyatın Değeri

Prof. Dr. Ahmet SEVGİ
ahsevgi@selcuk.edu.tr

Talebelerle ara sıra derste sanat ve edebiyat üzerine konuşur, tartışırız. Böyle bir sohbet esnasında bir öğrencim: “Mesleğinizden memnun musunuz? Tekrar dünyaya gelseniz edebiyatçı olur muydunuz?” şeklinde bir soru sordu. Ben de bu soruya şu mealde bir cevap verdim:

“Terazinin bir kefesinde dünyanın en zengin adamı olmak var, diğer kefesinde de vasatın üzerinde bir yazar olmak… Bunlardan hangisini tercih edersiniz? diye sorsalar hiç tereddüt etmeden «vasatın üzerinde bir yazar olmayı» cevabını veririm. Âcizane, ilmî eserlerim dışında yayımlanmış beş ayrı deneme kitabım var. Oradaki yazılarımdan herhangi birini bile maddî bir şeyle ölçemem. Onlar benim çocuklarım sayılır. Evlâdın söz konusu olduğu yerde para-pul, makam-mevki geçmez. Bana bu doyumsuz saadeti yaşatan edebiyat olduğuna göre elbette ki mesleğimden memnunum. Tekrar dünyaya gelsem yine bu mesleği seçerdim.”

Bu uzunca cevabım üzerine, soruyu soran öğrenci: “Hocam, pek inandırıcı olmadı. Bence daha gerçekçi olabilirdiniz.” dedi.

Her şeyin parayla ölçüldüğü, sevgi ve saygının bile takasa çıkarıldığı bir toplumda öğrencinin verdiği cevap beni şaşırtmadı, ama üzüldüm…

Geçenlerde Şeref Hanım Dîvânı’nı incelerken karşılaştığım bir beyit, sözünü ettiğim tartışmayı hatırlamama ve edebiyata dair düşüncelerimde yalnız olmadığımı görüp sevinmeme vesile oldu. Şeref Hanım’ın beyti şöyle:

İndinde Şeref bir gelir erbâb-ı kemâlin
Bir mısra-ı mevzûn ile bin genc ü hazîne.

Şair bu günkü dille diyor ki:

“Olgun insanlar nazarında bir mısra, bin hazineye denktir.”

Günümüz insanına bu gerçeği nasıl anlatacaksınız?.. Sözle, eserle ölümsüzleşme duygusunun mânevî hazzını tatmayan kişilere ne söyleseniz boştur.

Bu konuda Şeref Hanım’ın şu kıtası da çok anlamlıdır:

Ben ölürsem de Şeref âlemde
Zâhiren yok ise de evlâdım
Her gazel bir veled-i kalbimdir
Haşre dek yine güm olmaz adım.

Demek ki her kitap, her makale, her şiir hattâ her beyit, insan kalbinin bir çocuğudur. Kanaatimce insanoğlu geriye edebî ürünlerden daha emin bir hayru’l-halef bırakamaz. Yani kişinin adını ebedîleştirecek olan edebî eserlerdir. Ne mal-mülk, ne makam-mevki, ne evlâd u ıyâl hiçbir şey bu konuda sanat eserinin yerini tutamaz. Eskilerin ifadesiyle kişinin ömrü ikidir. Birinci ömür vakti saati gelince sona erer. İkinci ömür ise insanın eseridir ki sahibini ölümsüzleştirir. Bugün Mevlânâ yahut Yunus Emre’ye “öldü” diyebilir miyiz? Gerçi onların maddî varlıkları her fânî gibi çürüyüp toprak oldu. Lâkin onlar eserleriyle kıyâmete dek yaşayacaklardır. Şeyh Sâdî’nin dediği gibi, dünyada yazdığı eser veya yaptığı iyilikle tanınan bir kişi ebedî saadete ermiş demektir. Çünkü öldükten sonra hayırla anılmak onun adını ölümsüzleştirir.*

Şeref Hanım’ın aşağıdaki mısralarda çok güzel ifade ettiği üzere, mal da evlât da fânîdir. Geride kalıcı eserler bırakmak isteyenler kaleme sarılmalıdırlar. Çünkü ölümsüzlük kalemin ucundadır:

Şâir ol yoksa bulur mâl ile evlâd fenâ
Kala dersen eserin ey dil-i şeydâ bâkî
Sen ölürsün o kalır durma hemân söyle gazel
Şerefâ çünki değil kimseye dünyâ bâkî.

Kısacası, yazarların bir evlât nazarıyla baktıkları kalem mahsulü eserler “madde” ile ölçülemez. Mal-mülk, makam-mevki geçicidir. Bugün vardır, yarın yoktur. Fakat asırlar ötesine ses götürecek nitelikteki eserler -velev bir beyit olsun- ebedîdir ve yazarının adını ölümsüzleştirir. Ne mutlu eserle ölümsüzleşme duygusunun mânevî hazzına erebilenlere…

*Devlet-i câvîd yâft her ki nikû-nâm zîst

Kez akabeş zikr-i hayr zinde koned nâm râ.