“Ben Ol da Bil!”

Mehmet NİŞANCI

Hüzün yoksa, insanı içten içe yakan, yaktığı gibi bir o kadar da olgunlaştıran dert yoksa eğer, o zaman, evet işte o zaman gaflet dehlizinde yok olma riski belirir.

Ah dostum! Eğer, «hüzün nedir?» diye aklına bir sual gelecek olursa, onu dışarıda değil de bilâkis kendinde ara.

Hüzün…Gönlün derûnî ve bir o kadar da ulvî misafiri… Sinsi sinsi girer kalplere de dîvâne eder insanı…

Ah hüzün!.. Deli dostum!..

İnsan, hüzünlü olduğu sürece olgunlaşır. Hüzün yoksa, insanı içten içe yakan, yaktığı gibi bir o kadar da olgunlaştıran dert yoksa eğer, o zaman, evet işte o zaman gaflet dehlizinde yok olma riski belirir.

Hüzün ve aşk. İki samimî dost. Bakıldıkta birbirinden ayırt edilemeyen iki yüce dost.

Âh insan!.. İnsan ne kadar gariptir ki kendisini mecnun eden bu müptelânın kendisinden ayrılmasını istemez. Yanmak ister hüznün kucağında.

Rahat durmak varken niye başını derde sokasın, niye hüzün ummanında yok olasın, diye bir sual aklını meşgul edebilir?..

Hüznü taşıyan/yaşayan insan bilir ki ne kadar hüzünlü olursa bir o kadar aşktan tat alacaktır. Sevgiliyi anarak ve onun hüznüyle yaşayarak geçirilen vakitler en güzel vakitlerdir muhakkak. Yukarıdaki soruyu cevapla(ya)mayacağım.

Çünkü aynı dili konuşanlar değil aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler. «Hüzün nedir? Neden insan hüzün ister?» gibi soruların cevabını ancak ve ancak yaşayanlar bilir.

Ah dostum! Şimdi tek söyleyeceğim şu: Eğer, «hüzün nedir?» diye aklına bir sual gelecek olursa, onu dışarıda değil de bilâkis kendinde ara.

İşte o zaman hüznü anlamakla kalmayacak, onun yakıcılığında olgunlaşacaksın.

Eğer: «Rahat durmak varken niye başımı hüzünle meşgul edeyim?» diyorsan, unut gitsin bu dediklerimi…