Büyük İhmal

Bünyamin ÇİL

Hayat ırmağı bu çağda o kadar hızlı bir sûrette akıyor ki, geride birçok şeyi unutuyoruz. Telâş ve endişelerimiz, ardımıza dönüp bakmamıza fırsat vermiyor.

Avrupalı bir grup arkeolog araştırma için Afrika’nın derinliklerinde bir bölgeye giderler. Araştırma yapacakları antik şehri bulabilmek ve eşyalarını taşıtmak için bir kabilenin erkeklerini kiralarlar.

Yaptıkları plâna göre en fazla üç gün içinde antik şehre ulaşmaları gerekmektedir. Bu sebeple durup dinlenme bilmeden serî bir şekilde yol almaktadırlar.

Kiralık yerliler arada mola isterler. Ancak batılı arkeologlar buna yanaşmazlar.

Yolculuk bu şekilde sürüp giderken yolun bir yerinde yerliler âniden durur, sırtlarındaki yükleri yere bırakırlar ve tefekküre dalarlar.

Buna şaşıran batılılar, telâşla ve kızarak yerlilere yola devam etmelerini emrederler. Kabilenin en yaşlısı kafile başkanı batılı arkeologa dönerek şu mânidâr sözü söyler:

“–O kadar hızlı ve şuursuz hareket ediyoruz ki, ruhlarımız geride kaldı; onları unutuyoruz.”

Şu materyalist teknoloji çağında aslında bizim de bu hikâyede anlatılan ana fikirden pek bir farkımız yok.

Hayat ırmağı bu çağda o kadar hızlı bir sûrette akıyor ki, birçok şeyi geride unutuyoruz. Telâş ve endişelerimiz, ardımıza dönüp bakmamıza fırsat vermiyor. Bu kısırdöngü içinde devam edip gidiyoruz. Üstelik bu karmaşa ve telâş içinde unutup ihmal ettiklerimizin başında da en hayatî kıymetimiz olan ruh dünyamız, gönül huzurumuzu temin edecek olan mânevî haslet ve meziyetlerimiz geliyor.

Günümüzde bütün dünyada ve toplumumuzda çığ gibi büyüyen rûhî buhran ve ihtilâçların temelinde de kendi özünü ihmal neticesinde insanın kendisine yabancılaşması yatıyor.

Çağın teknik imkânları oldukça ilerledi, gûyâ insanoğlunun kendisine ayıracağı vakit de o nispette çoğaldı. Fakat bu nimet ve imkânlar, insanın kendi özüne dönüp tefekkür ve iç muhasebe ile gönül huzuruna köprü olması için kullanılacağı yerde, ruh ve dimağlardaki şuursuzca sürükleniş insanları daha da ferdîleştirdi, ten plânında ve egoistçe yaşanan dar bir çerçeve içine hapsetti. Teknik ilerlemeler insanî münasebet ve irtibatları baltaladı, insanı âdeta dar bir kutunun içine hapsetti.

Zaten bu dünyada beden kalıbı içinde mahpus bulunan ruhlar, bir de hayatın hızlı seyri içinde kendi özünden kopup dar bir madde kafesine hapsolunca huzursuzluk ve sıkıntılar insanları çatlatacak bir hadde ulaştı.

Bu sıkıntıların çaresi ise; bin bir maddeden oluşan çözüm yığınları değil.

Sadece arada bir durup hâlimizi murakabe etmek, kendini, nereden gelip nereye gitmekte olduğunu tefekkür etmek…

Bu tefekkür bizi birçok esaretten kurtaracaktır. Çünkü en büyük meselemiz; maddenin esiri olmamak, bilâkis maddeyi kendi hizmetimizde kullanmasını bilmektir. Cep telefonları, bilgisayarlar, model model arabalara vesaire maddî câzibelere bizler esîr olmamalı, onları kendimize esîr etmeliyiz. Ancak o zaman «büyük ihmal»den ve «büyük vebal»den kendimizi korumuş oluruz…