Açın Artık Gönüllerinizi!..

Âdem SARAÇ

Bu din; ırk üstünlüğü, kabile imtiyazı, sülâle seçkinliği gibi farkları
ortadan kaldırarak, en zengin biri veya çıplak ayaklı bir köle de olsa, aynı îmanı paylaşan insanlar arasında, öz kardeşlikten daha gerçek kardeşlikler kurmaktaydı.

Allah’ın dediği olur…

Allah Teâlâ Hazretleri ne dilerse o olur… Bu hep böyle olmuştu… Yine öyle oluyordu…

Kullarına karşı son derede şefkatli ve merhametli olan Rabbimiz, onları, düşmüş olduğu çirkef bataklığından; şirk ve isyan uçurumundan kurtarmak için, nihayet Son Peygamber’ini de göndermişti.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, en yakınlarından başlamak üzere; hiçbir ayırım yapmadan, bütün herkesi kucaklayan, şefkatli bir baba edâsıyla her birisiyle tek tek görüşüyor, cehâlet dikenliğinden İslâm gülistanına davet ediyordu…

Önceleri pek bir şeye karışmayan müşrik önde gelenleri, olayın gel-geç bir şey olmadığını anlayınca, müdahale etmeye başladılar.

Fakat, Ebû Tâlib amca, müşriklere karşı yeğenini koruyordu…

Peygamber Efendimiz’in amcalarından biri olan Ebû Tâlib, pek varlıklı biri olmamasına rağmen, içinde yaşadığı halkının seyyidi ve şereflisi olup, sözü dinlenir itibarlı bir zâttı.

Allah Teâlâ Hazretleri’nin emri ile, insanları İslâm gülistanına davete başlayan Peygamberimiz, Ebû Tâlib amcasından büyük bir destek gördü. Allah ve Rasûlü’ne îman etmeyen Ebû Tâlib amca, buna rağmen, dâvâsında sevgili yeğenini destekledi.

Peygamberler Sultanı, en küçük fırsatları bile değerlendirerek, İslâm’ın eşsiz güzelliğini anlatıyor, nasipliler nasipleniyor, çirkinlikler güzelliklere dönüşüyordu.

Fakat bütün hayatları ile beraber, gönülleri de kararmış olan müşrikler, bu güzelliğe karşı çıkıyor, işi iyice çıkmaza sokuyorlardı.

Peygamberimiz şefkat ve merhametle yaklaşırken, onlar öfke ve nefretle karşılık vermeye başlamışlardı. Gerginlik gün geçtikçe tırmanıyordu.

İslâm, bütün güzelliği ile herkes tarafından duyulur ve bilinir olursa, bütün herkes bu güzelliğe kucak açacak; şirk rejimi tehlikeye düşecekti. Bunu görmekte gecikmeyen Mekke’nin önde gelenleri, toplantı üstüne toplantı yaparak, âcil çözüm arayışlarına girdiler. Îman ederek İslâm ile güzelleşeceklerine, putlarına daha bir sıkı sarılıp, her geçen gün yeni çirkinlikler îcat ediyorlardı.

Toplantılarında aldıkları ortak karar ile harekete geçen müşrikler, idarî, malî, siyasî, ekonomik, eğitim, askerî… gibi Mekke’yi her yönüyle ellerinde bulunduran yönetici kadronun en önde gelenleri, kalkıp Ebû Tâlib’i ciddî bir şekilde uyarmaya karar verdiler.

Peygamber olan yeğenine îman etmediği hâlde, O’nun asla yalan söylemeyeceğini çok iyi bilen Ebû Tâlib amca, müşrik heyetini uygun bir şekilde savmayı başararak, yeğeninin yanında yer almaya devam etti.

Bundan olumlu bir netice alamayan müşrikler, güzeller güzeli Peygamberimiz’i yermeye, her kurumu ile insanlığın huzur ve saadeti için gönderilen İslâm’ı kötülemeye başladılar.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- başta olmak üzere, Müslümanlar, âyet âyet İslâm’ı anlatmaya çalışırlarken, müşrikler de bütün kurumlarını harekete geçirerek, İslâm nûrunun daha fazla yayılmasını önlemek için, ellerinden geleni yapıyorlardı.

Hak-bâtıl mücadelesi başlamıştı…

Müslümanlar, Allah ve Rasûlü’ne davet ederlerken, müşrikler de putlarına bağlılıklarını ısrarla sürdürüyorlar ve bunu de her yerde ve her fırsatta seslendiriyorlardı.

Âyetlerin halk tarafından duyulmasını engellemek amacıyla, müşrik önde gelenlerinin hepsi seferber olmuşlardı. Bunlardan biri de Velid bin Muğîre idi…

Kur’ân ve İslâm’a gönlünü tamamıyla kapamış olan Velid, her fırsatta Peygamberimiz’e sataşıyor, ağza alınmayacak lâflar ediyordu. Yine bir gün Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Onun sataşıp çirkin sözler söylemesine fırsat vermeyen Peygamberimiz, uygun bir ortam oluşturup, Kur’ân-ı Kerîm okudu.

İlk defa böyle ciddî bir şekilde Kur’ân dinleyen Velid’in, bütün duyguları alt üst oldu. Bir an ne diyeceğini şaşırdı. Özellikle de Nahl Sûresi 90’ıncı âyeti, bir başka havaya sokmuştu onu. Öyle ki, üç defa üst üste: «Bunu bana bir daha oku!» diyecek kadar.

“Muhakkak ki Allah, (size) adâleti, ihsanı, akrabaya yardım etmeyi emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O (Allah), düşünüp tutasınız diye, size öğüt veriyor.” (Nahl Sûresi, 16/90)

Allah Teâlâ Hazretleri, bu âyette dünya nizamını sağlayan üç esası emrediyor; buna karşılık üç çirkin davranışı da yasaklıyordu.

Emrettiği esaslar; adâlet, ihsan ve akrabaya yardımdı.

Yasakladıkları ise; fuhuş, münker ve zulümdü.

Adâlet; her şeyi tam olarak yerine getirmek, herkesin hakkını vermek ve ölçülü davranmak demekti.

İhsân; iyilik etmek, hayır yapmak, bağışta bulunmak ve emredilen şeyi gerektiği gibi yerine getirmek olup; ibadette ihsan ise, Allah’ı görür gibi ibadet etmekti.

Akrabaya yardım; uzak ve yakın akrabaya iyilik etmek, ihtiyaçlarını karşılamak ve onlara karşı iyi davranmaktı.

Fuhuş-Fahşâ; yalan, iftira ve zina gibi söz ve fiille işlenen günah ve çirkinliklerdi.

Münker; şeriat ve akl-ı selîmin beğenmeyip, fena kabul ettiği iş ve davranış demekti.

Azgınlık/Bağy; insanlara karşı üstünlük iddia edip, onları, zulüm ve baskı altında tutmak demekti…

Kısaca açıklamaya çalıştığımız bu âyeti dinleyen Velid, sadece anlatılanları değil, Kur’ân’ın edebî sanat açısından birçok yönleriyle beraber, mûcize olduğunu görünce, nerede ise şok geçirmiş; küçük dilini yutacak bir hâle gelmişti. Bir iki yutkunduktan sonra zorakî konuşabildi: “Vallahi, bu sözde öyle bir tatlılık, öyle bir güzellik ve parlaklık var ki, o, tepesi bol yemişli, dibi ve kökü sulak yemyeşil bir ağaç sanki. Bunu beşer söyleyemez. Bu, bir beşer sözü değildir!”

Havadan havaya girmiş, hayretten hayrete düşmüş, verecek başka bir cevap bulamamış; yenilmiş, bitmiş ve yıkılmış bir şekilde ayrılıp, müşriklerin yanına döndü.

Ondaki değişikliği fark eden müşrik önde gelenleri, müthiş bir endişeye kapılmışlar ve: “Vallahi, Velid İslâm’a girecek olursa, bütün Kureyşliler de İslâm’a girerler!” demişlerdi.

İnsanı dünyaya bağlayan ne varsa, hepsini önüne dökmüşler, her bakımdan her şeyini kuşatmaya almışlar, Âyetleri düşünmesine fırsat vermeden, tekrar şirk uçurumunun en dibine yuvarlamışlardı onu. Böylece tekrar putperestlik damarı kabaran Velid, Kur’ân ve Peygamber hakkında daha ağır bir şekilde ileri-geri konuşmaya başladı.

Fakat ortada bir gerçek vardı. O da İslâm gerçeği idi… Her şeylerini alt üst eden Kur’ân-ı Kerîm idi… İslâm Peygamberi’ydi…

Mağlup olmuşlardı işte; yenilmişlerdi. Hem de Yetim ve Öksüz birine karşı…

İşte bunu hazmedemiyordu müşrikler. Hazımsızlıkları o dereceye varmıştı ki, bütün insanî değerleri bile ayaklar altına alarak, çok ağır itham ve sataşmalara başladılar.

Önceleri nemelâzımcılık tablosu sergileyen lâkayt tavırları, şimdi düşmanlıkla yer değiştirmişti. Münkirler, müşrikler, hepsi fena hâlde öfkeliydiler. Çünkü yeni gelen bu din, puta tapmayı reddetmekte, putları basit birer madde olarak telâkki ve îlan etmekte; uyduruk bâtıl dinlerin yanı sıra, ne kadar semavî din varsa hepsinin hükümsüz kaldığını; tamamının yerini İslâm nizamının aldığını açıklamakta ve bütün insanları buna îmana davet ederek; dünya ve âhirette kurtuluşları için Allah ve Rasûlü’ne îmanı şart koşmaktaydı.

Dahası da vardı… Bu din, ırk üstünlüğü, kabile imtiyazı, sülâle seçkinliği gibi farkları ortadan kaldırarak, en zengin biri veya çıplak ayaklı bir köle de olsa, aynı îmanı paylaşan insanlar arasında, öz kardeşlikten daha gerçek kardeşlikler kurmaktaydı.

İleride olacakları anlamakta gecikmediler. Üstlerine doğru nazlı bir şekilde yuvarlanan kar yumağı, şimdilik küçük gibi görünse de, belli ki bu koca bir çığın çekirdeğiydi. Başlangıçta alay ederlerken, şimdi hepsini korku dağları bekliyordu…

Allah Teâla Hazretleri, sevgili kullarına En Sevgili Kulu’nu Peygamber olarak göndermiş, ardı arkası kesilmeyen âyetlerle de sürekli destekliyordu…

Mekkeliler, âyetlerle arınmaya koşacaklarına, Hakk’a yüz çevirmişler, düşmanca bir tavır sergilemişlerdi.

Peygamberler Sultanı sürekli uyarıyordu…

«Anlayın artık!..» diyordu…

«Açın artık gönüllerinizi!..» diyordu…

«Bunca âyetler size hiçbir şey anlatmıyor mu?..»

«Görecek göz, idrak edecek akıl, hissedecek kalbiniz yok mu sizin?..» diyordu.

Peygamberler Sultanı, insanlığın kurtuluşu için feryât ediyordu âdeta…

Onlar karşı koysa da, sevgili ashâbının yolunu takip etmek isteyen bizler: “Açtık artık gönüllerimizi Sana, buyur ey Allah’ın Rasûlü!” diye haykırarak, asırlar ötesinden cevap veriyoruz Sana ey Can Efendimiz!

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem-