Ebedi Saadet

Yard. Doç. Dr. Emin IŞIK

Vaktiyle genç bir derviş, tekkede hizmete soyunmuş. Aynı sokakta, tekkeye komşu olan bir Ermeni ailesi yaşıyormuş. Ailenin Hayganuş adında genç ve güzel bir kızları varmış. Güzel dediysek, öyle sıradan bir güzel değil, görenlerin aklını başından alacak cinsten bir perî sûret, dillere destan bir âfet!

Genç derviş sokakta sık sık karşılaştığı kıza abayı yakıyor ve kendini tutamayıp, ellerini semâya açıyor: «Hey kurban olduğum Allah! Buna da mı kıyacaksın? Bu canı da mı alacaksın?» diye niyazda bulunuyor.

Bu yakarışı işiten şeyh baba, zaten durumu yakından izliyor, dervişin hâlini biliyormuş. Onu huzura alıyor ve karşısına oturtuyor: “Bak evlâdım, bu yol uzun ve çileli bir yoldur. Yalnız zikir ve ibadet, yalnız tesbihat ve riyazat yetmez. Bu yolda menzil almak için güçlü bir irade gerekir. Yoksa bir adım dahî gidemezsin. Hercâî bir gönülle, onu da şuna-buna kaptırarak hedefe varamazsın! Biz, sana seyyah verdik, Hindistan’a kadar gidecek, dolaşıp, geleceksin.” diyor.

Tarikat geleneğinde, özellikle Bektaşî ve Mevlevîlerde, cezalandırılmak istenen veya gezip, görmek ve ibret almak sûretiyle olgunlaşması beklenen dervişlere, seyyah verilirdi. Şeyhinden seyahat emri alan bir derviş, bunun âdâbına uymak, îcabını yerine getirmek zorundaydı. Uğradığı her şehir ve kasabada -varsa- kendi tarikatına ait bir tekkede, yoksa bir başka tarikatın tekkesinde belli bir süre kalırdı. Nereden geldiğini, niçin geldiğini, şeyhinin kim olduğunu, misafir olarak kalacağı tekkenin şeyhine bildirir ve onun emrine girerdi. Onun izni olmadan da oradan ayrılamazdı. Misafir olarak kaldığı tekkenin kurallarına uyar ve bir takım hizmetlere katılırdı. Meselâ; odun yarmak, kuyudan su çekmek, bulaşık yıkamak gibi işlerde öteki dervişlerle birlikte hareket eder, onlara yardımcı olurdu. Bazen hastalık veya kar ve kış yüzünden üç-beş ay aynı tekkede kalınırdı.

İşte bu gibi engeller yüzünden söz konusu seyahat de bazen yıllarca sürerdi.

Her ne ise sözü uzatmayalım:

Yirmi yaşlarında yola çıkmış olan derviş, kırk yaşının üzerinde yarı yaşlı, olgun bir adam olarak, sağ-sâlim döner gelir. Fakat o güzeller güzeli komşu kızının hayali, gözünün önünden hiç gitmez. Üstelik hep merak etmiştir: «Acaba o güzel şimdi ne hâldedir?»

Daha tekkeye uğramadan kızın kapısına varır. Kapı önünde oyun oynayan çocuklara yaklaşır. Durumu, önce onlardan öğrenmek ister:

“–Madam Hayganuş evde mi?” diye sorar. Çocuklar oyunu bırakırlar, içlerinden sekiz-on yaşlarında bir kız, içeriye seslenir:

“–Anne, bir amca geldi, bak seni soruyor!” der. İçeriden hırıltılı bir ses duyulur:

“–Kimmiş o amca, ne istiyormuş?” diyen bir kadın, kucağında bir bebekle çıkagelir. Saç-baş dağınık, üstündeki giysi kir-pas içinde, perişan mı perişan. Gerdan sarkmış, yüz kırışmış, bakışlar solmuş. O gençlikten, o perileri bile kıskandıran güzellikten ne iz kalmış, ne eser!..

Adam, açmış ellerini semâya: “Ey kurban olduğum Allah! Demek ki, önce bu hâle getiriyorsun, sonra da canını alıyorsun!..” demiş.

Bu, bir kıssadan hissedir.

Biz kıssayı burada kesiyor, yolumuza devam ediyoruz ve diyoruz ki: «Beden araz, ruh cevherdir.»

Araz, aslında ârızî olan yani kalıcı olmayan şekil ve görüntülerdir. Arazın varlığı kendinden değildir. Bir başka öze bağlı ve ona muhtaç olarak varlık kazanır. Zamanla değişir veya tamamen yok olur, gider. Arazlar var gibi görünseler de, varlıkları sürekli ve ebedî değildir, gelip geçicidir.

Gençlik de, güzellik de hattâ bütünüyle bedenler de birer arazdır. Çünkü hepsi gelip geçici şeylerdir. Kalıcı olan, öz varlığımız olan rûhumuzdur. Bizi sonsuza taşıyacak olan da odur.

Her gün ölenleri gördüğümüz hâlde, biz hiç ölmeyecekmişiz gibi düşünürüz. İçimizdeki bu duygu, bedenimize değil, rûhumuza ait bir vak’adır. Rûhumuz, ölümsüz olduğunun bilincindedir. Bunu hisseder ve bize de hissettirir.

Oscar Wilde: “Ruh, bedende ihtiyar olarak doğar, beden rûhu gençleştirmek için ihtiyarlar.” diyordu. Bu sözle rûhun, ezel âleminden geldiğini ifade etmek istiyordu.

İnsanoğlu, beden taşıyan bir varlıktır, ancak varlığı bedenden ibaret değildir. Bedenimiz, rûhumuzu taşıyan bir kap, bir saksı gibidir. Elbette o kabın temiz, sağlam ve bakımlı olması gerekir. Ancak bütün emek ve gayretini bedeni için harcayan, rûhu için hiç çaba göstermeyen biri, kendisine yazık etmiş olur. Oysa öz varlığımız olan rûhumuzu ihmal etmemiz, kendimize yapabileceğimiz kötülüklerin en büyüğüdür.

Epiktetos da: “Hepimiz, bedenin ölümünden korkuyoruz. Fakat rûhun ölümünden korkan var mı?” diyordu.

Biz insanız. İnsan olmak ve insan olmanın gereklerini yerine getirmek zorundayız. Biz, diğer canlılar gibi, yalnız yemek-içmek ve üremek için yaratılmış olamayız. Çünkü bizi yaratan, onlara vermediği birçok özelliği bize vermiştir. Vermişse, elbette onları kullanalım diye vermiştir.

Epiktetos şöyle der: “Dünyada her hayvanın kendi menfaatine bağlandığı kadar bağlanabileceği başka bir şey yoktur. Bir hayvan; kendisini bağlı olduğu faydadan engelleyen kim olursa olsun, baba, kardeş, oğul, arkadaş, herkesi düşman bilir ve hiç çekinmeden ona saldırır. Hayvan için yem; aynı zamanda baba, kardeş, oğul, dost, akraba, vatan hattâ tanrı demektir. Çünkü hayvan, yalnızca menfaatini bilir ve yalnızca ona tapar. Eğer öküzlerle, domuzlar konuşabilseydi, yemden başka şey düşünenlerle alay ederlerdi!”

“Sende her biri, yapılması gereken bir vazifeyi îcap ettiren bir takım meziyetler vardır. Sen, bir insansın. Servetini kaybedince, bunu büyük bir kayıp sayıyorsun. Fakat sadâkati, saffeti, tevazuu, dürüstlüğü terk ettiğin zaman, bir şeyler kaybettiğini sanmıyorsun. Hâlbuki maddî serveti kaybettiren şeyler, irademiz dışında ve bize bağlı olmayan yabancı kuvvetlerdir. Bu yüzden maddî servete sahip olmamak ya da onu kaybetmek utanılacak bir şey değildir. Oysa namus, iffet, sadâkat gibi, iç servetimize gelince, onu ancak kendi hatamız yüzünden kaybederiz. Ona sahip olmamak ayıp ve acı bir şeydir. Hele sahip olduktan sonra kaybetmek, çok daha ayıp ve daha acı bir şeydir!”

“Bellenmesi lâzım gelen ilk bilgi, Rabbânî inayetiyle her şey idare eden bir Allâh’ın var olduğudur. Yalnız hareketlerimizin değil, duygularımızın ve fikirlerimizin de O’ndan saklanamayacağıdır. Bundan sonra O’nun mahiyetini ve sahip olduğu özellikleri bilmek gerekir. Aslında O’nun mahiyeti ve özellikleri bellidir. Bundan dolayıdır ki, O’na itâat etmek ve O’na kendini beğendirmek isteyenler, bütün gayretlerini O’na benzemeye sarf etmeliler. Yani hür, vefakâr, merhametli, iyiliksever ve efendi olmalılar. İşte en esaslı mesele budur. Oysa ne Allâh’ın ne olduğunu, ne de insanın ne olduğunu biliyorsunuz. Neyin iyilik, neyin kötülük olduğundan da haberiniz yoktur. Ey alçak esir! Senin için en doğru olan şey, Allâh’ın senin hakkında takdir ettiği şey değil midir? Sana düşen de O’nun, senin için münasip gördüğü şeyi yapmak değil midir? Öyleyse senin hâkimin ve hakemin olan Allâh’ı, niçin elinden geldiğince suçlamaya ve karalamaya çalışıyorsun?”

“Bir hekim bir hastaya gider, hekim ona hastalığını anlatır, ilâçları verir ve yemeyeceği şeyleri söyler. Hasta ona inanır ve teşekkür eder. Oysa bir âlim, bir câhile, azgın arzularınızın sonu yoktur, endişeniz âdice ve sefildir, kanaatleriniz yanlış ve sahtedir, diyecek olsa, o câhil bu söylenenleri kendisine hakaret sayar, öfkelenir, çekip gider. Bu fark, nereden geliyor? Çünkü hasta, ağrıyı duyar fakat câhil bu acıyı duymaz.”

“Dünyanın her şeyi bilen bir kuvvet tarafından yaratılmış olmaması mümkün değildir. Bu kadar muazzam ve bu kadar hârikulâde bir makine nasıl olur da alelâde bir tesadüfle var olabilir ve varlığını sürdürebilir? Bu, imkânsız bir şeydir. Dolayısıyla onu yaratan ve idare eden bir kuvvet vardır. O kimdir ve nasıl idare eder? Ya O’nun eseri olan biz kimiz, niçin varız?”

“Bunları düşünen, esere imrendikten ve yaratanı takdir ettikten sonra mesut olarak göçüp giden pek az bahtiyar vardır!”

İşte erken gelen bir Mevlânâ diyebileceğimiz Epiktetos böyle biridir.