Prof. Dr. Mustafa UZUN ile mülâkat…

RÖPORTAJ

“Gökyüzünde İsa ile Çağırayım Mevlâm Seni”
Hıristiyanlardan Daha Çok Seviyoruz:

Edebiyatımızda Hazret-i İsa

Türk edebiyatı için İslâm dini, mühim bir beslenme kaynağıdır. Bu bakımdan Hazret-i İsa da diğer peygamberler de haklarındaki malûmatın çokluğuna ve özelliklerine göre yazılı metinlerimizde oldukça geniş bir şekilde ele alınmışlardır.

Prof. Dr. Mustafa UZUN ile mülâkat…

Yüzakı: Efendim, gayr-ı müslimler zaman zaman Hazret-i Peygamber ve güzel dinimiz hakkında rencide edici tavırlar sergiliyorlar. Hem onlara bir edep dersi olması için hem de bizlerdeki güzel ahlâkı yansıtmak bakımından bizim nasıl bir tavır içerisinde olduğumuzu da kültür ve edebiyatımızdaki akisleriyle gerektiğinde sergilememiz şart oluyor. Buradan hareketle bu sayımızda Hazret-i İsa’yı ele almak istedik. Önce şunu sormak istiyoruz: Hazret-i İsa yazılı kültürümüzde nasıl bir yere sahiptir?

Mustafa UZUN: Yazılı kültürümüz deyince aklımıza önce edebiyatımız geliyor. En yüksek edebî eserlerden halka yönelik en basit eserlere kadar bütün metinler, yazılı kültürü oluşturuyor. Bunların da temelinde hiç şüphesiz ki inanç kaynaklarımız var. Çünkü bütün edebiyatlar malzemelerini öncelikle dinî kaynaklardan alırlar. Bizde de öyle olmuştur. Türk edebiyatı için İslâm dini, mühim bir beslenme kaynağıdır. Bu bakımdan Hazret-i İsa da diğer peygamberler de haklarındaki malûmatın çokluğuna ve özelliklerine göre yazılı metinlerimizde oldukça geniş bir şekilde ele alınmışlardır.

Yüzakı: Hocam, nedir bu kaynaklar?

Mustafa UZUN: Bunları doğrudan doğruya dinî olanlar ile doğrudan dinî olmayan kaynaklar olarak ikiye ayırabiliriz. Buna dinî ve lâ-dinî de deniyor. Fakat lâ-dinî din dışı demek değildir. Çünkü bu şekilde kastedilenler de aslında dinin şekillendirmesiyle oluşan hayatın farklı yönlerinden gelen bilgilerdir. Dolayısıyla burada lâ-dinî kelimesini doğrudan doğruya dinî olmayan diye anlamak îcap eder. Bu önemli bir noktadır; iyice belli etmek lâzım, vurgulamak lâzım, altını çizmek lâzım. Çünkü bizim hayatımızdaki her davranış; insanlara selâm vermek, güler yüz göstermek, onları sevmek, onlarla kardeşlik duyguları içinde olmak da dinimizin bize telkinleriyle şekillenmiştir. Hattâ karşı dinden olan insanlara karşı göstereceğimiz tavır bile bize dinimizden gelir, beşeriyetimizden önce, dinimizden, dînî eğitim almamızdan kaynaklanır.

Bu noktada mevzuumuzla ilgili kaynaklarımızın başında da Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîfler olmak üzere bu iki kaynaktan beslenerek ortaya çıkan tasavvufî eserlerin yanı sıra kısas-ı enbiyâ dediğimiz peygamber kıssaları, yani peygamberlerin hayatlarıyla ilgili bilgileri ihtiva eden kitaplar gelmektedir.

Diyebiliriz ki edebiyatımızda peygamber kıssaları, İsrâiliyyâtı da dâhil edersek, çok zengin bir kaynak olmuş ve gâliba şairlere üzerinde en rahat hayal kurma ve bazen de çizginin dışına şâirâne hayallerle kaçma imkânı veren bir alan olduğu için de çok rağbet görmüştür.

Yüzakı: Hocam, edebiyatımızdaki tezahürlere konumuz etrafında temas edecek olursak neler söylemek istersiniz?

Mustafa UZUN: Hıristiyanlar, varsa yoksa bizim peygamberimiz derken biz her peygambere îman ederiz. Hepsine ayrı ayrı muhabbet besleriz. Çünkü Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan itibaren her peygamber Allâh’ın elçisi olarak insanlara doğru yolu göstermek üzere gönderilmişlerdir. Bu inanış, «âmentü»nün esaslarındandır. Bu çerçevede Hazret-i İsa da bizim peygamberimizdir, Hazret-i Musa da. Bakın Yunus ne diyor bir ilâhîsinde:

Gökyüzünde İsa ile,
Tur Dağı’nda Musa ile,
Elindeki âsa ile,
Çağırayım Mevlâ’m Sen’i.

Şimdi Mevlâ’yı biz Hazret-i İsa’nın dilinden de, Hazret-i Musa’nın dilinden de, Hazret-i Süleyman’ın dilinden de yani onların Allah Teâlâ’ya yaklaştığı, kulluk ettiği şekillerde de zikrederiz. Dua ederiz.

Fakat Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, Ekremü’r-Rusül (Peygamberler Sultanı) ve nübüvvetin hatmi olduğu için O’nun yeri başkadır. Biz O’nun ümmetiyiz. Zaten kültürümüzde de peygamberlerden de O’na ümmet olma duaları yer almıştır. Nitekim Süleyman Çelebi, Hazret-i İsa’nın gökyüzüne ref‘edilmesinden bahsederken hüsn-i ta‘lil ile diyor ki:

Ölmeyüp Îsâ göğe bulduğu yol
Ümmetinden olmak için idi ol

Her iki peygamberi çeşitli sanatlar etrafında böyle bir arada zikretmek, şiirimizde gelenek gibidir. Yine Yunus’umuz der ki:

Îsâ gibi dünyâ koyup gökleri seyrân eylerim
Muhammed’em, dosta gidem, ben len-terânî neylerem

Yüzakı: Hocam, gayr-ı müslim kültüründe peygamberlere karşı böyle bir sıcak sevgi ve hürmet göremiyoruz. Hâlbuki biz, peygamber deyince onu en ufak bir lekeden bile uzak görüyoruz.

Mustafa UZUN: İşte bu, bizim peygamberimizden gelen edebimiz. Çünkü Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem-: “Onlar benim kardeşim.” demiş. Biz nasıl ki Hazret-i Peygamber’e sadece ismiyle alâ melei’n-nâs hitap edemezsek, onlardan da şiir kalıplarının mecburiyeti hâriç mutlaka «Hazret» veya «aleyhisselâm» gibi ifadeleri olmadan bahsetmeyiz. Efendimiz’in bu mânâda nübüvvet kardeşlerine de aynı hürmetle, aynı ihtiramla, aynı saygıyla davranmayı gerekli biliriz.

Yani biz peygamberlere hem îmanımızın, hem edebimizin hem dinimizin bize öğrettikleriyle bakıyoruz. Bu, îmanımızın da gereği olduğundan hürmette kusur etmiyoruz, saygıda kusur etmiyoruz. Bu sebeple onların bütün hayatları hakkında bilinenler, edebiyatçılar tarafından malzeme olarak alınıp kullanılıyor. Gerek nesirde gerek nazımda bunlar vasıtasıyla insanlar edebe, ahlâka, irfana yönlendiriliyor.

Yüzakı: Hocam, Hazret-i İsa’yı konu olarak alan müstakil eserlerimiz var mı?

Mustafa UZUN: Tabiî var. Bir kere kısas-ı enbiyâlarda mutlaka Hazret-i İsa için müstakil bir bölüm açılır ve uzun uzadıya, tafsilâtıyla, hattâ bazen bu kadar tafsilât nereden geliyor, âyette yok, hadiste yok, diyecek şekilde bilgiler yer alır. Dolayısıyla kısas-ı enbiyâlar Hazret-i Musa, Hazret-i İsa hakkında ve diğer peygamberler hakkında da ana eserler sayılabilir. Yani Hazret-i İsa bu eserlerde ana bölümlerden bir tanesi. Tabiî ayrıca müstakil eserler de var. Meselâ «Dâsitân-ı Hazret-i Îsâ» adlı bir mesnevîyi hatırlıyorum. Bu eserin diğer bir adı da Cimcime Sultan Destanı’dır. Bu eserde Hazret-i İsa’nın Tûr yolunda karşılaştığı bir kafatasıyla konuşması, bir sultana ait olan kafatasının başına gelenleri O’na anlatması, dünya hayatında yapması gerekenleri ihmal etmesi yüzünden duyduğu pişmanlık, kişiye îmandan başka hiçbir şeyin fayda vermeyeceği gibi konular işlenmiştir.

Örnekleri sadece Türk edebiyatında ortaya çıkmış olan hilyeler arasında Hazret-i İsa Efendimiz’in de hilyesi yer almıştır.

Sadece manzum eserlerde değil mensur eserlerde de Hazret-i İsa dâima konu edilmiştir.

Yüzakı: Bunlar nelerdir?

Mustafa UZUN: Meselâ Mes-nevî’de Hazret-i İsa ile ilgili birçok kıssa buluruz. Oysa Mesnevî ne kısas-ı enbiyâdır ne de peygamberlerin hayatını ele alan müstakil bir eserdir. Ama onda birçok hikâye; Hazret-i İsa ile alâkalıdır, Hazret-i Musa ile alâkalıdır, Hazret-i İbrahim ile alâkalıdır. Dolayısıyla kültür ve edebiyatımızda müstakil eserlerin yanında müstakil olmayan eserlerde de Hazret-i İsa’nın önemli bir yer tuttuğunu görüyoruz.

Yine Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’nin «Fusûsü’l-Hikem» adlı eserinin XV. bölümü de Îseviyye kelimesindeki nebevî hikmete ayrılmıştır. Ahmet Avni KONUK, Fusûsü’l-hikem Tercüme ve Şerhi ismiyle eser üzerinde yaptığı çalışmada bu bölümdeki bilgileri tasavvufî bakış açısıyla şerh etmiştir.

Ayrıca Hilye-i enbiyâ türündeki eserlerde de Hazret-i İsa’ya yer verilmiştir. Bekāyî mahlâslı Dursunzâde Abdülbâkî Efendi’nin «Hilyetü’l-enbiyâ ve Hilye-i Çehâryâr-î Güzîn» adlı manzum eseri ve Neşâtî Ahmed Dede’nin «Hilye-i Enbiyâ»sında ve Nûrî mahlâslı bir şair tarafından kaleme alınan «Hilye-i Peygamberân»da mevcut olan on dört peygamber hilyesinden biri Hazret-i İsa’ya aittir. Konuları arasında Hazret-i İsa’ya yer veren önemli bir eser de Fuzûlî’nin «Hadîkatü’s-Süedâ»sıdır. Eserin birinci bölümünde haklarında bilgi verilen dokuz peygamber arasında İsa -aleyhisselâm- da bulunmaktadır.

Yine Fütüvvet-nâmelerde Hazret-i İsa’dan izler buluyoruz. Bu eserlerde Hazret-i İsa; boyacılık, ekmekçilik, ayakkabıcılık zanaatlarının pîri olarak takdim ediliyor. Bizim kültürümüzde ahîlik geleneğinden gelen her meslek erbabının bir pîri vardır. O meslek erbabı her sabah dükkânını açarken pîr kabul ettiği o peygamberin ismini zikreder, ona dua eder. Onun bereketiyle dükkânının, işinin, sanatının, zanaatının bereketlenmesini ister. Bu bakımdan Hazret-i İsa; ayakkabıcıların, ekmekçilerin, boyacıların pîridir. Yani bu işleri yapan esnafın her sabah dükkânını açarken besmeleden sonra hatırına gelen kişidir Hazret-i İsa.

Yüzakı: Hatıra gelen kişi dediniz. Edebiyatımızda Hazret-i İsa ile ilgili telmihlere de temas edebilir misiniz? Yani Hazret-i İsa edebiyatımızda nasıl anlatılmıştır?

Mustafa UZUN: Dîvân şairleri bir duygudan, bir histen, bir hareketten bahsederken onu ilk defa yapan veya o hareketiyle meşhur olan hangi peygamberse veya hangi peygamberin hayatında böyle bir özellik varsa onu dâima hatırlar ve hatırlatır. Bu yönde kelimeler ve cümleler kullanarak mazmunlar ve remizler oluşturur.

Hatırda daha iyi kalması için her zaman şu örneği hatırlayabiliriz:

İnsanın beşerî olarak en çok hissettiği duygulardan birisi, ayrılıktır. Anadan, babadan, yurdundan, memleketinden vesâire ayrılık. Hepimiz şu veya bu şekilde ayrılığı tatmışızdır. Dolayısıyla hem kültürümüzde, hem de dîvân edebiyatımızda ayrılık deyince, hasret deyince, ondan doğan arzu, iştiyak denince akla Hazret-i Yâkub ile Hazret-i Yusuf gelmez mi? Bakın ikisi de peygamber. Onların ayrılığı ve onların kavuşması, edebiyatımızda birçok mazmuna ve remize konu olmuştur. Onun için şair sevgilisinden ayrıldığı zaman kendisini «beytü’l-ahzan»da yani Hazret-i Yâkub’un Hazret-i Yusuf’un iştiyâkıyla ağlaya ağlaya gözlerinin kör olduğu evde hisseder. Beytü’l-ahzân malûm, hüzünler evi demektir. Şimdi şair ayrılık meselesini anlatacaksa, ister istemez Hazret-i Yâkub’la Hazret-i Yusuf’u mutlaka zikredecektir. Eğer güzellik söz konusuysa, en güzel insanlardan birisi olan Yusuf peygamberi bir şekilde hatırlatacak, ona işaret edecektir. İffetten bahsederken Hazret-i Meryem’e telmihte bulunacaktır. Ölüleri diriltme mûcizesinden bahsederken kimi anlatacaktır? Tabiî ki Hazret-i İsa’yı…

Yüzakı: Bu anlatımlar nasıl bir mâhiyet içindedir? Yani Hazret-i İsa edebiyatımızda hangi özellikler etrafında dile getirilir?

Mustafa UZUN: Hazret-i İsa ile ilgili bilgilere dîvân edebiyatının çeşitli örneklerinde doğrudan veya dolaylı olarak yer verildiğini görmekteyiz. İsterseniz bazılarına örnekler etrafında temas edelim:

Cebrâil’in üflemesiyle (nefh-i Cibrîl) O’nun Hazret-i Meryem’den babasız olarak doğuşu, tevhîd ve münâcâtlarda Allah’ın her şeye kādir oluşunu göstermesi bakımından en sık kullanılan unsurdur. Yenişehirli Avnî’nin:

Bir nefesle Meryem’i demsâz-ı Cibrîl eyleyip
Rûh verdin kāleb-i mevhûmu Îsâ eyledin.

beyti buna bir örnektir. Ana karnında ve beşikte iken konuşmaya başlaması (i‘câz-ı Mesîh, nutk-i Mesîh-i‘câz) ve en önemli mûcizelerinden biri olan nefesiyle (dem-i Îsî, nefh-i Îsâ, nefes-i Îsâ) hastaları iyileştirip, ölüleri diriltmesi de (ihyâ-i emvât) en çok temas edilen özelliklerindendir. Yine aynı şaire ait olan şu beyti bu anlayışa bir örnek olarak verebiliriz:

Eyleyip feyz-i vücûdun nefh-i Îsâ’dan zuhûr
Mürde-i sad-sâle-i nâbûdu ihyâ eyledin.

Hazret-i İsa’nın ölmeyip gökyüzüne çıkışı (ref‘-i İsa) şiirlerde çok fazla kullanıldığı gibi aynı zamanda müstakil risâlelere de konu olmuştur. Bu, daha çok dinler tarihini alâkadar eder.

Gökyüzünde kıyâmete kadar bulunacak oluşundan kinâye uzun ömrü (ömr-i Mesîh) ve kıyâmetten önce tekrar dünyaya dönecek (nüzûl-i Îsâ) olması da dîvân edebiyatında yer alan O’nunla ilgili belli başlı konulardır. Na’tlarda adı en çok geçen peygamber olan Hazret-i İsa’nın bütün mûcizelerinin Hazret-i Muhammed’in feyzinden kaynaklandığı Ahmed Paşa’nın şu beytinde ifade edilmiştir:

Vaslın beşâreti haberin söyledi Mesîh
Yümnünden ol sözün nefesi oldu can-fezâ

Şeyh Gâlib de şu beytinde Hazret-i Muhammed’in dünyaya geleceğini müjdeleyen İsa -aleyhisselâm-’ın aynı müjdeyi meleklere vermek için göğe yükseldiğini söyleyerek çok güzel bir hüsn-i tâlil örneği vermiştir:

Tebşîr için kudûmün Îsâ
Tâ minber-i çarha çıktı gûyâ

Dîvân edebiyatında Hazret-i İsa ile ilgili olarak zikredilen mazmunların büyük bir kısmı beşerî plânda ele alınmış ve O’nun çeşitli vasıfları sevgiliyi, dudağını, nefesini ve sözlerini, şairin övdüğü kişileri daha iyi anlatmak için kullanılmıştır. Hayâlî Bey’e ait olan şu iki mısra bu durumu en açık bir şekilde ifade eden misâllerdendir:

“Mürde ihyâ kıldığıyçün yâre ben Îsâ dedim”
“Leblerin Îsî gibi can bahş-i âlemdir”

O’nun can bağışlayan nefesi bütün tabiatı ve özellikle şairi ve âşığı ihyâ eder, bülbül gibi söyletir. Bundan dolayı bahar, sabâ rüzgârı dem-i Îsâ’dır. Bu mealdeki beyitlere örnek olarak şunları verebiliriz:

Cümle ihyâ oldu emvât-ı nebâtât-ı zemin
San dem-i Îsâ-durur bâd-ı sabâ-yı rûzigâr [Hayretî]

Çünkü Rûhullah oluptur ol Mesîh-i rûzigâr
Kim deminden can bulur ihyâ için insanlar [Şeyhî]

Hazret-i İse, can verme özelliği sebebiyle sık sık Hızır ve âb-ı hayat ile birlikte zikredilerek tenâsüp yapılır:

Teşne dil olsa Hızr âb-ı hayâta ne aceb
Dem-i Îsâ-leb için çeşme-i hayvan dökülür [Şeyhî]

İsa, Cebrâil vasıtasıyla Meryem’in toprağında yetişmiş nâdide bir güldür:

Can buldu gül nesîm-i bahâr ile hâkte
Benzetsem oları n’ola Îsâ vü Meryem’e [Nev’î]

Hâsılı, Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’den sonra şiirlerde en çok işlenmiş ve üzerinde en fazla mazmun oluşturulmuş peygamberler arasında Hazret-i İsa’nın ayrı bir yeri vardır.

Yüzakı: Bizim kültürümde Hazret-i İsa böylesine yer almışken geçenlerde Papa’nın Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkındaki menfur yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Tarihten beri bu noktada gayr-ı müslimlerin iftira ve karalama defterleri hayli kabarık. Geçen sene karikatür krizi patlak verdi. Hâlâ uzantıları devam ediyor. Daha eskiye gittiğimizde Fransa’da Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem- hakkında hakaret içeren bir tiyatro meselesi karşımıza çıkıyor. Vesâire vesâire. Bütün bunların temelinde ne gibi bir maksat görüyorsunuz?

Mustafa UZUN: Bu, temelde içinde birçok art niyet barındıran siyasî bir hâdise… Karikatür kriziyle yapılanlar kadar Papa’nın yaptığı da bir siyasettir. Yani Müslümanları rencide etmek, hattâ belki de tahrik edip, batı dünyasının saldırılarına haklı gerekçeler oluşturacak durumlara sebep verilmek istenmektedir. İslâm dünyasında birtakım infiâller ve karışıklıklar olsun; insanlar ölsün, etraf yakılıp yıkılsın istiyorlar. Ondan sonra da: “İşte bak, biz demedik mi? Bunlar zaten böyledir. Câhildir, cânîdir, tahripkârdır…” diyecekler. Bu noktada tepkilerimizi iyi dengelemeliyiz.

Papa İslâmlığın ne olduğunu, Hıristiyanlığın ne olduğunu -âmiyâne tabirle söyleyelim- bal gibi biliyor. Bu işin içerisinde cehâlet yok. Cehâlet, onun bu gibi sözlerine inanan Hıristiyanlar arasında halk cephesinde var. Zaten batı dünyasının halkı ne İslâm hakkında, ne Müslümanlar hakkında doğru-dürüst bilgilere sahip değil. Hattâ doğru-dürüst bilgilendirilmiyorlar. Bilgilenmelerine imkân da verilmiyor. Biz de yeterince çalışmıyor, üzerimize düşeni yapmıyoruz. Böylece Papa’nın tavrına benzer tavırlar kendine kuvvetli bir zemin bulabiliyor. Çünkü doğru-dürüst bilgilendirildikleri takdirde halk önce kendi dinlerini sorgulamaya başlayacaktır. Onun için Papa ve diğer toplum mühendisleri bile bile cehâleti besliyorlar. Böylece kendi toplumlarının bu tarafa yönelmesini önlemiş oluyorlar. Dolayısıyla bu işi tezgâhlayanların tavrı art niyetli siyasî bir tavırdır. Ama halkın buna inanması bilgisizlikten ve cehâletten ibarettir, denebilir.

Mısır’da Müslüman olmuş bir papazla konuştuğumda demişti ki:

“–Biz, eğitimimiz sırasında kendi îmanî akîdelerimizi bile müzakere ederdik, fakat müzakereler hep kendimizi haklı çıkaran kendi ölçülerimizi benimsemeye yönelik neticelenirdi.”

Sordum:

“­–Bunu niye yapardınız?” Dedi ki:

“–Böyle yapmadığımız takdirde başka dinden veya muhalif birisiyle karşılaştığımızda bize: «Sizin şu anlayışınız yanlıştır.» dese cevap veremeyiz diye. Yani bir sürü boşluğumuz olduğu için sarsılabilirdik. İşte böyle olmasın diye biz onları belirli bir çerçeve içinde müzakere ederdik ve bizim inanışımızın haklı olduğu noktasında sözü bağlardık. Neticede bize birisi karşı çıktığı zaman hazırlıklı olarak hattâ papağan gibi aynı şeyleri hemencecik söyleyiverirdik. Üzerinde düşünmezdik, karşı tarafa da itiraz fırsatı bırakmazdık bile.”

Ben de:

“–Peki, nasıl Müslüman oldunuz?” diye sordum.

“–Ben, her şeyin üzerinde düşündüğüm, açıkları gördüğüm, İslâm’ın cevaplarının mâkul olduğunu anladığım için Müslüman oldum.” dedi.

Bu şahıs meseleler üzerinden düşününce niye Müslüman oldu. Çünkü İslâm tamamen ilâhî bir denge ve bütünlük içerisindedir. Çelişkiler yoktur. Eskilerin güzel bir sözü vardı, derlerdi ki: Hıristiyanlar gerçek mânâda âlim olunca Müslüman olurlar.”

Yüzakı: Son olarak söylemek istediğiniz hususlar var mı?

Mustafa UZUN: Şunu ilâve etmek isterim: Hazret-i İsa bizim kültür ve edebiyatımızda birazına temas ettiğimiz şekilde oldukça yoğun olarak ele alınmıştır, ancak bu husus Allah’ın kulu ve peygamberi İsa ölçüleri içerisindedir.

Tekrarlayacak olursak biz, Hazret-i İsa’yı kendi peygamberimiz gibi severiz, sayarız, hürmet ederiz. O, hayatımızda yerini almış bir hak peygamberdir.

Yüzakı: Hocam verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederiz…

Mustafa UZUN: Estağfirullah. Lâ şükra alâ vâcip. Çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Mustafa UZUN Kimdir?

1950 yılında Trabzon’da doğdu. İstanbul Beyazıt Deneme İlkokulu’nu bitirdi. 1968’de İstanbul İmam-Hatip Okulu’ndan, aynı yılın güz döneminde Pertevniyal Lisesi’nden mezun oldu. 1968-1977 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın muhtelif kademelerinde vazife yaptı. 1974’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü, 1977’de ise İ. Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Aynı yıl doktoraya başladı. Bu arada İstanbul Y. İ. E. İslâmî Türk Edebiyatı asistanı oldu. Tez danışmanı Faruk Kadri TİMURTAŞ’ın vefatı üzerine “Dede Ömer Ruşenî Hayatı, Eserleri ve Miskinliknâme Mesnevîsi’nin Edisyon Kritiği” isimli çalışmasını [Doç.] Dr. Necla PEKOLCAY’ın nezaretinde tamamladı ve doktor unvanını aldı.

İ. Y. İ. E.’nde İslâmî Türk Edebiyatı Öğretim Üyeliği, Müdür Yardımcılığı yaptı. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayın İşletmesini kurdu ve yöneticiliğini yürüttü. 1986-1987 ders yılında Kahire’de Ayn Şems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde misafir öğretim üyesi olarak bulundu.

1990 yılında Eski Türk Edebiyatı doçenti 1995’te ise profesör oldu. İki dönem İslâm Tarihi ve Sanatları Bölümünün başkanlığını yaptı. Kurucularından olduğu Mehmed Âkif Araştırmaları Merkezi’nin müdürlüğü görevini sürdürmektedir.

Hâlen Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde Türk-İslâm Edebiyatı ana bilim dalında profesör olarak görev yapmakta olan Mustafa UZUN, tesisinde bu yana T. D. V. İslâm Ansiklopedisi merkez ilim heyeti üyesi olup, bu kuruluşta Türk Edebiyatı Bilim Dalı Başkanlığını yürütmekte ve ayrıca İslâm Sanatları (hat-mûsıkî-mimarî) dallarında redaktör olarak çalışmaktadır. Evli ve dört çocuk babasıdır.