Batının Vazgeçemediği Bir Töre: Soykırım

Doç. Dr. Ahmet KAVAS

 

Fransa tarihi hakkında yapılacak basit bir araştırma ile geçmişte
pek çok bölgesinin hâlâ söylemeye utandıkları soykırımlara sahne
olduğunu görmekteyiz.

Demokrasi, cumhuriyet ve insan hakları başta olmak üzere pek çok konuda muâsırlarına göre ileri olduklarını iddia edenlerden birisi de Fransa’dır. Bununla birlikte bu ülkenin tarihi hakkında yapılacak basit bir araştırma ile geçmişte pek çok bölgesinin hâlâ söylemeye utandıkları soykırımlara sahne olduğunu görmekteyiz. Daha doğrusu herhangi bir vesile ile ister kendilerinden olsun, ister olmasın, suçlu-suçsuz ayırt etmeden fikir, soy, inanç veya başka bir vesileyle hedef gösterilen bazı yeni oluşumlarının son ferdini yok edene kadar soykırımına tâbî tuttukları gerçeğiyle doludur. Ama başlarından büyük badireler geçen bu oluşumların hemen hemen hiçbirisi kendilerinin soykırımına tâbî tutulduklarını dünya gündemine aldıramamışlardır.

Almanların kendilerinden bir tür özür dilemeye çalıştıkları Namibya yerlisi Herero isimli bir kabile vardır. Bu ülkeyi 1884 yılında sömürgeleştiren Almanya’nın karşısına çıkan bu kabile 11 Ağustos 1904 tarihinde Lothar Von Trotha komutasındaki Alman birliklerince büyük bir soykırımına tâbî tutulur. 100 binden fazla nüfusa sahip kabile öyle bir soykırımına uğratılır ki birkaç ay içinde geriye 10-15 bin kadar insan kalır. Dilimizde sıkça kullanılan Koca Ragıp Paşa’ya ait güzel bir söz vardır: “Şecâat arz iderken merd-i kıptî sirkatin söyler.” diye. Aslında başta sömürgeci Avrupa devletleri olmak üzere hepsinin geçmişinde ya soykırımını başka toplumlar üzerinde fiîlen uygulama veya kendi içlerinde bazı unsurların güçlü olan diğer unsurlarca soykırıma uğratılması söz konusudur.

BATI, İNSANLIK DIŞI ÂDETLERİNE BİR İSİM BULDU: SOYKIRIM

1944 yılında, İkinci Dünya Savaşı’nın bitmek üzere olduğu bir dönemde dünya genelinde herkesin kullanacağı «soykırım» mânâsına bir kelime gündeme girer. Fransızcada «jenosid» şeklinde okunan «génocide», İngilizcede «genocide», İtalyanca ve İspanyolcada «genocidio», Almancada ise «völkermord» kelimelerinden anlaşılan husus kısaca herhangi bir toplumun kökünü kazıyacak şekilde yok edilmesidir. Grekçe «doğum, cins, tür ve ırk» mânâlarına gelen «genos» kelimesi ile Latince’de «öldürmek» mânâsındaki «caedere» fiilinin son ek olarak ilavesiyle 20’nci yüzyılın ortalarında uydurulan birleşik bir kelimedir.

İlk defa bir Amerikalı tarafından İkinci Dünya Savaşı esnasında Avrupa Yahudilerine karşı Almanlar, Fransızlar, Avusturyalılar ve Polonyalılar başta olmak üzere birçok ülkenin yaptıkları insanlık dışı davranışları için kullanıldı. Fakat kendi suçlarına bir ortak arama derdine düşen Avrupalılar hemen bu kelimenin mânâsını geçmişe doğru da genişletmeye başladılar.

Ne gariptir ki yarım asır önce atalarına karşı girişildiğini iddia ettikleri fiili, bugün Filistinlilere karşı, hem de beynelmilel medyanın gözü önünde, uygulaması konusunda sadece birkaç Arap ülkesi ve Venezüella devlet başkanı gibi liderler açıklamalarda bulunmakla birlikte dünya ülkelerinin tamamına yakını İsrail için «soykırım yapıyor.» demeye cesaret edememektedir. Yani bu kelime 20’nci yüzyılın ikinci yarısında büyük fırtınalar kopardı, belki 21’inci yüzyılda da milletlerarası ilişkileri germeye devam edecek.

1980’li yıllarda dünya gündemine «Ermeni Soykırımı» diye bir iddia atıldı. Böylece 20’nci yüzyılın başında Ermenilerin Osmanlılar tarafından soykırıma uğratıldığı gündeme getirilecek, ama bu vesileyle üzerine gidilen ülke Türkiye Cumhuriyeti olacak ve bu husus özellikle milletlerarası münasebetlerinde yoluna konacak önemli engellerden birisini teşkil edecekti. Derhâl bu konuyu milletlerarası toplantılarda dillendirmeye başladılar. Kısa zamanda çok sayıda ülke; Osmanlı Devleti’nin asırlarca kendisine bağlılıkta diğer milletlere göre «millet-i sâdıka» olarak vasıflandırdığı bu toplumuyla arasında son yıllarında yaşadığı gerginliğin gerçek sebep ve sonuçlarını bir tarafa bırakıp Türkleri «soykırım» yapmakla suçlar hâle geldiler. Geçmişte yaşananlara bizzat şâhit olanların yıllarca anlattıkları bir tarafa, bugün ortaya çıkan yeni belgeler de gerçek soykırımın Anadolu’yu istilâ etmek isteyen Avrupalı devletlere payanda olan Ermeniler tarafından Türklere karşı yapıldığını açıkça göstermektedir.

Soykırım kelimesinin muhtevasına sokulan üçüncü olay; 1994 yılında Doğu Afrika’daki Büyük Göller bölgesinin küçük ülkelerinden Ruanda’da yapılan katliam için kullanıldı. Bugün dünya medyasında dahî Fransa gibi modernliğiyle övünen bir Avrupa ülkesi böylesine bir vahşeti engellemek üzere üstlendiği görevi kötüye kullandığı için açıkça bu soykırımının baş müsebbiplerinden birisi olarak itham edilmektedir. Tam olarak bilinmemekle birlikte 20’nci yüzyılın son büyük soykırımlarından birisinin yaşandığı Ruanda’da en az bir milyon insan hunharca öldürüldü. Katolik ve Protestan kiliselerinin açıkça tahrikte bulunduğu iddia edilen bu olayda en sağduyulu olan toplum, ülkedeki Müslüman azınlık olmuş ve camileri katliamdan kaçanlar için birer sığınak olarak kullanmıştı.

Soykırım olarak kabul edilen dördüncü olay ise; üçüncüsünün üzerinden henüz bir yıl geçmeden 1995 yılında Bosna’da Müslümanlara karşı işlenen katliamdır. Modern ve çağdaş batılı devletlerin gözleri önünde, âdeta: «Elinizi çabuk tutun!» dercesine, yüz binlerce Müslüman’ın Sırplar ve Hırvatlar tarafından birkaç ay içinde katledilmesine müsaade edildi. Yaşanan bu insanlık dışı olay da ancak yaşandıktan sonra pek çok ülke tarafından soykırım olarak kabul gördü.

Ne var ki Avrupa ülkelerinin dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan soykırımlarını görmezden gelip sadece bu dört olayı özellikle gündeme getirmesi bir samimiyetsizliğin örneğidir. Kaldı ki bugün pek çok yazar tarihte yaşanan nice benzeri olayları da bu kelimenin ifade ettiği mânâya dâhil etmektedirler. Özellikle bu konuda karnesi en kabarık ülkelerin başında ise Fransa gelmektedir.

12 Ekim 2006 günü Fransız Meclisi’ndeki 577 milletvekilinden sadece 125’inin katılımıyla Ermeni Soykırımı Tasarısı’nın tanınması için Sosyalist Parti’nin verdiği kanun önergesi görüşüldü. Sonuçta 106 Fransız milletvekili: «Evet, Ermenilere soykırım uygulanmıştır, bunu kabul etmeyen 45 bin avro para cezasına ve iki yıl da hapis cezasına çarptırılmalıdır.» ifadelerini ihtiva eden kanunu kabul etti. Sadece 19 milletvekili bu teklife: «Hayır!» diyebildi. 452 Fransız milletvekili ise «ne şiş yansın, ne kebap» mantığıyla hareket etti, ama her ne kadar lehte oy vermeseler de meclise gelmemelerinin bu kanunun geçmesine vesile olacağından emindiler. Ama gelselerdi: «Hayır, soykırım yapılmamıştır!» diyeceklerdi. Kısacası gelmeyerek: «Evet!» demiş oldular.

Gerçekte soykırımın her türlüsünü bizzat kendi toplumuna bile tarihinin değişik dönemlerinde uygulamış olan Fransa bugüne kadar resmî makamları tarafından bunların herhangi birisi için olsa bile «soykırım» ifadesini kullanmamakta ısrar ediyor. Öyle ki bu olaylardan ilki bile aslında Fransız halkının hâfızalarında canlılığını korumaktadır. Tamamen dinî kaygılarla ve özellikle Vatikan’ın yönlendirmesiyle Güney Fransa’daki Albi’de yaşanan bir katliam vardır. İnançları uğruna katledilen insanlara uygulanan vahşet bugün bile bu olayı okuyanlarının kanını dondurmaktadır. Müntesiplerine Katar (Cathares) denilen bir Hıristiyan mezhebi vardı. Bu mezhep ilk önce 10’uncu yüzyılda bugünkü Bulgaristan’da zuhur etmiş, ardından Bizans topraklarında yayılmıştı. Bunlar önce Bosna’ya gitmişler, ardından bir müddet İtalya’nın kuzeyine yerleşmişlerse de sonunda Fransa’nın güneyini yurt edinmişlerdi.

İstanbullu Nicétas isimli Bogomil piskoposu vasıtasıyla Katar mezhebi (Catharisme) Fransa’nın güneyindeki Albi, Agen, Carcassonne ve Toulouse’da dört piskoposlukla gerçek bir kiliseye dönüşmüştü. Özellikle bu bölgedeki küçük prensler bunlara kucak açmışlar ve taraftar toplamalarına müsaade etmişlerdi. Kendilerinin gerçek Hıristiyanlar olduklarını iddia ediyorlardı. Düşmanları ise onların Maniheizm, Budizm ve Zerdüştlük’ten etkilenerek iyilik ve kötülük ilâhı şeklindeki inancı benimsediklerini ileri sürüyorlardı. Hattâ iyiliğin Allah’tan geldiğini, kötülüklerin ise O’nun dışından geldiği inancını yaydıkları için düalist inanç sahipleri olarak tavsif edildiler. Katolik Kilisesi, âyinleri Latince yaparken bunlar bugün bile Güney Fransa’daki güçlü mahallî dillerden olan Oksitan (Occitan) dilinde âyin yapıyorlardı. Din adamlığında kadın-erkek ayırımı yapmadıkları gibi haç dâhil hiçbir dinî sembolleri de yoktu.

Bogomiller olarak da isimlendirilen bu topluluk Vatikan tarafından sapıklıkla itham edildi. O dönemde Papa tarafından meşrûluğu tasdik edilen Dominiken tarîkatı mensupları bunları cezalandırmak üzere yaşadıkları Güney Fransa’ya sevk edildiler. Ele geçirilen son Katar diri diri yakılana kadar bu insanlık dışı vahşet devam ettirildiği için bir müddet sonra bu mezhebin izi dahî kalmadı. Kendilerini «iyi erkekler», «iyi kadınlar» ve «iyi Hıristiyanlar» olarak tarif eden bu insanları alaya almak için özellikle Katolik Kilisesi’nden düşmanları bunları «kusursuz/mükemmel» mânâsında kullanılan «parfait» kelimesiyle isimlendirmekteydiler. Papa’dan «sapık» damgasını yemelerinin bir sonucu olarak aynı dine mensup olmalarına rağmen Albi ve çevresinde yaşayan Katar mezhebine mensup insanların tamamı 1209-1212 yılları arasında soykırımdan geçirilmişti.

Selçukluların cesurâne direnişleri neticesinde iyice sinen Haçlılar, Osmanlı Devleti üzerine gelmek için de dâima fırsat gözlüyordu. Tehlikenin her zaman mümkün olduğu konusunda şüphesi olmayan Osmanlılar Avrupa’da Luther ve Kalvin’in başlattıkları Hıristiyanlıktaki reform hareketleri sayesinde derin bir nefes aldılar. Gerektiğinde en ağır cezaları veren, engizisyon mahkemeleriyle Avrupa’yı korku deryasına daldıran Katolik mezhebi karşısındaki bu iki din adamının hareketleri bir tür karşı çıkış olarak görüldü ve kendilerine «Katolik inancına karşı çıkan» mânâsına «Protestan» kelimesi kullanıldı. Osmanlı Devleti Katolik’lerin Haçlı Seferleri düzenleme ihtimali karşısında uzun süre Protestan’lara destek verdi. 1570’li yıllarda Fransa’da başlayan ve diğer Avrupa ülkelerine sıçrayan Protestan karşıtı tavırlar ve özellikle Paris’te başlayıp diğer şehirlere yayılan Saint Barthelemy Katliamı unutulacak gibi değil.

Yine Fransız İhtilâli sonrasında ülkenin batısındaki Vendée bölgesinde de bu defa Cumhuriyet ordularının Fransa Kralı taraftarı ve Katolik Kilisesi mensuplarına karşı uyguladığı katliam dünyada yaşanan ender soykırımlardan birisidir. Cumhuriyet idaresiyle Katolik Kilisesi arasında yaşanan gerginlik aralıklarla devam etmiş ve 20’nci yüzyıla kadar gelmişti. 1900’lü yılların başında en az 60 bin rahip ve rahibe mensup oldukları rûhânî cemaatleri kapatıp terk etmedikleri ve lâik olmayı reddettikleri için Fransa dışına sürgüne gönderilmişti.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında Almanya’nın işgaliyle iyice köşeye sıkıştığı günlerde 200 bin Yahudi’sini gözünü kırpmadan Almanlara teslim ederek hunharca ölümlerine sebep olan Fransa, bu konuda özür dileyip bir de anıt dikse bile bugün yaşayan Yahudi’lerin ifadesiyle «intikam peşinde koşma, ama unutma» sloganıyla hâfızalarda canlılığını koruyan soykırımlardan birisidir.

1830 yılından itibaren Cezayir tam 130 sene Fransız işgalinde kalmış, hürriyetini elde etmek istediği her defasında üzerine dünyanın en güçlü ordusuyla gidilerek cezalandırılmıştı. Ancak 1950’li yıllarda bıçak kemiğe dayanmıştı. Fransa içinde bile her sınıftan insanlar Cezayirlilere yapılan zulmü onlarla birlikte gösterilere iştirak ederek ifade etmekteydiler. Cezayirlilerin ifadesiyle bir buçuk milyon insan üç-beş sene içinde vatanları uğruna şehit edilmişti.

Bugün İsrail’e: «Dur!» diyemeyenler, o gün de Fransa’ya: «Yapma!» diyememişlerdi. Kısacası yaşanan soykırımları yapanlar kadar onları durdurma konusunda girişimde bulunmayıp seyirci kalanların da vebâli büyüktür. İnsanlar öldükten sonra millî ve beynelmilel siyasî mahfillerde: «Ben şu veya bu soykırımını tanıyorum.» demek Hıristiyan inancındaki günah çıkarmadan esinlenen bir davranış biçimi olsa gerek.