Gülün Ömrü Az Olur. Lâkin…

Dursun GÜRLEK

Aslında ömrümüz, bir saatten ibarettir. Öyleyse saati, tâate, yani ilme ve ibadete sarf edelim, böylece vakit-nakit ilişkisini daha dikkatli bir gözle değerlendirmeye çalışalım.

Yaşları elliyi geçtiği çoktan belli olan üç-beş arkadaş, bir yerde sohbet ederken söz ihtiyarlıktan açıldı. Dostlardan birinin:

“–Bu konuda sen ne düşünüyorsun?” diye sorması üzerine, ak saçlı, hayli suçlu bir insan olarak söze başladım:

“–Size kanaatimi belirteyim.” dedim. Yaşlı, başlı ve de telaşlı kimseler gibi konuşmak istedim. Başımın yarısından fazlası beyaz kefene büründüğü, bu hazin manzara olanca hüznüyle göründüğü için kederlendim. Bir nevî savunmaya geçtim ve: “Ben bu ihtiyarlığı, kendi ihtiyarımla ihtiyar etmedim! İhtiyarlık, herhangi bir ihtar çıkmadan geldi!” dedim. Kara gözlerini, beyaz saçlarımın üstünde dolaştıran dostuma: “Unutma, bu serseri kar, her dağa yağar!” diye seslendim. Üstüne üstlük, ihtiyarlığın da, bir anlamda bahtiyarlık olduğunu îzah etmeye çalıştım.

Eskilerin eskimeyen sözlerinden biri de şöyledir: Yetim ve öksüz, anası-babası olmayan kimse değildir. Asıl yetim, gerçek öksüz, akranı ve muhatabı bulunmayan adamdır. Eşten, dosttan mahrum bir hayat yaşayan, konuşacak, açılacak, kendisiyle iki lâf edecek kimsesi bulunmayan bir zavallı, gerçekten de tam anlamıyla bir felâketzededir. Dolayısıyla acınacak bir durumdadır. Demek ki vakti-saati gelince ölüm de karşımıza bir nimet, hem de en büyük bir nimet olarak karşımıza çıkıyor. İnsanı, içine düştüğü yalnızlık girdabından, kervandan geriye kalmanın sıkıntısından kurtarıyor. Ne var ki, ölümün nerede, nasıl ve ne zaman geleceğini bilemiyoruz. Tabutlarımızın tahtasının hangi ağaçta olduğunu kestiremiyoruz. Bildiğimiz tek şey, hayatın fânî, ölümün ânî oluşudur.

Merhum Süheyl ÜNVER’in: «Kırkambar»ında gördüğüm bir anekdotu konumuzla ilgili olduğu için buraya alıyorum:

Rivâyet bu ya, «âb-ı hayat» denilen ebediyet (sonsuzluk) suyundan içen kimse bir daha asla ölmüyormuş.

İşte bu hayat suyunu Süleyman -aleyhisselâm-’a içirmek istiyorlar:

“–Eğer bu suyu içerseniz bir daha hiç ölmeyeceksiniz, ebedî hayata kavuşacaksınız.” diyorlar. Hazret-i Süleyman:

“–Ben bütün işlerimi, danışarak, müşavere ederek yaparım. Dolayısıyla bunu da memleketimin ileri gelenlerine sorayım.” diyor. Onlar da:

“–Uygundur.” cevabını veriyorlar. Süleyman -aleyhisselâm-, askerleri ve kumandanları dâhil, kimin fikrini sormuşsa, hepsinden olumlu cevap alıyor.

“–Bir de hayvanlarıma sorayım.” diyerek teker teker yanına çağırıyor ve suâlini tekrarlıyor. İlk önce aslan:

«Çok iyi!» cevabını veriyor. Arkasından kaplan, at ve diğer birtakım hayvanlar: «Çok iyi, son derece isabetli!» diyerek cevap veriyorlar.

Böylece bütün yaratıklar, Süleyman -aleyhisselâm-’ın ebedî hayata kavuşmasını, iyi karşılıyorlar, bunun çok güzel bir şey olduğunu bir kere daha tekrar ediyorlar.

Aynı soru kuşlara da yöneltiliyor. Önce tavus, sonra leylek, derken diğer bütün kuşlar cevap veriyorlar. Nihayet bir de karganın fikrini alayım diyor. Karga:

«Uygundur, doğrudur amma…» deyince Süleyman –aleyhisselâm-:

“–Niçin «amma…» dedin?” diye soruyor. Bunun üzerine karga şunları söylüyor:

«Efendim, belli ebedî hayat güzeldir. Fakat bir gün gelecek yakınlarımız, sevdiklerimiz bu dünyayı terk edecekler. Siz onları kaybetmenin acısıyla baş başa kalacaksınız. Tek başına yaşamanın ne tadı olur ki!..»

Bu cevap üzerine, Süleyman -aleyhisselâm-, âb-ı hayatı içmekten vazgeçiyor.

Hakikat ehlinin, ehliyet yerine geçen şöyle bir sözü var: Unutmayalım ki, üç günlük dünyada, insanın ömrü de üç günden ibarettir. Dün, bugün, yarın… Dün, mazi ırmağına katıldığı için, bir daha ele geçmesi mümkün değildir. Yarının ise, geleceği şüphelidir. Bundan dolayıdır ki, «Yarın diye bir şey yoktur!» denilmiştir. Öyleyse gerçek ömrümüz, içinde bulunduğumuz bir günden ibarettir. Durum böyle olunca, yapılacak en akıllı iş, 24 saati iyice değerlendirmektir. İsterseniz çerçeveyi biraz daha daraltabilir, hayat üç saatten ibarettir, diyebilirsiniz. Hattâ bu üç saatten de gerekli indirimi yapıp, bütün sermayenin bir saatlik zaman diliminden ibaret olduğunu cümle âleme ilân edebilirsiniz.

Öyle değil mi efendim? Kabul etmek gerekir ki önceki bir saat uçup gitmiştir, bir daha geri gelmeyeceği kesindir. Sonraki bir saatlik vakte kavuşacağımız ise meçhuldür. Gelmemesi, ihtimal dâhilindedir. Nitekim şair de bu konuya temas ediyor, bakınız ne güzel söylüyor:

Sâat-i vâhidedir ömr-i cihan
Sâati, tâate sarf eyle hemân

Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur ki, ömrümüz, bir saatten ibarettir. Öyleyse saati, tâate, yani ilme ve ibadete sarf edelim, böylece vakit-nakit ilişkisini daha dikkatli bir gözle değerlendirmeye çalışalım. Belirtmeye gerek yok ki, bu bir saati, bir dakikaya bile indirebilirsiniz. Hattâ «saniye»yi de hesaba katarsanız, fenâya ve fânîye olan meyliniz iyice azalır. Öyleyse, hüküm cümlemizi şöylece ortaya koyabiliriz. Hayat, bir «ân-ı vahid»den ibarettir. Bir mezar taşında görülen şu kitâbe işin sırrını fâş ediyor: «Beni bir Fâtiha ile an. Unutma, an, bu andır. Dem, bu demdir!»

İşte efendim, ömür bu kadar kısa olduğu için, uzayıp giden meşguliyetlerin, biriktirilen bunca servetin, elde edilen malın-mülkün, hiçbiri insanı gerçek anlamda tatmin etmiyor. Dertlere deva olmuyor. Kalplerdeki hastalık, dünya metaıyla şifa bulmuyor. Kederli yüzler bir türlü gülmüyor. Hikâye bu ya hükümdarın biri, muhteşem bir saray yaptırmış. Evliyaullah’tan birini davet edip her tarafını gezdirmiş. Efendi hazretlerine sarayı nasıl bulduğunu sormuş. Allah dostu şu anlamlı sözle karşılık vermiş: “Sarayın ihtişamı gerçekten de göz kamaştırıyor. Her şey mükemmel. Fakat bekâsı yok!”

Niçin itiraf etmeyelim, bilmek insanı mutlu ettiği gibi, bilmemek de huzur veriyor. İsterseniz şöyle düşünelim: Bir ay sonra öleceğini bilen bir adamda rahattan, mutluluktan eser kalır mı? Hâlbuki üç günlük ömrü kalan insan -bunu bilmediği için- normal hayatını sürdürüyor, daha uzun yıllar yaşayacakmış gibi geleceğe hazırlanıyor. En küçük bir endişe bile duymuyor. Uzun sözün kısası, Allâh’ın kullarına verdiği en büyük nimetlerden birini de, gaybı bilmemesi teşkil ediyor.

Biliyor musunuz, insanın iki ömrü vardır. Birincisi herkesin yaşadığı otuz, kırk, altmış, yetmiş, bilemediniz yüz yıllık zaman dilimi, diğerini ise «ömr-i sâni» dediğimiz ikinci ömür oluşturuyor. Birinci ömrümüz süreli, ikinci ömrümüz ise süresizdir. İkinci ömür sür-git devam ediyor. Unutmayalım ki, her hususta olduğu gibi, bu konuda da en güzel, en doğru ve en mânâlı sözü Efendiler Efendisi söylüyor: “İnsan öldükten sonra amel defteri kapanır. Dünya ile bütün ilişkileri kesilir. Fakat üç sınıf insan vardır ki, onlar öldükten sonra da yaşarlar. Dolayısıyla sevap kazanmaya devam ederler. Bunlar cami, çeşme, yol, köprü vesâire gibi sadaka-yı câriye tesis edenler. Hayırlı evlat yetiştirenler, eserleriyle, ilimlerinden insanları yararlandıranlar.” buyuruyor.

İnsanlık tarihine şöyle bir göz attığımız zaman, ikinci ömrünü yaşayan, hayırla anılan, eserleriyle hizmet vermeye devam eden bahtiyarların varlığını imrenerek görüyoruz. Fânî hayatı elliyi bile bulmayan, cihan hükümdarı, Fatih Sultan Mehmed sadece İstanbul’u fethettiği için değil, İstanbulluların kalplerini de fethettiğinden dolayı aramızda yaşamaya devam ediyor. «Bina perdesi» olan Fatih Camii başta olmak üzere, diğer bütün mabetlerde adı anılıyor, dualarda yâd ediliyor. Günün her saatinde Fatih’te Fatih’e Fâtiha okunuyor. Sinan ise Süleymaniye ile hiçbir fânîye nasip olmayan sırrı yakalıyor, her saniye hayırla yâd ediliyor. Bâkî, bâkî kalan bu kubbede hoş bir sada bıraktığı için «bekâ»nın ve «likâ»nın en büyük mutluluk olduğunu âdeta kulaklarımıza fısıldıyor.

Şeyh Galib, «Hüsn-ü Aşk»ıyla, aşkın hüsnünü, taşkın ve coşkun bir üslûpla dile getiriyor. Âkif’in «Safahat»ını okuyanlar, sefahatten ve sefaletten kurtuluyorlar.

Kısacası, âlimler, ârifler, müellifler, müverrihler, musannifler, mütercimler, muallimler, mürebbîler, kısacası bilumum ilim ve sanat adamları, hürmetle, minnetle, saygıyla anılıyorlar. Yerin üstündekileri, yerin altındakiler idare ediyorlar. Bir kere daha belirtelim ki insanın, gerçek hayatını, bıraktığı eserler, yaptığı hizmetler, yani ikinci ömrü teşkil ediyor. Bakınız, işin sırrını keşfeden şair ne güzel söylüyor:

Adını hayr ile andırmaya eyle gayret
Âleme geldiğine bir taşı terk etme delil
Taşını da, na’şını da mahv eder ammâ eyyâm
Ebedî daim olur elsinede zikr-i cemîl!

Yüzyıllar önce yazıldığı hâlde bugün bile zevkle ve şevkle okunan eserlerin, özellikle mukaddimelerini gözden geçirdiğimiz zaman, yazarlarının bu noktaya dikkati çektiklerini, kitaplarını nasıl bir hâlet-i rûhiye ile kaleme aldıklarını îzah sadedinde bilgi verdiklerini görürüz. Klâsik İslâmî eserlerin hemen hemen hepsinde bu yönteme başvurulduğu bir gerçektir. Meselâ Sâdî, «Kitabın Telifinin Sebebi» başlığı altında «Gülistan»ı nasıl yazdığını bize şöyle anlatıyor:

“Bir gece geçen günlerimi düşünüyor, telef olan ömrüme acıyor, gönül sarayının taşını gözyaşının elmasıyla deliyor, hâlime münasip düşen şu beyitleri söylüyordum:

[Her nefeste ömrümden bir nefes eksiliyor. Etrafıma bakıyorum, kimseler kalmamış. Be adam, elli yaş yaşadın, hâlâ uykudasın. Bu kalan beş gününün mü kıymetini idrak edeceksin? Hayatını boşuna geçirip iş görmeyen, göç davulu çaldığı hâlde yükünü hazırlamayan kimse utanacaktır. Göç sabahının tatlı uykusu zavallı piyadeyi yoldan alıkoyar. Bu dünyaya her gelen bir bina kurdu; ölünce başkasına bıraktı. Yerine gelen de onun gibi kuruntuya kapıldı. O da öldü. Binayı kimse başa getiremedi. Bekâsı olmayan dostu, yani dünyayı dost tutma. Bu gaddar, dost edinmeye değmez. Mademki iyi-kötü herkes ölecektir. O hâlde bahtiyar, iyilik topunu çelen kimsedir. Azığını kabrine kendin gönder. Unutma, senden sonra kimse gönderemez. Öyleyse sen önden gönder. Ömür, Temmuz güneşine maruz kalan kar gibidir. Bu kar erimiş, pek az kalmıştır. Hâlbuki efendinin işten haberi yok; hâlâ gurur içinde aldanıp duruyor. Ey pazara eli boş giden kimse! Korkarım ki mendilini dolu getiremezsin. Ekinini yeşil iken yiyen adam, harman zamanı gelince ancak başakçılık yapar. Sâdî’nin nasihatini can kulağıyla dinle: Yol budur, mert ol, bu yoldan yürü.]

Bu mânâyı düşündükten sonra öyle münasip gördüm ki, artık çekileyim, bir köşede oturayım. Görüşmekten, konuşmaktan eteğimi çekeyim. Perişan sözlerden defteri yıkayayım; bundan sonra da perişan söylemeyeyim.

[Dili kesilmiş bir dilsiz yahut sağır olarak bir köşede oturan kimse, dili kendi hükmünde olmayan, yani dilini idare edemeyen kimseden daha iyidir.]

Düşündüklerimi uygulamaya başladım. O zamana kadar ki, gam mahfesinde yoldaşım, keder hücresinde arkadaşım olan bir zât, her zaman olduğu gibi, kapıdan içeri girdi; birçok şakraklık gösterdi, şakalaşmak istedi. Cevap vermedim, başımı ibadet dizinden kaldırmadım. Murakabeye devam ettim. O zât, bu hâlimden dolayı incindi, dargın baktı. Dedi ki:

«–Kardeş, bugün söz söylemek mümkün iken söyle. Tatlı tatlı konuş; çünkü yarın ecel habercisi gelince, ister istemez dilini çekecek, susacaksın.»

Mensuplarımdan birisi, onu durumdan haberdar etti.

«–Sâdî, azm u cezm etmiş. Bundan sonra sağ oldukça itikâfta yaşar gibi yaşayacak, kimseyle konuşmayacak. Sen de böyle yaşayabilirsen başının çaresine bak, halktan uzak ol.» dedi. Arkadaşım, buna cevap olarak:

«–Allâh’ın büyüklüğüne, kadîm olan arkadaşlığıma yemin ederim ki, benimle alıştığımız şekilde tatlı tatlı konuşmadıkça buradan çıkmam, rahat ve huzur bulmam. Dostları incitmek câhilliktir. Şayet yemin etmişse kefaret vermek kolay bir iştir. Hem de Ali’nin Zülfikârı’nın kınında, Sâdî’nin dilinin damağında durması doğru bir hareket değildir.

Ey akıllı zât, ağız içindeki dil nedir? Hüner sahibinin evinin anahtarıdır. Bir dükkânın kapısı kapalı olunca, o dükkânın sahibi cevahirci midir, yoksa çerçi midir, bilinemez.

Akıllıların yanında sükût etmek edep ise de, lüzum görüldüğü zaman konuşmak gerekir. İki şey akıl hafifliğine delâlet eder: konuşacak yerde susmak, susacak yerde konuşmak.»

Uzun sözün kısası, o zât, aziz dostum, can yoldaşım olduğu için kendisiyle konuşmamayı, sohbetinden yüz çevirmeyi uygun görmedim.

«Kavga etmek istediğin zaman öyle birisiyle yap ki, ne ona ihtiyacın ne de ondan korkun olsun.»

Çaresiz olarak konuştuk ve geze geze şehirden dışarı çıktık. Mevsim, ilkbahardı. Soğuğun şiddeti dinmiş, gülün devletinin zamanı erişmiş idi.

«Ağaçların üzerindeki yapraktan gömlekler, bahtiyar insanların bayramlık elbiseleri gibiydi.

Celâleddin Melikşah tarihine göre, ilkbaharın ikinci ayı, Nisan’ın ilk günleriydi. Dalların minberlerinde bülbüller hutbeler okuyordu. Kızıl güllerin üzerine, çiğlerden inciler düşmüştü. Bunlar öfkelenmiş bir dilberin, yanağındaki ter tanelerini andırıyordu.»

O gece, dostlar ile bir bahçede geceledik. Bulunduğumuz yer, gönül açıcı, hoş bir yer idi. Baktıkça gönül çeken ağaç dallarının birikimiyle sarmaş-dolaş olduğu görülüyordu. Geceleyin zemine baksan sanırdın ki billur taneleri saçılmış, gözünü semâya çevirsen zannederdin ki Ülker Yıldızı top kandil olmuş, göğe asılmış.

«Bir bahçe ki, içinde âb-ı hayata benzer soğuk ve tatlı sular akıyor. Büyük ağaçların üstündeki kuşlar âhenkli âhenkli ötüyor. Bahçenin zemini renk renk lâlelerle dolu. Ağaçlar meyveye duracak; türlü türlü çiçeklerle donanmış. Ağaçların altlarına bakacak olursan, görürsün ki, bâd-ı sabâ onlara bukalemun renkli halılar yaymış.»

Sabah olunca gitmeye karar verdik. Baktım ki, dostum eteğini gül, reyhan, sümbül ile doldurmuş. Onları şehre götürmek istiyor. Şöyle söyledim:

«–Bilirsin ki, gülün ömrü az olur. Çok sürmez, bu gülistan bozulur. Ne gül kalır, ne gülistan! Hikmet ehli zâtlar, gelip geçici şeylere gönül bağlamayın, demişler.»

Dostum dedi ki:

«–Pekâlâ, o hâlde ne yapalım?»

«–Ben, ‘Gülistan’ adlı bir kitap yazmak istiyorum, okuyanların gözleri sevinsin, içleri açılsın. Sonbahar rüzgârı onun yaprağına ilişmesin. Feleğin dönüşü, onun baharını kazana çevirmesin.» dedim.

[Bir deste gül ne işine yarar, onun yerine gel, benim Gülistan’ımdan bir yaprak al. Gül, ancak beş-altı gün yaşar. Bu Gülistan ise dâima ter ü taze durur, solmak nedir bilmez.]

Ben, bu sözü söyleyince dostum eteğine doldurmuş olduğu gülleri döktü, eteğime yapıştı:

«–Haydi bakayım, kişizade verdiği sözü yerine getirir.» dedi. Ben de:

«–Peki.» dedim. Yazmaya başladım. Hemen o gün güzel geçinmek, yoluyla konuşmak hakkında bir-iki bölüm yazdım, beyan ettim. Yazıda şöyle bir üslûp kullandım ki, konuşanların işine gelir, münşilere de belâgat öğretir.

Sözü uzatmayayım, gül faslı bitmeden, dallar üstünde hâlâ güller gülerken, Mennan olan Allâh’ın yardımıyla Gülistan kitabı bitti.”

İşte böyle efendim, Sâdî Gülistan’ı yazmayı o gün bitirdi, ama biz bugün bile okuya okuya bitiremiyoruz. Yüzyılların ötesinden, bize böyle solmayan bir bahçe hediye ettiği için kendisini dualarla anıyoruz.

Zaten semere-i hayat, hayırla yâd edilmek değil mi?

 II. Bâyezid’in komutanlarından Çakeri, kalemini de kılıcı gibi kullanan güçlü bir şairdi. Farsçası çok kuvvetliydi. Leylâ ve Mecnun, Yusuf ve Züleyhâ tarzında mesnevîler kaleme almıştı. Lâtifî tezkiresinde kayıtlı bulunan bir fıkradan anlaşıldığına göre Çakeri vaktinden önce ağaran sakalını bir gün siyaha boyuyor. Padişah, şairi sakalı kararmış bir hâlde görünce:

“–Bu nûru niçin zulmete çevirdin?” diye soruyor. Çakeri, şu zarif cevabı veriyor:

“–Padişahım! Ben yaşımı bilirim. Sakalım yalan söylüyordu. Onun için gözüne kara çaldım.”

Şair, böylece hükümdarın iltifatına ve ihsanına mazhar oluyor.

Hazret-i Ömer’e atfedilen şu fıkra ise, beyaz saçların insanı kara kara düşündürmeye başladığını gösteriyor.

Dünya adâlet tarihine adını altın harflerle yazdıran halîfe Ömer, adamın birini görevlendirmiş. Bu zât her gün yanına gelerek: «Yâ Ömer! Ölüm var!» şeklinde bağırıp gidiyormuş. Hazret-i Ömer, bir sabah uykudan kalkarak aynaya bakar, sakalına beyaz düşmüş olduğunu görür. Sonra her gün kendisini îkaz eden adamı yanına çağırarak:

“Artık sizin bağırıp, çağırmanıza gerek kalmadı. Çünkü işte ölüm habercisi geldi!” buyurur.

Saçına ve sakalına siyah düştüğü hâlde mütenebbih ve müteyakkız olmayanlara ithaf edilir.

Veyl mütekebbirlere!..