Bir Gönül Dili: Yesevîce

Hikmet ATAN

Ahmed Yesevî’nin sırrı, şiirlerini de aşan, lâfızlara sığmayan bir dili kullanmasında saklıdır. İşte o dilin adı: «Yesevîce»dir.

Şerefu’l-mekân bi’l-mekîn: Bir yer, orada bulunanlarla şeref kazanır.» darb-ı meseli meşhurdur. Meselâ Mekke Kâbe ile, Medine Hazret-i Peygamber’in Mescidi ve kabr-i şerîfi ile değer kazanmıştır. Nice çorak yerler vardır ki bir büyük zâtın sadece hayatında değil, vefatından sonra da onun sayesinde elde ettikleri şerefi korumaya devam etmişlerdir. Yine İstanbul Eyüp Sultan’la, Konya Mevlânâ ile aynîleşmiştir. Öyle ki Orta Asya’dan hacca gitmek üzere yola çıkan Müslümanlar, İstanbul’a uğrayıp o samimiyet âbidesi Hazret-i Rasûl-i Ekrem’in mihmandarını ziyaret etmeden kutsal topraklara ayak basmamışlardır. İşte bu yerlerden biri de bugün Kazakistan sınırları içerisinde yer alan, büyük Hak dostu Ahmed Yesevî Hazretleri’yle aynîleşmiş ve onunla değer kazanmış, madde plânında Çimkent iline bağlı Türkistan, eski adıyla Yesi kasabasıdır.

Günümüzde Kazakistan denilince hatıra gelen hep odur.

Hoca Ahmed Yesevî’yi sadece Kazakistan’da değil onun da sınırlarını aşarak tüm Anadolu’da bu kadar meşhur yapan sır nedir? Yalın bir Türkçeyle söylediği şiirler mi? Şahsen ben Anadolu’da onun şiirlerini bilmediği hâlde onu seven çok insana rastladım. Hattâ Kazakistan’da; türbesini yurdun dört bir tarafından akın akın gelerek ziyaret eden müslüman halk, onun kaçta kaç şiirlerini bilir ki?!. Evet şüphesiz onun sırrı, şiirlerini de aşan, lâfızlara sığmayan bir dili kullanmasında saklıdır. İşte o dilin adı: «Yesevîce»dir.

Yesevîce bir gönül dilidir. Asırlar geçse de eskimeyecek olan Mevlânâ’nın, İbn Arabî’nin, Şâh-ı Nakşibend’in, Abdülkâdir Geylânî’nin ve daha nice gönül büyüklerinin kullandığı bir lisandır o. Sizi kendisine çeker, alır bambaşka âlemlere götürür bu dil. Muhabbeti onunla, tâ iliklerinize kadar hissedersiniz. Türkistan’ın adı geçince, içinizden bir şeyler harekete geçer ve göz pınarlarınıza baskı yapar. Yanaklarınızdan süzülen her bir yaş, gönül diliyle: «Seni seviyoruz ey büyük sultan!» diye âdeta haykırır. Eğer bu ikrarda, Allâh’a ve Rasûlü’ne -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olan muhabbetinizin daha da arttığını hissederseniz, sevginizde samimî olduğunuz anlaşılır. İşte o zaman devre tamamlanmış demektir. Yoksa o sizi sevmeden siz onu sevemezsiniz. Bir başka ifadeyle, o sizi çekmezse siz ona gidemezsiniz.

«İstanbul’da geçirdiğin on beş yıllık süre içerisinde hiç unutamadığın bir şey söyle!» deseler herhâlde «pazar sabahları Eyüp Sultan’da kıldığım sabah namazlarıdır.» derim. İstanbul’un dört bir yanından, yastık keyfini bir kenara bırakıp da bu camiye, bir tatil günü hem de o vakitte bu kadar kalabalık cemaatin gelmesi ne ile îzah edilebilir? Aynı alâka Türkistan için de geçerlidir. Kazakistan’da geçirdiğim yedi yıllık zaman zarfında gerçekten etkilendiğim hususların başında, bu insanların Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri’ne gösterdikleri sevgi ve rağbet gelir. Türbesi her vakit cemaatle dolar-taşar. Hiç unutmam bir Cuma günü Türkistan’a gittiğimizde kasabanın nüfusunun ciddî biçimde arttığına ve sâir günlerden farklı olarak gözle görülür bir canlanmanın yaşandığına şâhit olmuş, türbeyi ziyarette karşılaştığımız, ülkenin dört bir yanından gelen beyazlar giymiş kadınlı-erkekli kalabalık Müslüman grupların buna sebep olduğunu anlamıştık. Aynı şekilde şayet Çimkent’ten Almatı’ya giderseniz, yol boyunca sıkça rastladığınız beyaz bayrak çekili otobüslerin yolcularını Türkistan’a; o mübârek zâtı ziyarete götürdüğünü anlarsınız. Yaklaşık dokuz yüz kilometrelik yolun, hem eskiliği hem de otobüslerin hurdalığından kaynaklanan cefasına bu insanları katlandıran hep o sevgi dili değil midir? Hayatımız boyunca bu kadar insan bizi hiç ziyaret etmiş midir? Kaldı ki vefatlarından sonra onca insan onları ziyaret etmektedir. Şimdi siz kalkın: «Hoca Ahmed Yesevî ölmüştür.» deyin. Kimi inandırabilirsiniz?

Kazakistan’a ilk geldiğimiz günlerdi. Çimkent’e yakın bir köyde Kazakların engin misafirperverliklerinin nişânesi zengin sofralardan birine konuk olmuştuk. Köyün en yaşlısı bir aksakal, ezberinden bizlere Ahmed Yesevî Hazretleri’nin «Dîvân-ı Hikmet»inden onlarca beyit okumuştu. Hem de makamla. Bizleri misafir edenlerden, yüz yaşını geçmiş, dişleri dökülmüş, avurtları çökmüş bu nur yüzlü ihtiyarın Dîvân-ı Hikmet’i ezbere bildiğini ve komünizm zamanında köy halkına onu ezberden okuduğunu öğrenmiştik. Asırlar geçse de Hazret-i Pîr’in kerâmet ve tasarrufunun hâlâ devam ettiğine, halka yine ışık tutarak yol-yordam gösterdiğine şâhit olmak bizleri duygulandırmıştı. Üzerinden bu kadar zaman geçmiş olması, onun sesini kısamamış, sözleri dilden dile dolaşarak tesiri gönüllere ilâhî bir nefha olmuştu. Fazla söze ne hacet! O dilden anlayana sadece ismi bile yeterliydi. Çünkü o, Yesevîce konuşan bir gönül insanıydı, o Hoca Ahmed Yesevî’ydi.

Şimdi bu bereketli topraklarda birileri bu güzel sesi kısmaya çalışıyor. Hem de İslâm adına! Ne hazindir ki komünizmin yok edemediği ve tesirine engel olamadığı bir mânâ büyüğünün gönülleri hâlâ etkileyen sesi, «Selefîlik» adı altında gürültüye getirilmek sûretiyle saf ve temiz Müslümanların kafaları karıştırılmaya çalışılıyor. Mezhep ve meşrep tanımayan asrımızın «Hâricîleri» diyebileceğimiz bu zihniyetin, yeni yeni İslâmî hakikatleri öğrenmeye çalışan samimî halk üzerinde; bilhassa gençler arasında ciddî tahribatlara sebep olduğu gözle görülüyor. Kazakistan gibi Orta Asya’nın madde ve mânâ zengini bir Müslüman ülkede Ahmed Yesevî Hazretleri alınırsa bünyenin direnci kırılır ve dış tesirlere açık hâle gelir ki bu da ciddî bir bozulma anlamı taşır. Birileri belki de bunu hedeflemektedir. Oysa ki Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Ağızlarıyla Allâh’ın nûrunu söndürmek isterler. İnkârcılar ne kadar istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır.” (Saff, 61/8)

Dün Ahmed’di bugün Mehmed yarın Hasan olur; hiç farketmez. İsimler değişir ama bu hakikat değişmez. Zira bu, Allâh’ın kullarına va’didir.

Yoksa bir iş yapıyoruz diye insan, neye hizmet ettiğinin farkına varamadan eli boş huzûr-u İlâhiyye’ye çıkar da sonu perişanlıktan başka bir şey olmaz. Bu tür insanları, Hazret-i Peygamber’in: “Bana ne oluyor da sizleri böyle görüyorum?” sadedinde Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri şöyle îkaz ediyor:

Kul Hoca Ahmed, gaflet ile ömrün geçti
Eyvahlar olsun; gözden dizden kuvvet gitti
Yazık ki emaneti verme vakti yetti
Amel kılmadan âhirete göçtüm işte.

Tabiî ki bu dili anlamayı herkesten beklemek saflık olur. Dostun dostunu, hakkıyla ancak yine bir dost anlayabilir.

Ah bir de o dili konuşabilsek!