Sepetçioğlu’nun Gözüyle Edebiyatçılarımız – 4 –

Mehmet Nuri YARDIM

“Benim için Cağaloğlu daha çok kitaplar ve yazarlar demekti, dergiler de buradaydı ve gazetelerle gazetecilerden çok ilgimi çekiyordu.”

YAŞAR KEMAL PORTRESİ

Yüreği millî duygularla yüklü olan Sepetçioğlu’nun kaleminden çıkan kısa, özlü ve keskin gözlemlerle ortaya konulan Yaşar Kemal portresi bir hayli ilgi çekici çizgiler taşıyor. «İnce Memed»in yazarını, romancımızın bakışıyla görmek bize yeni ufuklar açıyor:

“Onu ben, şimdi epeyce zengin; fakat o vakitler zenginlik yolunda bir küçük yapsatçı olan bir dostum yüzünden tanımıştım; ona göre değerlendirmiş, yalansız görünüş ve davranışlarından hoşlanmıştım. Türkülerimizi seviyordu, arıyor, araştırıyordu; buluyor, yazıyordu. Çok sıkıntılar çekmiş olduğu belliydi; jandarma sıkıntısından varlıklı ağa, eşraf sıkıntısına kadar ruh zengin kişilerin kolay katlanamayacağı sıkıntıları çokça yaşamıştı; katlanmıştı çoğuna, hoşgörülüydü, yine de hoşgörülüydü.

Yanılmıyorsam solun kanadı altına ya girmişti ya da girmek üzereydi. Çok geçmedi. Cumhuriyet Gazetesi’nde çalışmaya başladı. Behçet Kemal’in aracılığıyla gerçekleştiği söyleniyordu. Daha sonraları komünist ağının yoldaşlarının yardımından söz ettiler; Abidin DİNO adı geçti arada, kendisi de yazdı gâliba; doğrusunu özü biliyordur elbette.”20

Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU, Yaşar Kemal’in iç dünyası, fikirleri ve insanî cephesi üzerinde durmaya devam ediyor. Biz de romancımızla bu tespitleri takip etmeye ve gerçeği anlamaya çalışıyoruz:

“Ben tanıdığımda Yaşar Kemal komünist miydi? Bilmiyorum. Veya komünist oldu mu hiç? Onu da bilmiyorum. Bildiğim ben tanıdığımda, «İnce Memed»i (Mehmet değil, Memed; Nazım Hikmet’in oğlunun adı da Mehmet değil Memet’tir.) yeni yazıyordu; ya başlamış ya yarılamıştı. Beşiktaş’ta, Serencebey’in oralarda bir yerde, bir bakımsız odada kalıyordu ve yoksul bir hayatın nefeslerindeydi. «İnce Memed»i bana o odada okudu, sanırım ilk dinleyicilerinden biriyim. Sırası geldiğinde Yaşar Kemal’i anlatırken elbette ayrıntılarına gireceğim, bu yazı onun için değil Veysel Usta için daha çok; fakat şuncağızını yazmalıyım: «İnce Memed»in girişinde çakırdikenlerinin rüzgârda sürüklenişi anlatılır; biraz eski kovboy filmlerinin Arizonası’nı hatırlarsınız. Velâkin ben o yılların modası İbrayili Panait İstrati’yi hatırlamış, «Baraganın Dikenleri»ndeki uçuşan, sürüklenen devedikenlerinden söz etmiştim. Daha sözümü bitirmeden Yaşar öfkeyle yerinden fırladı; kıskandığımı sanmış olmanın sinirinde verdi veriştirdi. Buna rağmen ahbaplığımız bozulmamıştı, taa 1970’li yıllara doğru Tarık BUĞRA’nın yüzünden beni düşman bilişine kadar dost kalmıştık!”21 Ancak Tarık BUĞRA meselesini açmaz Sepetçioğlu. Bu dostluğun bozuluşunda «Küçük Ağa» yazarının payını ve rolünü öğrenemeyiz.

HAS ROMANCI: PEYÂMİ SAFA

Mustafa Necati SEPETÇİOĞ-LU’nun hâtıralarında âdeta edebiyatçılarımızın resm-i geçidine şâhit oluruz. Bu metinlerde şair ve yazarlarımızın zaafları, meziyetleri, yaşanmışlıkları, gördükleri vefâsızlık ve türlü mihnet ile çektikleri cefa var. Neyzen Tevfik’in Cağaloğlu’ndaki hâl-i pür melâlini anlatırken bizi o günlere götürür romancımız. Behçet Kemal ÇAĞLAR’ın Âşık Veysel’i üzen hâllerini anlatırken yeniden bir daha üzülür ve bizi de kahreder. Ama bütün bu hâtıraları anlatacak değiliz elbet. Çünkü sözün de, hâtıranın da ucu bucağı yok. Ama sayfalar doluveriyor işte. İyisi mi biz sözü tatlıya bağlayalım. Kitabın son satırlarıyla yazımıza nihayet verelim. “Benim için Cağaloğlu daha çok kitaplar ve yazarlar demekti, dergiler de buradaydı ve gazetelerle gazetecilerden çok ilgimi çekiyordu.” diyen Sepetçioğlu, 1950’li yıllarda Necip Fazıl KISAKÜREK’in «Büyük Doğu»sundan Peyâmi SAFA’nın «Türk Düşüncesi»ne, «İstanbul» dergisinden «Türk San’atı» dergisine pek çok edebî ve fikrî neşriyattan ve mahfilden bahseder. İşte Allah’tan rahmet dilediğim büyük yazar Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU’nun gözüyle «Dokuzuncu Hâriciye Koğuşu» yazarının çarpıcı ve nârin bir portresi:

“Daha sonraları, onun tırnağı kadar olamayacak romancıları tanıyıp romanlarını okuyunca Peyâmi Bey’in zamanında değerlendiremediğim için hâlâ üzüldüğüm büyüklüğünü anlatmak isterdim size; lâkin gücüm yetmeyecek. Her şeyden önce gerçek bir beyefendi idi; sağdan-soldan aşırılmış eserlerin sağı-solu toplanıp piyasaya sürülmesiyle yazarlaşmış yazarlardan değildi, has romancıydı; konusunun yetenekli sahibi, düşüncesinin efendisiydi… Milyon kere milyon Nazım Hikmet ederdi; velâkin savaştığı dönem her zaman olduğu gibi kölelerin ve kölecilerin sözcülüğündeydi. Öyle bir devrin sıkıntısını sıkıntılarda yaşadı. Eserlerini bir kere daha okuyabilseniz cevherin sunuluş güzelliğini fark ederdiniz.

Ben o günlerde henüz bunun farkında değildim. Gençliğin kaygusuz gönlünü esintili bir başın deliceliğinde sürükleniyordum. Böyle güzel bir Mayıs ayı başlangıcının ikindisinde Milliyet Gazetesi’nin yerleştiği ara sokaktan geçip Gülhane’ye inecektim. Ansızın içeri girmek, basamakları çıkmak, Peyâmi SAFA Bey’i görmek istedi avâre gönlüm; delikanlı düşünceliğinden başım da, hayır… demedi, diyemedi; girdim.

O zamanlar en görkemli gazete bile şimdikiler gibi şatafatlı değildi, insanlarından korkmazdı, kapıları bekçili, odaları sürgülüler sonraları modalaştı. Bu yüzden yolumu kesen de olmadı, soran durduran da…

Peyâmi Bey’in odasını biliyordum; velâkin üstadın o anda ertesi günün yazısını yazmakta olabileceği aklımın ucundan bile geçmiyordu. Küçücük odasına girdiğimde yazısına başlamıştı bile. Beni görünce bir an… duraladı. Sonra yazısına baktı… bıraktı; bıraktı; karşısındaki yere oturmamı işaret etti… keşke dövseydi!

Süklüm püklüm oturdum. Boynumu, boğazımı ter bastı bir anda, oturduğuma da oturacağıma da bin pişman, buruldum kaldım. Utancım yüzümde allandı. Gözlerimde bunalmış sersem bakışlar dolanıyordu, lâkin olan olmuş, ben oraya gelmiş, gelişim yazı saatine denk düştüğünden o saatin hürriyetinde zaman dışını yaşayan bir ustanın zebânîsi oluvermiştim bir kere… geri dönüş ancak kalkıp gitmekle mümkün idi, o da cesaretsizliğimden hareketlenmiyordu

Peyâmi SAFA Bey kapıda göründüğüm andaki ben ile kanepeye her an biraz daha fazla yığılmakta olan «ben»in farkını kestirmiş olmalı ki, cesaret edebilsem bile odadan çıkıp gitmemin kolay olmayacağını hissettirir bir güvendiricilikte hatırımı sordu, neler yazıp neler yazmaktan vazgeçmemekte olduğumu sordu. Utancımı sıyırdı üstümden, benim toy yazarlığımı kanepedeki yığıntılığından aldı kendi yazarlık doruğunda, yanında yer verircesine bir yere oturttu, öylesine yüceltici davrandı.

Sonra konuşmaya başladık. 50 yıldır hep dinlemeden dinlettiren insanların dinleyici olmak sıkıntısında yaşamış, o bunalışı hissetmişimdir; Peyâmi Bey ile konuşurken böyle duyguların varlığı düşünülemezdi bile. Konuşur iken konuştururdu.

O günden sonra yine konuşmalarımız oldu. Unutamayacağım birkaç sözü var ki onlar, bugün benim genç okuyucularımın da sordukları soruların cevabıdır, ayrıca onun sanat, edebiyat ve düşünce dünyasının ustası olması için yaratılmış ruh yapısını gösterir. Bana sorarsanız döneminin en büyüklerinden idi. Öyle olmasaydı Nazım Hikmet saldırmaz, komünistler yok etmek için çırpınmazlardı.

O gün odasından ayrılır iken, içeri girdiğimde yazmakta olduğu kâğıdı yırttığını gördüm. Kim bilir nasıl güzel bir yazısının katili olmuştum. Fakat ertesi günkü yazısını okuyunca gönendim. «Dün, bir genç hikâye yazarı ile konuştum.» diye başlıyordu yazı, adımı vermeden konuştuklarımızı anlatıyordu. O yazı benim için hâlâ bir ödüldür.

Aldığım ödüllerin en büyüğüdür hem de!”22

___________________________________

20 Dünden Bugüne ve Yarına II, Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU, İrfan Yayınları,
İstanbul – 1999, s. 222-223.

21 a.g.e., s. 223.

22 a.g.e., s.234-236.