Âhirzaman Hengâmında İstikbâle Hazırlık

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

Bu dünyadaki bütün yarınlar izâfî yarınlardır. Çünkü hepsi dünden ibaret olmaktadır. Dün olmayacak tek yarın, âhirettir. Gerçek istikbâlimiz, işte o yarında belli olacaktır.

YARINA NE HAZIRLADIK?

Malûm bu dünya bir imtihan dershanesi. Bu dershanede Cenâb-ı Hak bizleri peygamberleriyle, suhuf ve kitaplarıyla, kâinattaki azamet tecellîleriyle ve ilâhî sanat hârikalarıyla gece gündüz irşad ediyor. Bu irşadın maksadı, insanoğlunun tekrar cennete dönmesi. Bunun için de vuslat yolunda her şeyden önce nefis ve iblis engelini bertaraf etmek zarurî.

Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de bize verdiği mesajların özü bu. Dolayısıyla Kur’ânî ve nebevî mesajlara gönül vermemiz, daha doğrusu onları tatbikata geçirmemiz şart. Ancak o zaman âhirzaman hengâmı, istikbâli kazanma harmanı hâline gelir. Çünkü bu fânîden sonraki gerçek istikbâl dünya harmanında elde edilir. Rabbimiz buna işaretle buyurur ki:

“Ey îman edenler! Allah’tan ittikâ edin (ihlâs, takvâ ve hürmet ile O’na bağlanın, isyan etmekten de sakının) ve herkes yarına ne hazırladığına baksın.” (el-Haşr, 18)

MAZİ OLMAYACAK TEK YARIN VAR

Herkes bilir ki bu dünyadaki bütün yarınlar izâfî yarınlardır. Her yarın vakti gelince sadece dünden ibaret olmaktadır. Fakat öyle bir günümüz olacak ki o günümüzün dünyaya ait bir yarını olmayacak. O gün, gerçek ve tek yarın olacaktır, bu da âhiret yarınıdır. İşte gerçek istikbâlimiz o yarında belli olacaktır. O yarında hayat kasetimiz bize tamamen seyrettirilecektir. Cenâb-ı Hak buyurur:

“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14)

Dolayısıyla ömrümüzün bütün meselesi, bu yarını kazanabilmek için ebedî istikbâle en güzel şekilde hazırlanmak olmalıdır.

Çünkü kıyâmet gününe hazırlıksız varanlar için o gün çok dehşetli ve şiddetli geçecektir. Cenâb-ı Hakk’ın bildirdiği veçhile o gün zaten çok şiddetli bir gün olacaktır. Ancak bu şiddet ve dehşet, oraya hazırlıksız ve gâfilâne gidenlere korkunç bir musîbet olacaktır.

Bu imtihan âleminde en ufak bir rahatsızlıktan korkuyoruz, en ufak bir depremden, ârızî ve semâvî âfetlerden yüreğimiz hopluyor, binbir endişe içine düşüyoruz. Çünkü canımız çok tatlı. Fakat bilmeli ki korkulardan, endişelerden ve kederlerden kurtuluşun tek yolu var. O şiddetli güne tam hazırlanmak. Çünkü ne dünyada ne kabirde ne de kıyâmette kaçacak hiçbir yer yok. Bunun için Cenâb-ı Hak, bizlere yegâne barınak ve sığınak olarak yüce zâtını göstermekte ve buyurmaktadır ki:

“Al­lâh’a kaçın/ko­şun…” (ez-Zâ­ri­yât, 50)

Bu Allâh’a kaçış/koşuşta ömür denen zamanı değerlendirmek çok mühim. Çünkü her şeyi geri almak, bedelini ödemek mümkün, fakat elden kayıp giden zamanı geriye almak mümkün değil.

HAYAT IRMAĞI KIYÂMETE AKIYOR

Hızlı akan hayat ırmağı, bir daha geriden başlamıyor. Akış dâima ileri. Tersine akıntı yok. Bu itibarla Rabbimiz her âyette bizden bir derinlik ve tefekkür istiyor. Bizde bulunması gereken sıfatları kıyâmet terazisine göre talep ediyor ve takdir ettiği kullar hakkında şöyle buyuruyor:

“O kullar şiddeti her yere yayılmış olan bir günden korkarak verdikleri sözü yerine getirirler.” (el-İnsan, 7)

KIYÂMETİN DEHŞETLİ MANZARASI

Kıyâmet hakkındaki âyetler, muhtelif. Kimi âyetler sevindirici, kimi âyetler korkutucu. Meselâ kıyametteki dehşetli manzaranın tasvîr edildiği bir âyet-i kerîme şöyle:

“Düşün o günü ki, yazılı kâğıtların tomarını dürer gibi, bir kitabın sayfalarını dürer gibi gökyüzünü düreriz.” (el-Enbiyâ)

Dürülen gökyüzü, sonsuz bir okyanus. Ne kadar yıldız var sayısı belli değil. Adede vurulsa rakamlar tükenir. Denizde, çöllerde ne kadar kum tanesi varsa o kadar yıldızlar var, galaksiler var. İşte o gün hepsi tomar gibi dürülecek. Şimdiden Cenâb-ı Hak bizlere bildiriyor ki, insanlar yaşanacak bu büyük gerçeği düşünerek istikbâle hazırlanırken gaflet ve gevşeklik göstermesinler. Kulluk ve ibadetlerinde dâima canlı ve gayretli olsunlar. Yoksa o gün geldikten sonra hiçbir şey yapmak mümkün değil. O gün hiçbir pişmanlığın telâfîsi yok. O gün kâinatın tamamında deprem günü. Öyle ki âyetlerde:

“Onu (kıyâmeti) gördüğünüz gün her emzikli kadın, emzirdiği çocuğu unutur. Her hâmile kadın da çocuğunu düşürür. İnsanları da sarhoş bir hâlde görürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir. Fakat Allâh’ın azâbı çok dehşetlidir.” (el-Hac, 2)

“Peki inkâr ederseniz çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek o kıyâmet gününden kendinizi nasıl koruyabileceksiniz?” (el-Müzzemmil, 17) buyuruluyor.

Biz bugün hiçbir çocuğun korkudan ihtiyarladığını görmüyoruz. Fakat o günde çocuklar, yüzleri aksakallı, buruşmuş hâle gelecek buyuruyor Rabbimiz. Fakat;

ALLAH DOSTLARINA KORKU YOKTUR

Yürekleri hoplatan, âlemleri darmadağın eden kıyâmet günündeki korkuyu tatmamak, o dehşetten korunmak mümkündür.

Peki, bu nasıl olacak?

Hiç şüphesiz ki Allâh’a dostluk sırrına nâil olarak. Çünkü Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“İyi bilin ki, Allâh’ın dostlarına asla korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62) buyurmaktadır.

Allâh’a dostluk mertebesine mazhar olmak için de Kur’ân’daki ilâhî mesajlara gönül vermek, sünnet-i seniyye üzere yaşamak şart. Bu şartın temel harcı da muhabbet, muhabbet, muhabbet… Zira muhabbetimiz ne kadarsa Hakk’a bağlılık ve itâatimiz de o derecede kuvvet ve hayat bulur. Yani muhabbet olmazsa olmaz. Çünkü en zor ibadetleri de, fedakârlıkları da, çileleri de kolaylaştıran iksir, muhabbettir. Hele coşkun bir muhabbet, insanı baştan başa fazîlet ve bereket âbidesi hâline getirir. İşte bunun ölümsüz bir tecellîsi:

CANDAN KOPARIP VERMEK

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, bir gece hurma bahçesini sulamıştı. Mukabilinde biraz arpa aldı. Fâtıma vâlidemiz o arpanın bir miktarını öğütüp yemek yaptı. Tam iftar saatinde kapıya bir yoksul geldi ve:

“– / lillâh!” dedi; “Ne olur Allah için bana yiyecek bir şey verin!”

O iki mübârek insan, kendileri aç olduğu hâlde pişirdikleri yemeği olduğu gibi o yoksula ikram ettiler. Onu doyurdular. İkinci gün Fâtıma annemiz o arpadan bir miktar daha öğütüp pişirdi. Yine tam iftar saatiydi ki bu defa kapıya bir yetim geldi. O da:

“–Allah için bir lokma!” dedi.

Yine kendilerine hiçbir şey bırakmadan verdiler. Fâtıma vâlidemiz, üçüncü gün arpadan son kalan kısmı da öğüttü ve pişirdi. Yine tam iftar saatiydi. Bu sefer aç bir esir geldi. Rivâyete göre bu esir, Müslüman da değildi. Bir Hıristiyandı. O da:

“–Allah için verin!” dedi.

Yine kendilerine hiçbir şey bırakmadan verdiler ve suyla iftar ettiler. Üç gün peş peşe kendileri aç kalsa da muhtacı doyurmayı tercih ettiler.

İşte Allâh’a ve Hazret-i Peygamber’e muhabbet frekansı. İhlâs ve takvâ tezahürü. Îsârın zirvesi. Bu hâli Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle tebcîl ve takdir buyurmaktadır:

“Onlar kendi canlarının çekmesine rağmen, yemeği yoksula, yetime ve esire verirler.” (el-İnsan, 8)

Bu âyet;

Cenâb-ı Hakk’a « / lillâh» sırrı içinde nasıl bir kulluk şuuruna sahip olmamız gerektiğinin ölçüsünü bildiriyor. Allâh’a olan muhabbeti bildiriyor. Bir de Fâtıma ve Ali Efendimiz’in şefkat ve merhamet iklimindeki eşsiz fazilet ve kıymetini bildiriyor. Bu bildirme, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın bizlerden görmek istediği hususiyetlerin ifadesidir.

İNFAKTA EN GÜZEL EDEP: «» LİLLÂH

Rabbimiz, bizi insan olarak yarattı. Varlıkların en şereflisi kıldı. Yeryüzünde kendisine halîfe yaptı. İslâm ve îmanla şereflendirdi. Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ümmet eyledi. Bu lütuf ve keremin, ihsan ve şerefin değerini anlatmak mümkün değil. O hâlde bunların şükrü çok mühim. Her nefeste Cenâb-ı Hakk’a teşekkür hissi içinde şükredenlerden olmalıyız. “ / lillâh/Allah için” olan her şeyde pervane kesilmeliyiz. İbadetimiz, infâkımız, / lillâh olmalı. Verilen her sadaka, fakire değil Allâh’a arzedilmeli. İşte o zaman “Sadakaları Allah alır.” (et-Tevbe, 104)

Rabbimiz iç dünyalarımızı bizden daha iyi bilmektedir. Nitekim O, Hazret-i Ali ile Hazret-i Fâtıma’nın hâllerini iç dünyalarındaki güzellik ve ihlâsları dolayısıyla takdir buyurmuştur. Çünkü onların gönülleri “ / lillâh” ile dolu idi. Öyle ki îsarda bulundukları muhataplarına:

“Biz sizi Allah için doyuruyoruz; sizden ne bir teşekkür ne de bir karşılık bekliyoruz.” (el-İnsan, 9) dediler.

Onlar, vasıtalara bakmadılar. Doğrudan yüce zâta, yani Allâh’a yöneldiler. Çünkü insan mektubu postacıya veriyor görünse de o mektup, üzerinde yer alan adresteki alıcıya aittir. Ona verilecektir. Bu bakımdan infaklarımızda kalbî durumumuzu doğru ayarlamak ve vasıtaları gaye ile karıştırmamak lâzım. Biz karşımızda falan veya filânı görürüz, ama verilenle doğrudan ilgisi olan Cenâb-ı Hak’tır. Hâlimize göre ya kabul buyuracak, ya da reddedecektir.

Bu itibarla ashâb-ı kiram ve evliyaullah “ / lillâh” vecdi içinde yaşamışlar ve daima kendilerinden koparıp vermeyi, yani îsarı tercih etmişlerdir.

YETİMLERDEN NE HABER?

Bir gün Dâvud-i Tâî’nin talebesi, hocasına et yemeği getiriyor. Diyor ki:

“–Hocam, siz günlerdir etten mahrumsunuz; bunu sizin için getirdim.”

Büyük zât, bir ete bakıyor bir de talebesine. Firasetli ve samimî bir üslûpla soruyor:

“–Evlâdım şu iki yetimden ne haber?”

Talebe:

“–Efendim onlar bildiğiniz gibi…” diyor.

Bunun üzerine Dâvud-i Tâî Hazretleri şu hisli cevabı veriyor:

“–Evlâdım, ben bu eti yersem biraz sonra dışarı çıkacak, bu iki yetime götürürsen Arş’ı Âlâ’ya çıkacak.”

İşte îsar. İşte Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den velî kullara akseden yüce ahlâk. İşte Hazret-i Ali ile Fâtıma annemizin “ / lillâh” sırrından bir hisse. İşte dünyadaki menfaatten sonsuz kazanca gönül hicreti. İşte:

HAKİKÎ HİCRET VE KARDEŞLİK

Muhacirlerin Mekke’den Medine’ye hicretlerinde de “/ lillâh” hikmetini görüyoruz. Onlar Mekke’de her şeylerini bıraktılar. Mallarından, mülklerinden vazgeçtiler. Hepsi Medine’ye sırf kalplerini kurtarmak için göç etti. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onları ensar-ı kiram ile kardeş yaptı. Ensarın bahçesinden beraberce hurma topladılar, paylaştılar. Çarşıyı paylaştılar. Evlerini paylaştılar. Hâsılı gönüllerini paylaştılar. Üstelik bu paylaşmalarda ensar, fark ettirmeden muhacir kardeşlerini kolluyorlardı. Meselâ hurma paylaşacakları kaplardan kendilerine düşenin altına bir şeyler koyup muhacirlerin kaplarına daha çok hurma konmasını sağlıyorlardı. Her iki tarafın hâlinde de “ / lillâh” anlayışı hâkimdi.

VEREN, ALANA
TEŞEKKÜR ETMELİ

Sahâbe unvanını alan bahtiyar insanlar, bambaşka bir kıyâmet hazırlığı içinde yaşıyorlardı. Âyette de buyurulduğu üzere, infak ettiklerinde muhataplarına diyorlardı ki:

“…Biz bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz çok çetin ve belâlı bir günde/kıyâmet gününde Rabbimiz’den korkarız.” (el-İnsan, 9-10)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüksek terbiyesinde yetişen o âbide insanlar, çetin ve belâlı bir günün şerrinden korkuyor ve ona göre yaşıyorlardı. Muhataplarının dünyevî ihtiyaçları karşılığında âhiret selâmetine kavuşmayı gaye ediniyorlardı. Çünkü maksatları, Allâh’ın rızâsına nâil olabilmekti. Bu bakımdan teşekkür beklemek bir tarafa, üstelik kendileri teşekkür hissiyatı içinde bulunuyorlardı.

Buradan hareketle Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri der ki:

“–Veren, alana bir teşekkür edâsı içinde olmalıdır. Çünkü alanın nasîbi dünyevî ihtiyacı giderilmesi, verenin nasîbi ise uhrevî ve sonsuz lütuflar ve ilâhî rızâdır. Böyle olunca veren, daha kârlı durumdadır. Onun için de muhatabına teşekkür etmelidir.”

Bunun için kalb-i selim sahibi olmak gerekir. Çünkü yarın bize fayda sağlayacak yegâne servetimiz bu olacaktır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“O gün ne mal fayda verir, ne evlât! Ancak kalb-i selim ile gelenler müstesnâ!..” (eş-Şuarâ, 88-89)

Kalb-i selîmin üç vasfı vardır:

1.İncitmemek,

2.İncinmemek, Allah rızâsı için affetmek,

3.Yaptığın bir iyiliğin karşılığını beklememek, ecrini Cenâb-ı Hak’tan ummak.

Bu üç hâle sahip olanlar için;

ÂHİRETTEKİ KAZANÇ
DAHA BÜYÜK

Cenâb-ı Hak, Allah için vermenin âhiretteki kazancını şöyle müjdelemektedir:

“Allah da onları bu yüzden o günün fenalığından korur; onların yüzüne parlaklık ve neşe verir.” (el-İnsan, 11)

“…«İşte bu sizin işlediklerinizin karşılığıdır, çalışmalarınız şükre değer!» denir.” (el-İnsan, 21-22)

HER ŞEYDE «» LİLLÂH

Her hâlimizin « / lillâh» olması demek, yalnız muhtacı doyurmak için değil, hayatın her safhasında her şey için demektir. Bunun içinde; mü’min kardeşine baston olabilmek, onun ihtiyacını sendeki olan imkânlarla telâfî edebilmek de vardır, ona bir şey öğretmek de vardır, ona gönülden tebessüm etmek de vardır, onunla ağlamak da vardır, onu bir yanlıştan korumak da vardır.

Hâsılı; Allah diyen bir kalbin Allah için muhabbet ve ikramdan mahrum olmasını düşünmek mümkün değil. Pinti olduğunu düşünmek mümkün değil. Hizmetten uzak olduğunu düşünmek de mümkün değil.

Bu noktada merhamet çok mühim. Çünkü;

ACIMAYI BİLENLER
CÖMERT OLUR

Acımak Allah’ın büyük bir lütfu. Kur’ân-ı Kerîm’de en çok geçen esmâdan biri, “Rahman” ism-i şerîfi. Zira sehavet, merhametin mahsûlüdür. Ancak acıyanlar cömert olur, hizmet ehli olur.

Unutmamalı ki, Cenâb-ı Hak, dileseydi herkesi müsavî olarak yaratabilirdi. Fakat O Hikmetler Hazinesi olan yüce Yaratıcı, herkesi birbirine muhtaç olarak yarattı. Sakat, âmâ, sağır, dilsizler var. Bir uzvu olmayanlar var. Allah niye onları öyle yarattı da, seni sağlam yarattı? Seni öyle yaratıp onu sağlam yaratabilirdi. Demek ki onun muhtaçlığını telafî etmek için seni ona emanetçi kıldı.

TANIMADIĞIMIZ DÂVÂCILAR

İnsanlar arasındaki ihtiyaç hâllerini sadece zahirî olarak düşünmemeli, mânevî olarak da aynı hususlar geçerlidir. Yani mânen kör, mânen sağır ve mânen sakat olana yardım etmek, belki çok daha mühim.

Nitekim Ebû Hureyre -radıyallâhu anh- diyor ki:

“(Ashâb-ı kiram arasında şu hakikati) duyardık:

Kıyâmet gününde bir kişinin yakasına hiç tanımadığı biri gelip yapışır. Adam şaşırarak:

«–Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum ki.» der.

Yakasına yapışan kişi de şu cevabı verir:

«–Dünyada iken beni hata ve çirkin işler üzerinde görürdün de îkaz etmezdin. Beni o kötülükten alıkoymazdın.»” (Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, c. III, s. 164, hadis no: 3506)

Kıyamet gününde bizden bu şekilde dâvâcı olanları artırmamak için kıyâmet hazırlığımızın içerisinde emr-i bi’l-mâruf, yani iyilikleri etrafımıza ulaştırmak da bilhassa yer almalıdır. Zira yerde-gökte her şeyin bizim emrimize verilmesinin bir mânâsı da bize emanet edilmesi demektir. Yani hastalar da bize emanet, öksüzler de bize emanet, yoksullar da bize emanet. Kurt-kuş bize emanet. Din bize emanet, vatan bize emanet. Biz bize emanet.

O hâlde bize düşen, emanete ehil olarak yaşamak ve kıyâmete bütün emanetleri muhafaza etmiş olarak kalb-i selim ile varabilmek. İşte o zaman sonsuz istikbâl, gerçek istikbâl bizimdir. Yoksa bütün istikbâller geride kalır.

Cenâb-ı Hak, bizleri, dertlilerin derdine merhem olarak dertlerimizden halâs eylesin. Bugün îmanlarını kaybeden, çıkmaz sokağa girip boğulan çaresizlere de çare olabilmeyi nasip buyursun.

Âmîn!..