Dâhîler Nasıl Yetişti?

Murat Selim MEHMEDOĞLU

İnsanoğlunun terbiyesi kolay değildir. Uzun emek ve çile ister. Ressamdan, şairden veya bir başka sanatkârdan daha mâhirane bir sanat sahibi olmayı gerektirir. Zira eğitilenler arasından, eğitimin kalitesine göre dâhîler de çıkar molozlar da.

Her işin kendine göre bir zorluğu vardır. Fakat en zor iş, insan yetiştirmektir. Çünkü hür fikre sahip olan insanoğlunun terbiyesi kolay değildir. Uzun emek ve çile ister. Ressamdan, şairden veya bir başka sanatkârdan daha mâhirane bir sanat sahibi olmayı gerektirir. Zira eğitilenler arasından, eğitimin kalitesine göre dâhîler de çıkar molozlar da.

Tarihte büyük devlet olabilmiş büyük milletlerin en temel başarısı, genç nesilleri liyâkatle eğitebilmelerinden ve onların içinden dâhîler silsilesi çıkarabilmelerinden kaynaklanır.

Eğer nesiller kaliteli ve dehâ çapında bir seviye ile yetiştirilmezse, ellerinde muazzam hazineler de olsa bir mirasyedi hoyratlığı içerisinde onları üç günde harap eder ve bir dilenci gibi yaşarlar.

İşte Osmanlı her şeyden önce bu gerçeğe karşı duyarlı ve hassas olmuş sırtındaki din, vatan, millet ve devlet emânetini taşıyacak omuzları dâima liyâkat merkezli olarak yetiştirmeye gayret etmiştir. Bundan muvaffak oldukça da her sahada zafer üstüne zafer kazanmıştır.

Meselâ II. Murad’ı ele alalım.

Onun devri Osmanlı’da büyük kültür hamlelerinin olduğu müstesnâ dönemlerdendir. II. Murad ki, gerek İstanbul Fatih’i olacak oğlu Mehmed Han’ı, gerekse milletinin kudsî emânetlerini sırtında taşıyacak liyâkatli kimseleri yetiştirmek için ömrünü «gelecek nesil» endişesi içerisinde geçirmiştir. Yani dâima dâhîler doğurabilmenin sancısı içinde yaşamıştır.

Aşağıdaki malûmat, işte bu sancının tecrübeye dönüşmüş dikkat çekici bir semeresidir:

Fatih, şehzadelik yıllarından birçok olgun insanın bile akledemeyeceği şeyleri düşünür, yapar ve babasına çok derûnî sualler sorardı. Nitekim bir seferinde, sarayın bahçesinde babasını görmüş ve hemen onun yanına koşmuştu. Hâl ve hatırını sorduktan sonra da şöyle demişti:

“–Ey benim devletlü babam! Ne hikmettir ki, sırtınızdaki onca ağır yük ve eziyete rağmen, sizde diğer ihtiyarlardaki gibi yaşlılık emârelerine rastlamış değilim. Siz, diğer insanlar gibi yaşlandınız, fakat eğilip bükülmediniz ve kamburlaşmadınız. Her türlü zahmet ve sıkıntıya rağmen, genç yaştaki zindelik, kahramanlık ve yiğitlikle beraber, akıl ve irâdenizi yerli yerinde kullanmaktasınız. Bir bakıyorum, cenk meydanlarında muzaffer bir kumandansınız; bir bakıyorum, ilim meclislerinde derin bir üstadsınız; bir bakıyorum, halka hizmet eden samimî ve içli bir dervişsiniz!.. Geceniz gündüzünüz yok! Bütün bunlara fidan gibi boyunuzu eğriltmeden, o ince rûhunuzu yıpratmadan nasıl tâkat getirebiliyorsunuz? Bu nasıl iştir baba?!. Zihnin sürekli meşgûliyeti insanı eritip bitirirken, sizde bir değişiklik meydana getirememiş, huzurlu hâlinizi bozamamış!.. Sahip olduğunuz müstesnâ karakter için ne tür bir ilâç, üstün aklınız için ne tür bir şurup kullanıyorsunuz? Lütfedip bunları bana öğretir misiniz? Tâ ki ben de sizin yolunuzca yürüyeyim…”

Sultan II. Murad Han da, genç yaştaki oğlundan hiç beklemediği bu sualler karşısında hayrete düşmekle beraber, gayet memnun kalarak şu tarihî nasihatte bulunmuştu:

“–Ey benim sevgili oğlum! Beni mesrûr eyledin. Kâinatın ve bütün varlıkların kulluk eylediği yüce Rabb’im, sana vermiş olduğu üstün meziyetleri ziyadeleştirsin. Böyle büyük ve geniş meseleleri araştırma merakını devam ettirsin.

Ey oğlum! Kim ne derse desin, ben, hayatlarını doğruluk üzere geçirenlerin, bu dünyadan ayrıldıkları zaman âhiret âleminin o hayale sığmayan sonsuz nimetlerine kavuşacaklarına inanıyorum. Bu inancımda en ufak bir şüphem yoktur. Bunun için yüce Allah’ıma karşı yaptığım ibadetleri, en samimî bir şekilde can u gönülden yaparım. Ben bu çile ve ıstıraplar dünyasında çektiklerimin karşılıklarının, Allah tarafından, âhiret âleminde verileceğine inanıyor ve her hususta O’na ilticâ ediyorum. Ayrıca O’nun takdirinin, yâni kaderinin benim için büyük bir safâ olduğunu düşünüyorum.

Ey oğlum! Her söylenene inanıp aldanmaktan uzak durmak, her ayrı durumun içyüzünü öğrenip düşünmek ve kendi hakikî gerçeğine yaklaşmak gerek!

Nasıl ki bir yemiş, ancak olgunlaştığı zaman güzelce yenir; bunun gibi, insanlardan güngörmüş, bilgi ve tecrübesi yerinde olanlar da her zaman tercihe şâyandırlar. Aksi hâlde olgun ve leziz üzüm salkımları dururken henüz olmamış bir koruğu yemek, aklın za’fiyetidir.

Ey oğlum! Ara sıra yüce ecdadımı hatırlarım. Benden sonraki neslimizin âkıbeti hakkında düşüncelere dalarım. Elhamdülillâh bugüne kadar sevgi, hürmet ve bağlılık görerek geldik. Bugünden sonra da aynı şekilde devam etmemizi arzularım. Nasıl doğup geldiysek, yine öylece gidelim isterim…

Şunu iyice bilesin ki, herhangi bir şeyin devamı, yalnız kaba kuvvet, kılıç, kahramanlık ve ezici güç zoruyla mümkün değildir. Akıl, tedbir, sabır, ileriyi görme, imtihan ve yorucu tecrübeler çok mühimdir. Birinci yol, her zaman geçerli olmadığı gibi, mahzurları da çoktur. İkinci yol da tek başına bir işe yaramaz. Büyük muvaffakıyetler için her ikisini de bir arada yürütmek gerek! Unutma ki, yüce ecdadımızın büyük zaferleri, görünüşte kılıcın gölgesinde olmuşsa da, hakikatte akıl, mantık ve muhabbet güçleriyle gerçekleşebilmiştir.

Ey oğlum! Bir an bile olsa sakın adâleti elinden bırakma! Çünkü yüce Allah, âdildir ve âdil olanı sever. Sen bir bakıma O’nun yeryüzündeki halîfesisin. O, sana, kendi iradesiyle birtakım lütuflarda bulunmuş ve seni kullarının başına serdâr eylemiştir; bunu unutma!..

Ey oğlum! Bu dünyada üç türlü insan vardır:

Birinci grup, akıl ve fikirleri yerinde, istikbâli az-çok gören ve düşünen, hiçbir gayr-ı tabiîlikleri olmayan kimselerdir.

İkincisi, hangi yolun doğru veya eğri olup olmadığını bilmekten uzak olan kimselerdir. Ancak bu duruma kendi istekleriyle değil, etraflarının tesiriyle düşmüşlerdir. Nasihat edildiğinde doğru yola gelirler; hakikati kabul eder, söz dinlerler. Bununla birlikte, çoğu zaman da duyup işittiklerine uyarak yaşarlar.

Üçüncüsü ise, ne kendileri bir şeyden haberdardır, ne de yapılan îkaz ve nasihatlere kulak asarlar. Sadece kendi arzularına uyar ve her şeyi bildiklerini zannederler. Bunlar en tehlikeli olanlardır.

Ey oğul! Yüce Allah, eğer seni ilk sırada saydığım kimselerden yaratmışsa, sevinir, Cenâb-ı Hakk’a şükrederim. Yok eğer ikincilerden isen, sana yapılan nasihat ve îkazlara kulak vermeni tavsiye ederim. Sakın üçüncü gruba dâhil olmayasın! Onlar, hem Allah’a, hem de insanlara karşı iyi bir durumda değildirler.

Ey oğul! Padişahlar, ellerinde terazi tutmuş kimselere benzerler. Ancak asıl padişah odur ki, elindeki teraziyi doğru tuta! Sen padişah olunca, teraziyi doğru tutmanı tavsiye ederim. O zaman yüce Allah da, senin hakkında hayır murâd eder. Seni sâlihlerden kılar. Her şey O’nun malûmudur…”

İşte baba ve oğulda müşâhede edilen fevkalâde bir firâset ve dirâyet…

Düşünmeli ki, o günkü endişeler bugüne nazaran çok daha azdı. Fakat II. Murad Han’ın bütün bir ömrünü kuşatmıştı.

Buna göre;

Bugün hayli endişe verici durumda olan gerçeklerimiz karşısında bizlere neler düşmekte?

Sultan Murad Han’ın neslin terbiyesi ile alâkalı olarak yüreğinde taşıdığı endişelere ne kadar sahibiz?

«Gelecek nesli eğitebilme» aşkımız ve endişemiz, dâhîler yetiştirebilecek bir kıvamda ve devamlılıkta mı? Yoksa gençliğin enerjisini israf edici bir hantallık, tembellik ve umursamazlık içinde mi? Ya da molozlar yığını üreten sakat ve kötürüm bir vaziyette mi?

M. Âkif’in şu feryâdını işitiyor muyuz:

Merhametin yok diyelim nefsine,
Merhamet etmez misin evlâdına?