Rektörlerin Kulakları Çınlasın!

Mehmed İsa HAKŞİNAS

Birinci dert, polisiye tedbirlerle rakip ideoloji ve görüşleri avlamak. İkinci dert, siyasî meselelerle uğraşarak yerlerini sağlamlaştırmak. Üçüncü dert, üniversitelerin bütçesi üzerinde saltanat sürmek. Dördüncü dert, yok. Beşinci dert, yok. Altıncı dert, yok… Peş peşe yoklardan sonra geldiği için en sonda kalan ve unutulan dert: Eğitim ve öğretim. Sonra da akademik çalışmalar.

i

lmî çalışmalar, artık üniversite yönetimlerini ideolojik soykırım fabrikası gibi işletenlerin en son meselesi.

Birinci dert, polisiye tedbirlerle rakip ideoloji ve görüşleri avlamak. İkinci dert, siyasî meselelerle uğraşarak yerlerini sağlamlaştırmak. Üçüncü dert, üniversitelerin bütçesi üzerinde saltanat sürmek. Dördüncü dert, yok. Beşinci dert, yok. Altıncı dert, yok… Peş peşe yoklardan sonra geldiği için en sonda kalan ve unutulan dert: Eğitim ve öğretim. Sonra da akademik çalışmalar.

Bu ifadeler ne hissî, ne hayalî, ne de kastî!

Ne de mübalâğa!

Eğer gerçekler tam anlamıyla ele alınsa, ortaya çok daha vahim hususlar çıkar.

Saymaya gerek yok!

Yeni yapılan dünya çapındaki bir araştırmanın kahredici neticelerine bakmak yeter.

En başarılı 200 üniversitenin seçildiği araştırmada Türk üniversiteleri ne eseftir ki ilk 500’ün içine bile giremedi. Hâlbuki bu ilk 500’ün içinde Afrika dâhil nerelerden üniversiteler yok ki!

Bu hezimetin ne mânâya geldiğini, en doğru ve en net şekilde anlayacak olanlar, herkesten çok rektörler ve YÖK olsa gerek.

Tabiî başlarını ikna odalarından, ideolojik avcılıktan ve millî değerlere düşmanlıktan alabilirlerse. Yoksa üniversitelerin geleceği artık iyice felâket, şafakları da karanlık. Çünkü ilim ve irfan açısından geri kalmışlık, ürkütücü boyutlarda.

Kim bilir?

Belki de rektörlerin siyasî ve saçma manevraları, sırf bu yaftaları başkalarının sırtına geçirebilme gayretidir…

Çok acı…

Hele böylesine ciddî ve büyük Türk milletini küçük düşürücü vaziyeti bir kenara bırakıp da bazı rektörlerin geçmişe sövmekle, milletin din ve îmanını rencide etmekle, sağa sola dil uzatmakla tıpkı arsız bir siyasî parti üyesi gibi ötekine berikine aykırılıkla üniversiteleri tüketmeleri, hangi gerekçelerle îzah edilebilir?

Niçin YÖK’ün ve rektörlerin yetkileri, bu tüketimi kolaylaştıracak dokunulmazlıkta? Koca bir neslin enerjisini israf etmeye, millet ve devletin eğitim bütçesini ziyan etmeye ve ilmî çalışmaları dünyada ilk 500’e giremeyecek kadar düşürmeye kimin hakkı var?

Bu tür kötü gerçekler yıllardır yaşanıyor. Yeni ortaya çıkmış bir kangren değil.

Kafasını ilme değil de Anadolu’nun Müslümanlığına takmış gerici rektörlerin kulakları çınlasın!

Şu ilk 500’e bile niçin giremediklerini iyice bir düşünsünler. Düşünsünler de ondan sonra başkalarının bilgilerini artık ilmî zeminde doğru yaklaşımlarla tartışabileceklerini ispat etsinler.

Ama önce Nurettin TOPÇU’nun 1968’te yayınladığı şu yazıyı dikkatlice birkaç sefer okusunlar ve üniversite ile ilgili olarak 40 yıl evvelinden yazılmış bir yazının henüz bu sabah kaleme alınmış gibi olmasının cevabını versinler.

ÜNİVERSİTE

Millî bünyemizin derinlerine işleyen dertlerinden biri de üni­versite meselesidir. Otuz yedi sene evvel eski Darülfünûn’u lağvederek büyük vaatlerle açılan üniversite, gömüldüğü Darülfü­nûn’a nazaran her bakımdan gerilemiş durumdadır. Bugünkü par­lak yapılarının örttüğü iç yüzü, çalışmaları ve eseri göz önünde tu­tulunca, ilk açılış nutkunu yapan rektörün ağzı ile Süleymaniye Külliyesi’nin devamı olduğu ifade edilen bu müessesenin, Darülfünûn’dan 100 sene, Süleymaniye Külliyesi’nden 400 sene daha geri olduğu görülecektir. Bu gerilik ilim, ahlâk ve hukuk alanların­da göze çarpmaktadır.

İlim alanında üniversite asrın ilim hayatına hiçbir eser, bir fi­kir, yeni bir görüş katamadığı gibi, yaptığı neşriyat çok kere en ba­sit ve iptidaî bilgilerin dışına taşmamakta ve bunların yazarları bazen Türk dilini dosdoğru kullanma nasibinden de mahrum bulun­maktadır.

Çoğu kere hocaların şahsî menfaat ve şahıslarına hizmet ölçü­leriyle seçilerek yükseltilen elemanlar arasında, değil yalnız saha­sına ait genel bilgilere sahip olma bakımından, hattâ üzerinde ihti­sasını yaptığı konuda bile salâhiyetsiz olanları çok görülmektedir. Bunlar arasında liselerle, ortaokullarda ders okutabilecek ilmî salâ­hiyete sahip olmayanları da çoktur. Bazılarının orta öğretimde oku­tulmak üzere hazırladığı kitaplar, üniversitedeki gerilik sırrını etra­fa yaymak sûretiyle bu koca gövdeli müesseseyi gülünç vaziyete düşürücü mâhiyettedir. Üniversitenin başlıca eseri, kuruluşundan bu yana çoğu batı memleketlerinde belli-başlı tahsil yapmamış olan genç elemanlarının bu ilim yuvasında kendi aile yuvalan için öğ­rencilerinden birer eş seçmiş olmalarıdır. İlmî yetersizliği iddiasıyla lağvedilen eski Darülfünûn’un 50 yıl önceki seviyesi, Abdurrahman Şeref’ler, Ahmet Refik’ler, Ahmet Naim’ler ve İzmirli İsmail Hakkı’larla, Mahmut Esat’lar, Ebululâ Mardin’ler, Salih Zeki’ler, Âkil Muhtar’lar ve Mazhar Osman’larla bugünkü üniversitenin kat kat üstünde idi. Onu yere batıranlar tarafından kurulan üniversite­nin bilhassa edebiyat ve hukuk fakülteleri, tarih, edebiyat, felsefe bölümleri asırlık gerileyişler kaydetmiş bulunuyor. Çoğu Türk dili­ne yan bakan zayıf tercümelerin yanında sistemsiz ve tenkitsiz dev­şirme eserlerden ibaret iri ciltleri yüzlerce liraya satmaktan başka ilim ideali yaşatmayan üniversite, bugün kocaman ve içi kof bir vü­cut hâlinde.

Ahlâkî bakımından üniversite bir millete meş’ale tutacak, genç­liğe örnek olacak durumdan çok uzaklarda bulunuyor. Asistanları­nı özel kliniklerinde çalıştıran, üniversite lâboratuvarlarındaki âletle­ri, kendi kliniklerinde kullanan, üniversite kliniklerinde haftanın birkaç saatında lütfen gözüken profesörler, gelecek nesillere örnek olamazlar. Kendisinin istediği şekilde hizmetlerine âmâde olmayan asistanını tekmeleyen, küfürler savuran hoca, neslin mürebbisi ye­rinde durmamalıdır. Hastahane servislerini kendi hususî hastalarına ayıranlar, ufacık dikkatsizlikleri yüzünden hastasının ölümüne se­bep olanlar bir millet müessesesinin sahipleri sayılmamalıdır. Umumî efkâra bir tahkikat hâdisesi hâlinde aksettirdikten sonra, dâima olduğu gibi, neticesi üniversitenin mahrem localarında yok oluveren ahlâk ve iffet hâdiseleri, profesörlerin talebelerine tecavüz vak’aları bir ilim müessesesinin yüzünü ağartacak şeyler değildir. Hoca beylerin hususî işlerine hizmetle asistanlar görevlendirile­mez. Bazen bütün bir sene veya birkaç sene derslerine uğramadığı hâlde sadece maaşını alan profesör gençliğe parlak ve temiz bir vic­dan örneği vermemektedir. Bütün bu nevî hâdiseler ihânet olaylarıdır, fikir âleminde cinayet olaylarıdır.

Hukukî alanda üniversitenin yaptığı haksız tasarruflar yüzleri geçmiş bulunuyor. Hiçbir üstün otorite tarafından dışardan kont­rol edilemeyen, muhtariyeti böylece derebeylik mânâsında kullanan üniversite bugüne kadar ne bir heyet, ne devlet, ne de millet huzu­runda mes’ûliyetlerinin hesabını vermiş değildir. Devlet içinde dev­let yaşatan bu korkunç teşekkül, tam mânâsı ile despotik bir iktidar ile istediği şahıslara kapılarını açmış, istemediklerini, müşterek menfaatlerin dâima birlikte kımıldattığı ellerin işareti ile dışında bı­rakmıştır ve bunları tam bir fütursuzlukla yaparken en ufak bir kor­ku, bir tereddüt, bir devlet ve millet huzurunda olmanın en ufak en­dişesini kendinde yaşatmamıştır. Allah’tan aldıklarını iddia ettikle­ri iktidarla istedikleri haksızlıkların hâkimiyetini yaşatan hüküm­darlar ve tiranlar gibi bunlar da yeryüzünde hiç kimseye hesap ver­me lüzumunu bir an bile duymamışlardır, îcabında karar yırtmış ve dosya yok etmişlerdir. Yirmi sene, otuz sene dolaplara gömülen eserler öldürülürken daha dün kabul edilen tezler, yüksek fiyatlara satılarak sahibine servet getirmesi gayesiyle, üniversitenin bütçe­sinden büyük masraflarla bastırılmıştır. Elemanlarının sayıca yeter­sizliği bahanesiyle on binlerce genci kapılarının dışında bırakan üniversite, aynı elemanlara pek yüksek ücretler veren, yeni îcat o özel yüksek okullarda, büyük para karşılığında Türk gençliğini in­safsızca sömüren bezirganlarla böylece işbirliği yapmaktadır; hem de tahsilini bu yoldan giderek yapabilen gençliğin yarın memleket hayatında hangi ideale bağlanacağından asla endişe etmeyerek. Üniversiteye imtihanla öğrenci alınmasına gelince, bu her şeyden önce orta öğretimi inkâr etmektir. Sonra da kayıt parası bulunma­yan gencin okuma hürriyetini tanımayan aynı zamanda iktisadî bir fâciadır. Nihayet eğitim kâidelerine aykırı olarak her gencin, kendi istidâdı dâhilindeki mesleği seçmesini imkânsız bırakmakla şans ve tesadüf yolları ile meslek seçmeye onları mecbur etmektir. Birinci­si, kendini millet maarifinden uyarmak gibi bir şaşkınlıktır. İkinci­si, demokrasi ile uzlaştırılamayacak bir haksızlıktır. Çünkü bunun­la bir zengin sınıf imtiyazı tanınmaktadır. Üçüncüsü ise, ferdî kabi­liyetleri yok etmenin yoludur. Zira bu usûl ile hukuku seven genç, imtihanını kazandığı edebiyat fakültesine, tıbba kabiliyetli olan fel­sefeye, iktisadı seven eczacı fakültesine girmeye mecbur olmaktadır. Bu hâl XX. asrın pedagoji anlayışı ile taban tabana zıt bir dav­ranıştır.

Nihayet üniversite, memleket ve millet dâvâlarının hiçbirine uzanma imkân ve kabiliyetini bugüne kadar kendinde bulmamıştır. Memlekette gençlik meselesi vardır, çocuk ve kadın meselesi var­dır, ahlâk ve adâlet meselesi vardır, din ve lâiklik meselesi vardır, sosyal sınıf dâvâsı, maarif meselesi ve rejim meselesi vardır. Za­man zaman kütlenip kalp ve idrakine tırmanan bütün bu meseleler köylere kadar uzandığı hâlde hiçbiri üniversiteye yaklaşmaz. Fikir ve dâvâ onun kapısından içeri girmez. Saadet ve ikbâl hırslarıyla kararmış gözler, bu olayların ve bu millet meselelerinin hiçbirini görmezler. “Bizim devletimiz bize yetmiyor mu?” dercesine bir şaşkınlıkla onlar dünya nimetlerini paylaşmaya devam ederler. Bu sayılan memleket dâvâlarından başka ve onların yanı sıra öğrenci­lerin nice meseleleri olur ki onları da boş verip geçerler.

Her tarafından çürüyen bu müessese lağvedilerek yerine yeni­si açılmalıdır. Bunun için önce, üniversitenin dışında ilmî salâhiyet­lerin bulunmadığı yolundaki vehim gömülerek, ilmî ve hukukî sa­lâhiyetleri bulunan bir tahkik komisyonuna havale edilsin. Otuz ye­di senelik çalışmalar, tezler ve eserler gözden geçirilsin. Bugüne kadar yapılmış olan hukukî tasarruflar da aynı heyet tarafından in­celensin. Sayıları oldukça kabaran büyük hâdiseleri ve yolsuzlukla­rı tespit edici şikâyetler dinlensin ve bunların hiçbiri dört duvar ara­sında kalmayarak basın yolu ile halk efkârına sunulsun. O zaman üniversiteyi lağvetmeyerek bugünkü hâli ile devam etmeye, millet huzurunda hiçbir salâhiyetli kişinin gücü yetmeyecektir. Kulislerin­de kliklerin çalıştığı, îmana ve insan haklarına hürmet duyguları­nın, dâima ikbâl hırsları ve hasis menfaat hesapları ile kalkan eller tarafından gömüldüğü üniversite ruh bakımından, son asırların Topkapı Sarayı’ndan farksız hâle gelmiştir. Ona âdeta küçük bir devlet bütçesi ayıran millet, bunca fedakârlığı poliklinik kapıların­da günlerce sürünmek için yapmıyor. Onların haksızlıklarını neşterleyen faziletli ve temiz elleri kesmek gayretiyle toplantılarda ve­rilen pervasız şiddet ve tehdit kararlarına el kaldırsınlar diye de yapmıyor. Danıştay’dan çevrilerek yüzlerine çarpılan acaba kaçın­cı ihraç kararlarıdır? Acaba küçümsedikleri Darülfünûn koridorla­rında klikler çalışıyor muydu? Süleymaniye Külliyesi’nde devlet darbesine kararlar mı hazırlanmıştı?

Hayır, hayır, hayır… Bu üniversite bir ilim ve fazilet yuvası olacak örnek hüviyetini kaybetmiştir. Bin yıllık tarihi olan büyük milletimiz kendi varlığının ifadesi olacak üniversiteyi yeniden ku­rabilecektir.

Hareket, III/25, Ocak 1968; TMD/2. (AN/1, 2 ve YT/2’de iki tane başka «Üniversite» yazısı bulunmaktadır).