Yuvaya Dönüş

H. Kübra ERGİN

Gözü günlerdir olduğu gibi yine takıldı o pencereye. Baktı baktı, sonra ânî bir kararla adımlarını o pencerenin tarafına doğru yöneltti.

Omuzları düşük, benzi soluk, adımları mütereddit… Yürüyor mu; irade dışı çekilip götürülüyor mu belirsiz; sürüklenircesine ilerliyordu; loş sokaklarda…

Ne hasta, ne yorgun, ne de hâlsiz olması için bir sebep vardı oysa. Ama sanki damarlarından kan çekilmiş, kalbi kasvet içindeydi. Hayat zevkini kaybettiği o günden beri, rûhunun pusulası şaşmış vaziyetteydi; artık ne yana gittiğini bilmiyordu.

Oysa ne güzeldi; gönlünün ışığını bulduğu o vakitler. Kalbi taze bir heyecanla kıpır kıpırdı. Gönlüne «aradığını bulmuş olmanın huzuru» sinmişti. İşte yörüngesine gireceği güneşi bulmuştu! Artık ondan alacaktı ışığını.

Kalbini bağlayacağı rehberini seçtiğinde, bir hayat rotasına da sahip olmuştu. Artık gideceği hedefi, ona vâsıl olmak için usûlü, yolu-yordamı vardı. Daha da önemlisi yoldaşları, kardeşleri vardı; pervaneler misâli yüzlerini aynı ışığa dönmüş; aynı sevince gark olmuşlardı. Şimdi neden böyle olmuştu?

«Nefis!» dedi. Hataları birbirini izlemişti… Şimdi ne önemi vardı ki; olan olmuştu artık…

Yoldan çıkan bir arabanın zincirleme kazaya yol açması gibi, kendisini de yıpratmıştı başkalarını da. Bir zaman nefsini müdafaaya girişmişti ama şimdi kendini bile kandıramıyordu.

Ah ne olurdu geri dönebilseydi. Ne olurdu biri gelip elinden tutsa, geri çağırsaydı…

Kendini evinin kapısında bulduğunda, otomatikleşmiş adımlarla içeri doğru yürüyebilirdi; ama olmadı. Gözü günlerdir olduğu gibi yine takıldı o pencereye. Baktı baktı, sonra ânî bir kararla adımlarını o pencerenin tarafına doğru yöneltti.

Ne yapıyordu? Nasıl gidecekti kapısına; özür mü dileyecekti?

Yok yok! Bugün her günkünden daha başkaydı. Sanki kalbindeki düğümü çözme arzusu, yuvaya dönüş hasretiyle birleşmiş, onu bu yüzleşmeye iknâ etmişti.

Hem de bu samimî bir yüzleşme olacaktı; çünkü artık mahcubiyeti, gurur dâvâsına galip gelmişti. Zili çaldığında kalbindeki niyet, şeytanın verdiği vesveseyi silip atmıştı. Kalbi tamamen samimiyetle dopdoluydu.

Evet; gerekirse özür dileyecekti, ilgili kişilerden özür dilemeyi de kabul edecekti! Kapı açıldı…

Sadece dakikalar geçmiş ama sanki bir devir değişmişti. Ah, bir kere nefsi alt edince her şey ne kolaydı!

Kalplerin samimiyeti birleşince şeytan kapının dışında kalmıştı işte. Sözlere bile gerek kalmamış, gözler her şeyi anlatmıştı. Ses tonundaki tevazû elçilik etmiş, bakışlarındaki mahcubiyet şefaatçi olmuştu.

İşte bir tüy kadar hafifti; kalbi yeniden sevgiyle ve huzurla dolmuştu. Dostunun da sevinci daha az değildi. Hattâ sevincinden duramadı, zamanında tanışmalarına vesile olmuş hoca efendiye telefon edip güzel haberi verdi:

“–Hocam kardeşimiz yuvaya döndü! Zahmet olmayacaksa bize buyurun, çay içelim…”

Çaylar içilip sohbet koyulaştıkça, sıra dertleşmeye geldi.

“–Neden?” diye sordu. “Neden böyleyiz hocam? Hırçın, huzursuz, kararsız…”

“–Öyledir; âyette buyrulmuyor mu; «Doğrusu insan dayanıksız ve huysuz yaratılmıştır.» (Meâric 19) diye?..

Ama biliriz ki bunda da rahmet vardır; çünkü insanoğlu kusurunda bilir Rabb’ini. Yeter ki, Hazret-i Âdem ile Havva gibi hatasını itiraf edip:

«Ey Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik. Eğer Sen bizi bağışlamaz ve bize rahmetinle muâmele etmezsen muhakkak ziyâna uğrayanlardan oluruz» (A‘râf 23) desin.”

“–Efendim, onu da demek kolay değil gâliba. Nefis direniyor…”

“–İnsanoğlu, rûhuyla bedeninin arasındaki uçurum yüzünden sanki sonsuz bir zavallılıktadır. Gönlünün arzu ettiği büyüklüğe sahip değildir, sahip olduğu küçüklüğe de râzı değildir.

Bak âyette ne buyruluyor:

«İnsanı en güzel kıvamda yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısı (olan dünyaya) attık. Ancak îman edip yararlı işler yapan kimseler başka; onlar için kesilmez bir mükâfat vardır.» (Tîn 4-6)

Gerçekten de insan, rûhunun enginliği kadar sonsuz istek ve büyüklük tutkusuna sahipken, bedeninin sınırları kadar âciz, küçük ve noksandır. İşte acıları aradaki bu uyumsuzluk yüzündendir.

Ama bu hâli; «Rabb’ini en iyi bilen kul olma» şerefine nâil olmasının sırrı ve fırsatıdır aynı zamanda. Mevlânâ’nın dediği gibi: «Kendi noksanını gören kişi, olgunlaşmaya doğru on at çatlatarak koşar.»

Yeter ki nefsinin noksanlığını bilsin, hatasını müdafaa etmesin. İblis’i İblis yapan, hatasını müdafaa etmesiydi, hatası değil!”

Başını eğdi, tam da öyle olmuştu. Haklı ve üstün çıkmak için ısrar ettikçe daha da kabahatli çıkmıştı. Ama teselli gecikmedi:

“–Kusurlar, noksanlıklar, yokluk aynasıdır; kemâl ve cemâl sıfatlarının tecellisine mazhardır. Mevlânâ ne buyurmuş, duymadın mı:

«Her nerede yokluk, eksiklik bulunursa, orası bütün sanatların, hünerlerin aynası olur. Zayıf, hasta bulunmazsa hekimlik sanatının güzelliği nasıl olur da kendini gösterir?

Noksanlar, kemâl vasfının; olgunluğun aynasıdır. Horluk da üstünlüğün, büyüklüğün aynasıdır.

Çünkü, zıttı meydana çıkaran, onun zıttı olan şeydir. Balın tatlılığı, sirkenin ekşiliği ile belli olur.»

Günahlar ve hatalar; hidâyetin yalnız O’ndan olduğunu bilmek için tattırılır. Öyle değil midir; O, doğruya iletmese doğruyu bulabilir miyiz? Kalbine bir huzursuzluk vermese, kendini beğenir, inatlaşır giderdin. Ama onun hidâyeti seni çekti doğru yola iletti. Çok şükür.”

İtiraf etme sırası ev sahibi arkadaşına gelmişti.

“–Bizim de hatalarımız olmuştur; kusurumuza bakma! Daha olgun olmamız îcap ederdi, olamadık. Sen ilk adımı atmakta beni geçtin; keşke bunu ben yapabilseydim! Ama inan ki elime yüzüme bulaştırırsam diye korktum. Bilirsin konuşmayı pek beceremem…”

Hocaefendi kalkıp giderken yine bir âyet okudu ve meâlini verdi:

“Mü’minlerin kalplerini birbirlerine O ısındırdı. Yoksa yeryüzünde ne varsa Sen hepsini harcasaydın yine de onların kalplerini ısındıramazdın. Lâkin Allah, kalplerini kaynaştırdı. Muhakkak ki O Âzîz’dir, Hakîm’dir.” (Enfâl 63)

Hamd olsun!..