AYIN TARİHİ

Handenur YÜKSEL

“Seni sevindiren, seni sevinç ve neşe içinde tutan sevgili, seni üzen ve kendisinden sıkıntı duyduğun sevgilinin aynıdır. Hep O’dur, hep O’ndandır. Bunun böyle olduğunu bildiğin hâlde niçin boş yere üzülüyor, sıkıntının elinde âciz kalıyorsun?”

DENİZ BANA DÜŞTÜ!

Ünlü romancılarımızdan Ercüment Ekrem TALU 1886’da İstanbul’da doğdu. Meşhur yazar Recaizâde Ekrem’in oğludur. Galatasaray Sultanîsi’ni bitirdikten sonra gönderildiği Paris’te siyasî bilgiler öğrenimi gördü. Dönüşünde Düyûn-ı Umûmiye’de ve Meclis-i Âyan’da mütercimlik, daha sonra Matbuat Umum Müdürlüğü ve Cumhurbaşkanlığı başkâtipliği görevlerinde bulundu. 1931’de Varşova Elçiliği Müsteşarlığı’na getirilen Ercüment Ekrem, 1936’dan itibaren Siyasî Bilgiler Okulu ve Gazi Eğitim Enstitüsü’nde Fransızca, Galatasaray Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yaptı. 16 Aralık 1956’da siroz’dan vefat ederek, Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi. Mütareke yıllarında Aka GÜNDÜZ ile «Alay» adlı bir mizah dergisi çıkaran, Meşhedî adlı bir İranlının, abartmalı serüvenlerini anlattığı mizahî hikâye ve romanlarıyla geniş çevrelerce haklı bir üne kavuşan yazarın eski İstanbul hayatını konu edinen pek çok romanı vardır.

***

Ercüment Ekrem, nükteyi sever, neşeli olduğunda pek tatlı konuşurdu. Bir gün Sarıyer’de, rıhtım boyunda gezintiye çıktı. O zamanlar «Kobra» isimli büyük bir Romen gemisi vardı ve ne zaman Boğaz’dan geçse dev dalga meydana getirerek, sahili sular altında bırakırdı. İşte bu gezintisi sırasında da aynı gemi geçti ve âniden gelen kocaman bir dalga rıhtımı aşarak ünlü yazarı sırılsıklam ıslattı. Ercüment Ekrem iliklerine kadar su içinde kaldığını görünce, elbiselerini değiştirmesi gerektiğini düşünerek, yakından tanıdığı Sait Bey’in yalısına sığındı ve mümkünse bir kat çamaşır vermelerini rica etti.

Sait Bey, onu karşısında böyle perişan bir hâlde görünce:

“–Ne o Ekrem Bey, denize mi düştünüz? dedi. Ünlü yazar şöyle cevap verdi:

“–Hayır dostum, deniz bana düştü!”

DAHA NE BEKLİYORSUNUZ?

1873’te Fatih’te doğan Millî Şairimiz Mehmed Âkif ERSOY, öğrenimini Halkalı Baytar Mektebi’nde tamamladı. Sonraki yıllarda, Eşref Edip’le birlikte «Sırât-ı Müstakîm» ve «Sebîlü’r Reşad Dergileri»ni çıkaran Ersoy, İzmir’in işgali üzerine Millî Mücadele’yi desteklemek için vaazlar vererek, halkın direniş gücünü artırmaya çalıştı. Cumhuriyetten sonra yapılan reformlara muhalefette bulunarak, sert eleştiriler yazdı. 1925’te Mısır’a yerleşen şair, Mısır üniversitelerinde Türk edebiyatı okuttu. Orada siroza yakalanan Ersoy, bundan 70 yıl önce, yurda dönüşünden kısa süre sonra 27 Aralık 1936’da vefat etti. Şairin, «Safahat» isimli eseri, sağlığında yayınlanan yedi ayrı şiir kitabının ortak adıdır. İstiklâl Marşımız olarak kabul edilen şiiri, 12 Mart 1921’de, TBMM’de alkışlar arasında kabul edildi.

***

Âkif’in dostlarından Mehmet Şevket Bey’in babası Hacı Besim Efendi, hâli vakti yerinde olmasına rağmen hiç para harcamazmış. Bir gün hasta olup yatağa düşünce, Mehmed Akif kendisini ziyarete gelmiş. Besim Efendi çok zayıf ve mecalsiz yatıyormuş.

Mehmed Âkif, geçmiş olsun dileklerini ilettikten sonra:

“–Hacı Efendi!” demiş. “Sizi çok zayıf görüyorum, bir tavuk kestirseniz de çorba filân yaptırsanız…”

Hacı Besim Efendi:

“–Siz ne diyorsunuz Âkif Bey, dünyanın bin türlü hâli var, para-pul harcamaya gelmez.” deyince, Âkif tebessüm ederek bu defa şöyle demiş:

“–Hacı Efendi, dünyanın bin türlü hâlinden dokuz yüz doksan dokuzu başınıza gelmiş. Daha neyi bekliyorsunuz?”

BOŞ YERE ÜZÜLME!

30 Eylül 1207’de Belh’de doğan ve Moğol İstilâsı üzerine ailesiyle birlikte küçük yaşta Anadolu’ya göçen büyük mutasavvıf Hazret-i Mevlânâ, bundan 733 yıl önce 17.12.1273’te Konya’da Hakk’a yürüdü. Babası, Sultanu’l Ulemâ lâkabıyla tanınan Bahâeddin Veled’in vefatı üzerine, vaaz ve irşada başlayan Mevlânâ, halîfesi Hüsameddin Çelebi’nin teşvikiyle, 25.700 beyitlik ünlü Mesnevî’sini yazdı. Büyük sûfînin Konya’da başlayan dostlar halkası giderek genişledi. Mesnevî, asırlar içinde birçok dile çevrildi.

Hazret-i Mevlânâ, sıkıntılı olduğunu hissettiği oğlu Bahâeddin’e bunun sebebini sorunca, oğlu, bu hâlin niçin ve nasıl olduğunu bilemediğini söyledi. Hazret-i Mevlânâ bunun üzerine, kalkıp yan odaya gitti, az sonra da kurt postunu başına geçirerek, tekrar oğlunun yanına geldi; «Buuuu…buuu…buu…» şeklinde bir takım sesler çıkarmaya başladı. Babasının bu hareketi Bahâeddin’i güldürmüştü. Hazret-i Mevlânâ, yüzündeki postu çıkarıp konuşmaya başladı:

“–Oğlum, eğer bir latîf sevgili sana sımsıkı bağlansa, dâima seninle şaka ve şenlik etse, sonra da birdenbire yüzünün şeklini değiştirip yanına gelse ve sana: «Buuuu…buuu…buu…» dese, ondan korkar mısın?” Bahâeddin:

“–Hayır korkmam!” dedi. Bunun üzerine yüce mütefekkir şöyle buyurdu:

“–Seni sevindiren, seni sevinç ve neşe içinde tutan sevgili, seni üzen ve kendisinden sıkıntı duyduğun sevgilinin aynıdır. Hep O’dur, hep O’ndandır. Bunun böyle olduğunu bildiğin hâlde niçin boş yere üzülüyor, sıkıntının elinde âciz kalıyorsun?”

KAMUOYUNU DÜŞÜNÜYORUM!

Ünlü Vatan Şairi Nâmık Kemâl, 1840’da Tekirdağ’da doğdu. İlk yazılarını «Tasvîr-i Efkâr Gazetesi»nde yayınladı. Yazılarında meşrutiyet esaslarını dile getirdiğinden, hizmet arkadaşlarının sürgüne gönderilmesi üzerine telaşa kapılarak Ziya Paşa ile birlikte Avrupa’ya kaçtı. Londra’da «Hürriyet», İstanbul’a dönmesine izin verilince «İbret Gazeteleri»ni çıkardı. Daha sonra en tanınmış oyunu «Vatan Yahut Silistre»yi yazdı. Eseri oynanınca büyük ilgi görmesi üzerine 1873’te Kıbrıs’a sürülerek 38 ay Magosa zindanlarında kaldı. Nâmık Kemâl, 2 Aralık 1888’de Rodos’ta vefat etti. Şiir, makale, eleştiri, roman ve tiyatro dallarında yenilikçi atılımlar yapan Nâmık Kemâl, şiirlerindeki «Hürriyet aşkını aşılama» özelliğiyle yeni sayılır.

***

Nâmık Kemâl, bir gün kötü bir havada kayıkla Üsküdar’a geçmektedir. Deniz bir ara iyice azar ve kayık alabora olacak hâle gelir. Hürriyet şairi, ahlayıp-oflayıp korku belirtileri göstermeye başlayınca, refakat edenlerden biri kendisine şöyle sitem eder:

“–Üstadım, biz de kayıktayız; bizimkisi de can. Neden telaş ediyorsunuz?”

Nâmık Kemâl, yazı ve konuşmalarıyla milletin sesini duyurmaya çalıştığını hissettiren şu karşılığı verir:

“–Kendi canımı, sizin canınızı düşündüğünüzün çeyreği kadar düşünmem. Endişemin sebebi, bu kayık batarsa onunla birlikte kamuoyunun da batacak olmasıdır.”

HOKKA TUTAN PADİŞAH…

Yazıda devir açan ünlü hattat Hâfız Osman, 1642’de İstanbul’da doğdu, küçük yaşta hâfız oldu. Döneminin hattatları arasında en seçkini kabul edilen Suyolcuzâde’den meşk ederek, 18 yaşında icâzet aldı. Daha sonra Şeyh Hamdullah üslûbunu öğrenmek üzere yeniden öğrenciliğe başladı. 1672’de Mısır’a, beş yıl sonra hac için Hicaz’a giden ünlü hattat, 1985’te Sultan II. Mustafa’ya hat muallimi tayin edildi. Sümbülîye tarîkatı şeyhine intisap eden Hâfız Osman, 3 Aralık 1698’de vefat ederek, Sümbül Efendi Dergahı Hazîresine defnedildi. Hat sanatında yeni bir çığır açan büyük sanatkâr, ömrünün sonuna kadar 25 Mushaf yazdı. Hâfız Osman’ın sülüs-nesih ve rıkâ’ nevîlerinde açtığı yol, günümüzde dahî etkisini sürdürür.

***

Yazmak istediği ibareyi, önce Hâfız Osman’a yazdırıp sonra buna bakarak benzetmeye çalışan Sultan II. Mustafa, kendisine meşk hazırlanırken hocasının yanına oturup mürekkep hokkasını elinde tutarak, «hünkârî tâzim»de bulunurdu. Sultan II. Mustafa, derviş-meşrep bir şahsiyet olan Hâfız Osman’a hitaben:

“–Artık bir Osman Efendi yetişmez…” diyerek, hocasına olan hayranlığını belirttiği, buna karşılık Hâfız Osman’ın da:

“–Efendimiz gibi, hocasına hokka tutan padişahlar geldikçe, daha çok Hâfız Osmanlar yetişir Hünkârım!” dediği rivâyet edilir.