Basın Ahlâkı

B. Cahit ÖZDEMİR

Medya gücünün kontrolsüzlüğü ve maksat dışı, gayrimeşru ihtiraslara âlet edilmesi durumlarında basının bizâtihi kendisi, ahlâkî problemlerle mâlul, «Pandora’nın Kutusu» hâline gelmektedir.

İnsanlığın öğrenme ihtiyacını karşılamak için ortaya çıkan haberleşme vasıtaları, cemiyetlerin gelişme kaydetmesiyle, müesseseleşerek, içtimaî hayatın bir lâzımesi hâline gelmiştir. «Küreselleşme»nin bir neticesi olarak; milletlerarası münasebetlerin gelişmesi, ferdî faaliyetlerin önem kazanması, «bilgi»nin fevkalâde kıymetli bir meta hâline gelmesi, basına da imtiyazlı bir mevkî bahşetmiştir. Ulaşılan bu gücün kontrolsüzlüğü ve maksat dışı, gayrimeşru ihtiraslara âlet edilmesi durumlarında da basının bizâtihi kendisi, ahlâkî problemlerle mâlul, «Pandora’nın Kutusu» hâline gelmektedir.

Dünyada nüfuz sahaları kurma veya bu sahaları genişletme mücadelesindeki ülkeler ve güç mihrakları, basına hâkim olma hususunda büyük gayretler içerisindedirler. Bununla ilgili olarak, ABD ve İsrail’in, dünya basınını yönlendirmek maksadıyla, 450 milyon dolar civarında fon ayırdıkları belirtilmektedir. Nitekim bu ülkelerin hususiyle İslâm dünyasına karşı icrâ ettikleri dehşet verici, kanlı harekatlarda, basının gücünden sonuna kadar faydalandıkları görülmektedir. Diğer taraftan, Yahudi, Rum ve Ermeni lobilerinin basını kullanarak, kamuoyunu nasıl yönlendirdikleri de sık sık şâhit olunan bir husustur.

Demokrasinin yerleştiği gelişmiş ülkelerde, «oto kontrol ve kamuoyu kontrolü», riâyet edilmesi gerekli kâideler açısından, basını hizada tutan en önemli mekanizmalardır. Nitekim bahis mevzuu bu ülkelerde, zaman zaman hizadan çıkan bazı basın kuruluşlarının kamuoyundan alenen özür dilemeleri, yanlış yapan mensuplarını cezalandırmaları bir teâmül hâline gelmiştir. Diğer ülkelerde ise, içteki ve dıştaki güç mihraklarının dümen suyunu takip etme; mensubu bulundukları sermaye gruplarının iş takipçiliği; siyasî maksatlara mâtuf «Bizans oyunları»; çeşitli niyetlerle «şişirme haber ve yaygaracı» habercilik; «yargısız infaz»; âdeta «müstemleke komiseri» keyfiyetiyle, milletin değerlerini hiçe sayma gibi, içtimaî müesseselerin ciddiyetiyle bağdaşmayacak vâkıalar, basında görülebilecek bazı kirlenme tezahürlerindendir. Yusuf KAPLAN’ın şu tespiti pek doğru:

“(İletişim) araçlarına sahip olan güçler, bu vasıtaları, kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde kullanıyorlar. Sonuçta medyanın gücü, gücün medyasına dönüşüyor. (…) Sonuçta, medya ve kültür endüstrisi demokratikleşme vasıtası değil, kitleleri kontrol etme ve yönlendirme araçları olarak kullanılmaktadır.”a

Ülkemizde de, basının önemli bir kısmının az veya çok, bahis mevzuu kirlilikleri taşıdığını söylemek yanlış olmaz. «Basına güven» ile alâkalı bir kamuoyu yoklamasının, halkın % 86 nispetinde menfî görüşte olduğunu göstermesi, bunun bir işaretidir.

Basının sermaye gruplarının organı olma hususiyeti ve kartelleşme vâkıası, onun aslî hüviyetinden uzaklaşmasının önemli sebeplerindendir. Holdinglerin, ellerindeki gücü kaybetmemek için, tekelleşmeyi önlemeye mâtuf çalışmaları nasıl engellemeye çalıştıkları bilinmektedir. Mevcut sistemdeki kirli menfaat ilişkileri, zaman zaman basın patronlarının mahkemelere düşmeleri, mahkûm olmalarıyla kamuoyunun gündemine de oturmaktadır.

Bazı basın organlarının, demokrasinin aslî unsuru olan millete bakışı da problemlidir. Milletin değerlerinin, hissiyâtının ve doğrularının, kendisine biçilen rolün yanında bir kıymeti yoktur; «öteki» mesabesindedir. Serdar TURGUT, bu hususta şunları yazıyor: “Türkiye’de aydın olabilmek için illâ da belirli kodlara göre davranmak ve böylece de onay almak gerekmektedir. Örneğin ülkenin önemli bir sorunu ile ilgili yazarken, konuşurken mutlaka ama mutlaka bu ülkenin insanlarının hislerini rencide edeceksin. Demokrat olacağım diye ülkenin bütün geleneklerini, his yapısını, vatandaşların sahip çıktığı gelenekleri ayaklar altına alacaksın.” (Hürriyet: 02. 05. 1995)

Bu sebepledir ki mukaddes değerlerimiz, hatta ülkemizin % 99’u Müslüman olmasına rağmen İslâm dini bile maalesef bir kavga, çatışma, cepheleşme sebebi hâline getirilmek isteniyor.

İdeolojik taassup ve müessese menfaati, basının muhtevasını belirleyen en önemli sâik durumunda görünmektedir. Basın muhabirleri arasında yapılan bir araştırmada; «Haberin ne olduğu?..» sorusuna çoğunluk; «Patronun ne düşündüğüdür.» cevabını vermiştir. Haberlerin bahis mevzuu ölçülerle yorumlanıp aktarılması, kamuoyuna karşı yapılmış en büyük saygısızlık olarak düşünülmelidir. Taha AKYOL bununla alâkalı şöyle diyor: “Köşe yazarları olarak, bazen köşelerimizi Yakup CEMİL gibi mi kullanıyoruz? Benim bu soruya cevabım: «Evet, maalesef»tir… Elimizdeki kalem ve ekran gücünü zaman zaman silâh gibi, en azından sorumsuzca kullandığımızı inkâr edemeyiz.”b

Kadınlığın istismarı demek olan müstehcenlik, basının vazgeçilemez bir malzemesi hâline gelmiştir. Rejime sahip çıkmak adına, «kamuya ait alanlarda» kıyıda köşede başörtülü, «İmam- Hatipli» avına çıkan bazı basın organlarının; «özgürlük» sloganına sığınarak teşhircilikte sınır tanımaması, îzah edilemez.

Gelişen teknolojinin basına ilâve ettiği bir vasıta olan televizyonun, diğerlerine nispetle yeri daha tesirlidir. Ancak; aile içi münâsebetlerde ve içtimaî hayatta menfî gelişmelere sebep olan bu «büyülü kutu»nun, bir problem hâline geldiği de ifade ediliyor. Bu hususla ilgili olarak; Almanya’da, «Beyin Antrenman Kurumu» başkanlarından Prof. Fisher’in dikkat çekici bir tespiti var. Buna göre: “İki saat televizyon seyretmek sûretiyle beynin âtıl bırakılmasının beyinde hâsıl ettiği tembelliği gidermek için bir hafta zihin çalışması yapmak gerekir.” Bilhassa ABD’de etkili olan bir «sivil toplum kuruluşu», bütün dünyayı, her yıl Nisan ayının son haftasında, televizyon kapatmaya davet ediyor. Bu faaliyeti düzenleyenler; gayenin, televizyondan uzak geçirilecek bir hafta içinde, insanın hayatına neler kazandıracağını keşfettirmek olduğunu açıklıyorlar.

RTÜK tarafından yapılan bir araştırmaya göre; günde ortalama dört saate yakın televizyon seyredilmekte olup, beş saatin üzerinde seyredenlerin nispeti ise % 20’dir. Televizyon kanallarında en çok seyredilen saatlerin, umumiyetle, kültürel mânâda hiçbir katkı sağlamayan, sadece vakit öldürmeye mâtuf programlara ayrıldığı düşünülürse, vaziyetin vahameti daha açık ortaya çıkar. Nitekim cemiyetimizdeki şiddet, cinayet, intihar, çetecilik, sapıklık gibi çeşitli içtimaî hastalıklarda yapılabilecek her türlü bayağılığın sergilendiği, şiddetin kol gezdiği bu programların önemli tesirleri olduğu, sık sık ortaya çıkan bir gerçektir.

“Türk medyasının önemli bir bölümünün, evrensel gazetecilik ahlâkından ve standartlarından ne denli uzak olduğu…”c bir vâkıadır. İçtimaî hayatta önemli bir rahatlama sağlayacak olan bu meselenin hallinin, ilgili kuruluşların, derneklerin ve yetkililerin gündeminde olması gereken öncelikli bir mevzu olduğu muhakkaktır.

a Yusuf KAPLAN: Yeni Şafak-17. 06. 2002

b Taha AKYOL: Milliyet- 30. 03. 2002

c Prof. Dr. Atilla YAYLA: Zaman- 28. 07. 2006