Yeni Papa, Bilmiyor muAcaba?

Mehmed İsa HAKŞİNAS
Her semâvî din gibi Hıristiyanlık da hak bir din olarak geldi. İnsanlara hidâyet ve kurtuluş yolu oldu. İstikamet üzere, üç asır yasaklı bir din olarak devam etti. Bu dönemde samimî müntesipleri, ağır işkencelere ve zulümlere uğradılar.

Daha sonra Pavlos, Hıristiyanlığı devrin resmî otoritesinin inançlarıyla yoğurdu. Tabir câizse dinin özü ile putperestlik arasında bir Katolik nikâhı kıydı. Böylece kralları iknâ ile onların gücünü arkasına aldı. Neticede Pavlosçu kilise, Hıristiyanlığı tekelinde bir din hâline getirdi. Buna muhalif olanlara kendi dindaşları da olsa, acımasız bir şiddet uyguladı. Dehşetli sürek avları başlattı.

Bu sebeple Hıristiyanlar arasında kanlı mezhep kavgaları çıktı. Yüzyıllarca şiddet, katliam, zulüm ve infazların ardı arkası kesilmedi.

Dördüncü yüzyılda, Donatistler başta olmak üzere, Arius, Makedonius, Nestorius ve taraftarlarına karşı uygulanan şiddet, ilk toplu şiddet oldu. Ardından beşinci yüzyılda şiddet ve zulümler için resmî kilise «haklı savaş» tabirini kullandı. On üçüncü yüzyılda bu tabir sistemleşti ve din adına yapılan o hunhar ve zâlimâne bütün katliamlar «kutsal savaş» adıyla meşrûlaştırıldı.

Hele onuncu yüzyıldan sonra kurulan engizisyon mahkemeleri tam bir insan mezbahanesi gibi çalıştı. Yargısız infazlarla dehşet saçtı. Bu mahkemelerde yapılan işkenceler, insaniyet adına en kabul edilmez zulümlerdir. Bu korkunç eziyet ve cinayetler, meziyetmiş gibi kilise konsülleri tarafından da onaylanıyordu.

Zanlı suç itirafında bulunmazsa, bin bir çeşit işkenceye başvurulurdu:

-Kaynar suya batırılırdı,

-Kor hâline gelmiş demir tutturulurdu,

-Ateşte kızdırılmış demir topuzlarla kamçılanırdı,

-Diş, çene, cinsî ve benzeri organları ezilirdi,

-Kor hâlindeki kömür üzerinde yürütülürdü,

-«Kâfirlik kafesi»ne konularak sokaklarda teşhir ve alay edilirdi,

-Kazığa oturtulurdu.

Ya da;

-Akla hayale gelmeyen acı, yüz kızartıcı başka cezalar verilirdi,

-Bu cezaların içinde ölüm de vardı,

-Ölüme mahkûm edilenler, bazen odun yığınları içerisinde diri diri yakılırdı,

-Bazen de ölen kişinin cesedinin mezardan çıkarılıp yakıldığı olurdu.

Meselâ Bizans İmparatorluğu, Slav Balkanları’nın çıkardığı «Bogomiller Hareketi»nin lideri Vasilios ve taraftarlarını odun yığınları üzerinde yakmış ve bu isyanı böyle bastırma
yolunu tercih etmişti.

Engizisyonlardaki bu uygulamalara insaf sahibi bazı papazlar karşı çıkmışsa da neticeyi değiştiremediler ve bu insanlık ayıbı yüzyıllarca (1200-1800) devam etti.

Engizisyonlarda kimler yargılanıp mağdur olmadı ki!

Doğum sancısını bastırmak için ağrı kesici kullanan kadınlar bile Tanrı’nın Havva’ya söylediği “Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım, ağrı ile evlât doğuracaksın!” (Tekvin, 3/16) ifadesine karşı çıktıkları gerekçesiyle yargılandılar.

İslâm kaynaklarından hareketle «Dünya dönüyor!» dediği için meşhur Galileo de idam ile yargılananlar arasındadır. Galileo, ancak bu fikrinden vazgeçtiğini itiraf sayesinde kurtulabilmiştir. Fakat Jan Huss (ö. 1415), Giordano Bruno (ö. 1600) gibi pek çok ilim adamı ölüme mahkûm edilerek diri diri yakılmışlardır.

Kaynaklara göre yaklaşık elli bini yakma cezası olmak üzere engizisyonlarda yarım milyona yakın insan öldürülmüştür. Takriben beş milyon kişi de bulundukları yerden göç ederek kaçmak zorunda bırakılmıştır.

Bu insanlık suçu ve Katolik Papa Kilisesi’nin yüzkarası uygulamaların bir başka kan kokan uzantısı da Haçlı Seferleri’dir. Yüzyılları saran en korkunç şiddet ve terör hareketleri olan bu seferlerde, tamamen papaların teşvikleri vardır. Kendileri zenginlik içerisinde yüzerken fakir halkı cennet vaatleriyle maceradan maceraya sürüklemişlerdir. Kurulan haçlı orduları, «kutsal savaş» kandırmacası ve elde edilecek zenginlik sarhoşluğu ile geçtiği her yerde tarihin en korkunç katliamlarını gerçekleştirmişlerdir. Kudüs’e girdiklerinde Müslümanları çoluk-çocuk demeden kılıçtan geçirmişlerdir. Bu katliamdan Yahudiler ve Katolik olmayan Hıristiyanlar da kurtulamamıştır.

Diğer taraftan mezhep ayrılığı dolayısıyla 1024 tarihinde IV. Haçlı Seferi İstanbul’a yapılmış ve şehir yağma ile alt üst edilmiştir. Niketas Khoniates adlı bir Bizanslı der ki:

“Mel’un Lâtinler… Mülkümüze ağızlarının salyaları akıyor, kökümüzü kurutmak istiyorlar… Aramızda bir kin uçurumu var, onlarla birleşmemiz imkânsız, her şeyimiz ayrı…”

Bir başka Bizans tarihçisi de şöyle der:

“Omuzlarında İsa’nın haçını taşıyan bu adamlara nispetle Müslümanlar, daha insan dostu ve daha merhametlidir.”

İstanbul’un fethinden evvel Bizans asillerinden Notaras’ın şu sözü de meşhurdur:

“İstanbul’da Lâtin papazlarının külâhını görmektense Osmanlı sarığını görmeyi tercih ederim.”

Geçelim Endülüs’e.

Tarihin hâlâ kan ağlayarak yâd ettiği acıklı bir vâkıa, Endülüs (İspanya).

Devletleri yıkıldıktan sonra Endülüs Müslümanları papalık tarafından acımasız katliamlara mâruz kalmıştır. Papalık, Reconquista (yeniden Hıristiyanlaştırma) diye bir mücadele başlatmış ve Hıristiyan olmayanları hunharca öldürtmüştür. Papa II. Clement, Kral Karlos’a 12 Nisan 1525 tarihli mektubunda:

“Hâlâ bu topraklarda Müslüman halkla birlikte yaşanılıyor olmasının kendini son derece üzdüğü, bunların takibata alınıp bir an önce engizisyona havale edilmeleri gerektiği…” hususlarına bilhassa vurgu yapmıştır.

Bundan sonra şiddetli bir Müslüman kıyımı başlamıştır. Tarihin en kanlı soykırımı yaşanmıştır. 700 yıllık birikimiyle dünyanın en büyük ilim ve medeniyet merkezi, harabeye dönmüştür. Kütüphaneler dolusu ilmî eserler kül edilmiştir. Sağ bırakılan Müslümanların bir kısmı kiliselerde bir kısmı da hayvan ahırlarında üzerlerine vaftiz suyu serpilerek zorla Hıristiyanlaştırılmışlardır. Endülüs katliamlarında Yahudiler ve Katolik olmayan Hıristiyanlar da Müslümanların âkıbetine uğramıştır.

Neticede Papalığın böylesine akıl dışı uygulamalarına karşı Martin Luther Protestanlık Mezhebi’ni kurmuş ve Papa’yı, Deccal olarak îlan etmiştir. Fakat Martin Luther de bir yandan Kanunî’den yardım aldığı için:

“Yâ Rabbim! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de, senin ilâhî adâletinden onlar sayesinde nasiplenelim!..” derken ve dünyada hak ve adâleti tevzî eden Türkler’e karşı mukavemetin «küfür» olduğunu söylerken diğer yandan da Müslüman Türkler için şöyle diyordu:

“Biz onları din adamları ile birlikte kılıçtan geçirmedikçe onlara karşı galip gelemeyiz.”

Luther’in şu cümleleri ise, onun katliam fikrinde papalıktan aşağı kalmadığını göstermektedir:

“Bir savaşa yavaş yavaş gitmek, Hıristiyanca bir sevgi işi değildir. Bir kimse düşmanlarının boğazını kesmeli, onları yağmalamalı ve yakmalıdır ve onlara karşı galip gelene kadar her türlü zararı vermelidir… Sadece bir ahmak, boğazlamanın ve çalmanın Hıristiyanlığa ve sevgi ilkesine uygun olmadığını ileri sürebilir. Gerçekte sevgi budur.”

Böyle demesi gayet normal. Çünkü okudukları mukaddes kitapta daha ağır katliam cümleleri, bizzat Tanrı’ya söyletilmektedir:

“Orduların Rabbi şöyle diyor:… vur ve onların her şeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme ve erkekten kadına ve çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür!”
(I. Samuel 15, 2-3)

“…Bu kavimlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın.” (Tesniye 20, 16-17)

“…Vurun, gözünüz esirgemesin ve acımayın. İhtiyarı, genci, ere varmamış kızı ve çocuklarla kadınları helâk için vurun!” (Hezekiel 9, 4-6)

“… Yavruları gözleri önünde yere çalınacak; evleri çapul edilecek ve karıları kirletilecek.” (İşaya 13, 15-16)

Bu kan ve vahşet kokan ifadeler, nelere sebep olmadı ki!

Öncelikle bu cümlelere îman edenlerin aralarında devamlı kan dökülmesine sebep oldu. Avrupa’da «30 Yıl Savaşları» diye isimlendirilen ve binlerce insanın öldüğü kanlı mezhep savaşları yaşandı.

Böylece daha bir fakirleşen Avrupalı devletler, İncil pazarlama adı altında Afrika’ya girdiler, yeraltı ve yer üstü kaynaklarını tamamen soydular, çaldılar, sömürdüler. Neticede kendileri semirirken, oralarda insanlık dramı olan açlık ve sefâletin kaynağı oldular.

Daha sonra dünya savaşları çıktı. Milyonlarca insan öldü. İngiliz Kilisesi’nin I. Dünya Savaşı hakkında söylediği «Tanrının krallığı ile şeytan (Almanya) arasındaki savaş» tabiri, dikkat çekicidir. Aynı şekilde ABD’nin II. Dünya Savaşı’nda Japonya’ya attığı atom bombaları projesini «Trinity»/«Teslis» diye isimlendirmesi de son derece manidârdır. Yani bu teslis bombası, yüz binlerce insanı öldürmüş, tabiatta bitki ve hayvan, canlı nâmına ne varsa kökünü kurutmuştur.

Bu çerçevede işlenen daha o kadar çok katliamlar var ki… Başlı başına ciltler oluşturur… Son zamanlarda doğuda yaşananlar cabası…

İşin en tuhaf yanı da, bütün bu katliamların ve vahşetlerin temelinde Hazret-i İsa’nın sevgisini kazanmak niyetinin olması, insanîlik olması, şimdilerde de demokrasi ihracı olmasıdır. Bir sevgi, insanîlik ve demokrasi ihracı; bu kadar katliam, cinayet, vahşet, zulüm ve soykırım sebebi olabilir mi?

Nerede Hazret-i İsa’nın engin merhamet ve sevgisi, nerede bunlar?!.

İncillerde geçen ve misyonerlerin de sıkça kullandıkları: “Düşmanlarınızı da sevin!” ifadesinin, tarihten bugüne kasıp kavurmakla, kesip biçmekle, yakıp yıkmakla, işkence ve ölümle, kılıç ve bombardımanlarla uygulanması, ne garip bir sevgi mantığı!..

Kendisinde yanılmazlık olduğunu vehmeden Papa, bu kadar yanılgıları hiç mi fark etmiyor?

Yoksa Yeni Papa, bunları bilmiyor mu acaba?

Eğer bu acı gerçekleri bilmiyor, görmüyor ve duymuyorsa, İslâm’daki güzel hakikatlere ne kadar âşina olabilir? Nasıl olur da İslâm hakkında suçlayıcı konuşmada bulunabilir? Hangi mantık ve maksatla özür dilemez?

Şöyle mi düşünüyor:

Papa’nın îtikadına göre İsa Rab’dır. İsa’nın vekili olan papa da dolayısıyla Rabb’ın vekilidir. Eğer özür dilerse, Rab özür dilemiş olacaktır. Bu da olmayacak bir şeydir.

Fakat unutmamalı ki papanın yanlışları Rabb’ın yanlışları değildir.

Yine de kendi gerçeklerine kör ve sağır kalan birinden, İslâm’a karşı hakkaniyetli bir şekilde göz ve kulak kesilmesini beklemiyorum.

Bu mümkün değil.

Beklediğim şey, sadece uydurma ve yakıştırma bilgilerle bizleri rencide etmemesi. Çünkü kendi açıkları, bu şekilde kapanmaz. Çünkü İslâm’a karşı maksatlı bir şekilde olumsuz önyargı için çırpınmak Papa’ya çare olamaz. Çünkü Hıristiyanlığın çöküşünü durdurmak ve İslâm’ın dünyadaki yükselişini engellemek adına karalayıcı tavırlar sergilemek, hakikatleri değiştirmez.

Çünkü;

Güneş hiçbir zaman balçıkla sıvanamamıştır.

Bilhassa İslâm güneşi…

Yeni Papa bu gerçeği de bilmiyor mu acaba? Yoksa söylediği sözün hakikatinden habersiz mi, ya da dünyada yükselişi artan İslâm’a karşı kasıtlı bir olumsuz önyargı oluşturma telâşı içinde mi? Kendilerinde olduğu gibi İslâm’ın da kılıçla yayıldığını ifade ederken hangi malûmatla konuşuyor?

Dile getirdiği ve özür dilemediği ithamlardan önce ve sonra şu gerçekleri göremedi mi?

İslâm, gariplerle başlamış bir dindir.

Hazret-i Peygamber’in merhametli ve şefkatli elleriyle kalbi kırıkları, zayıfları, âcizleri, mazlumları ve mağdurları bağrına basarak fevç fevç yayılmıştır. Hangi şart içinde olursa olsun hidâyet yolunda akıl ve gönülden başka bir vasıta kullanılmamıştır.

Hele kılıç!

Davette hiç kullanılmamıştır.

Zaten kılıç, Mekke Dönemi’nde: «Niye Müslüman oldunuz, vazgeçin!» diyenlerin elindeydi. Yani Müslüman olmak, bir bakıma kılıç ve ölüm tehlikesi altında yaşamak demekti. Nitekim Hazret-i Yâsir ve Hazret-i Sümeyye gibi nice zayıf şahıslar işkence ile şehîd edildiler. Bir köle olan Hazret-i Bilâl’e yapılan ezâlar anlatmakla bitmez. Şiirin diliyle şöyle aktaralım:

Ümeyye bin Halef ’in vardı zenci bir kölesi,
Bilâl’di ismi, sulardan güzeldi, gürdü sesi.
Rasûl’ün aşk ile cân attı Hakk’a dâvetine,
Ümeyye, kızdı bu parlak gönül hidâyetine.
«Ne hakla eyledin îman?» deyip de etti cefâ,
Bilâl’se her şeye rağmen özünde Hakk’a vefâ,
«Ehad, ehad» dedi şirkin alev alev közüne,
«O bir, O bir!» diye haykırdı müşriğin yüzüne!
Yatırdılar kuma kızgın harâretinde çölün,
Zayıf vücûdunu taşlarla ezdiler her gün..
Köpüklü, dişli ağızlarla sövdüler boyuna,
Yalaz yalaz nice kırbaçla dövdüler boyuna.
Ebûbekir, bu zor işkenceden olup da hazin,
Garip Bilâl’i satın aldı Hak rızâsı için…
Şerefle eyledi âzâd o çiğnenen köleyi,
Gönül huzûruna döndürdü bitmeyen çileyi… [Seyrî]

Hâsılı kılıç, İslâm’ın başlangıç yıllarında Hazret-i Bilâl misâli gariplerin elinde değil, boyunlarında bir tehdit unsuruydu. Hattâ müşriklerin elindeki kılıç, gittikçe aygırlaştı ve Müslümanları vatanlarından ayırdı, hicretlere mecbur bıraktı. Buna rağmen, yani Müslüman olmak tehlikeli bir meseleyken, insanlar İslâm’a koşmaya devam ettiler.

Hâl böyleyken nasıl oluyor da İslâm’ın kılıç zoruyla yayılmış olduğundan bahsedilebiliyor?

Medine Dönemi’nde Müslümanlar güçlendiklerinde tabiî ki ellerine kılıç aldılar. Ancak bu, insanları Müslüman yapmak için değil, sadece zâlimlerin ve vahşetlerin önüne geçebilmek içindi. Kendilerini savunabilmek içindi. Çünkü müşrikler her fırsatta İslâm’ı ve Müslümanları tamamen yok etmek azmindeydiler.

Bu çerçevede Hazret-i Peygamber’in bütün harplerinin savunma harbi olduğu dikkate alınırsa İslâm’ın, kılıcı nasıl kullandığı daha iyi anlaşılır. Ayrıca Mekke Fethi’nde Hazret-i Peygamber’in harikulâde metotlarla şehri kan dökmeden alması ve genel af îlan etmesi, son derecede önemli bir husustur.

Diğer taraftan yukarıda anlattığımız gibi Hıristiyanlarda bolca görülen ve savaşların birer katliam olarak gerçekleştiği bir dönemde Hazret-i Peygamber’in, muharebelerdeki katliamları affa dönüştürücü adımları ve bu adımlardaki adâlet, şefkat ve merhamet dolu muvaffakıyeti, tartışmasız bir gerçektir. Öyle ki bu gerçek, filozof Lafayet’e şu cümleyi söylettirmiştir:

“Ey Muhammed! Senin adâleti gerçekleştirmek husûsunda ulaştığın seviyeyi bir daha hiç kimse gösteremedi!..”

Buna rağmen İslâm’a «kılıçla yayılmıştır» diye ithamda ve karalamada bulunanlara sormak lâzım:

Hazret-i Peygamber’in, Kâbe’de ibadet ederken üzerine seksen kiloluk deve işkembesi konulması karşısındaki sabrında, kılıç mı var?

Hazret-i Bilâl’in, işkence için sıcak kumların üzerine yatırılıp da göğsüne kayalar konduğunda «Allah bir!» diye haykırması, kılıçla mı?

Hazret-i Sümeyye’nin, kızarmış demir çubuklarla ölüme râzı olup Müslümanlıktan vazgeçmemesi, kılıçla Müslümanlık mı?

Bir ayağı bir deveye diğer ayağı başka bir deveye bağlanıp da İslâm’dan caymadığı için ikiye bölünen sahâbînin Müslümanlığı kılıçla mı?

İslâm yolunda evini barkını terk etmek pahasına hicret edenlerin îmanı, kılıçla mı?

Ensâr-ı kirâmın, muhacirîn-i kirâm ile her şeylerini ikiye bölüp paylaşacak seviyede bir kardeşlik yaşaması, kılıçla mı?

Mekke Fethi’nde Hazret-i Peygamber’in, kendine ait biri mübârek annesinden diğeri de hanımından kalma iki evine de müşrikler tarafından satıldığı için gidemeyip de çadırda kalması, kılıç mı? Üstelik bütün Mekke’yi fethetmiş bir muzaffer kumandan iken…

Hazret-i Peygamber’in teşrifinden ve hususiyetlerinden haberdâr olunca kelime-i şahâdet getirip de: «Yanında olsaydım, ayaklarını yıkardım.» diyen Habeşistan kıralı Necâşî’nin Müslümanlığı, kılıçla mı?

Elbette ki değil.

Asla değil.

Çünkü bütün bunlar hiçbir zaman kılıçla değil, ancak gönüllerin fethiyle mümkün olabilecek neticelerdir.

Dolayısıyla hidâyet-i İslâm’da kılıcın hiçbir şekilde hiçbir yeri yoktur, olmamıştır da. Savaş esnasında olunsa bile. İşte hayal üstü bir örnek:

Bedir’de Müslümanlar suyun başını tutmuşlardı. Muharebe başlamadan bir gün önce müşriklerden bir grup gelerek su almak istedi. Sahâbe râzı olmak istemediyse de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, onlara su verilmesini emretti. Ertesi gün kendisine kılıç çekecek kimselere gösterilen bu merhamet, tarihin hangi sayfasında var?

Tabiî bu noktada hidâyete davet ile savunmayı birbirinden ayırmak lâzım. Yani hidâyette kılıç ne kadar gereksizse, savunmada da o kadar mecburiyet olduğundan İslâm; kılıcı, düşmanlara karşı bir koruyucu olarak değerlendirmiştir. Fakat bu mecbûriyette de kılıcı âdeta hassas bir kalem gibi kullanmış, onun zulüm makinesi olmasını engellemiştir. İşte kılıçla ilgili Edebali Hazretleri’nin Osman Gazi’ye ölümsüz nasihatleri:

“Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir.”

“Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinâyettir.”

İslâm, kılıcı bu şekilde kalem olarak kullanmayı öğretmeseydi;

Cihan Sultanı Fatih Mehmed Han, hatalı olarak elini kestirdiği bir Hıristiyan mimarla aynı mahkemede yargılanabilir ve aleyhinde karar verilebilir miydi?

İstanbul fethinden sonra hangi Hıristiyanın burnu kanamıştır? Fetihte hakkı ve hukuku tevzî ettiği için Fatih’in yoluna gül buketleri saçanlar Hıristiyanlar değil miydi? Şayet Fatih, kılıcı kalem olarak kullanmasaydı, bu neticeleri alabilir miydi?

Yavuz gibi sert ve dirâyetli bir padişahı, Zenbilli Ali Efendi’nin müdahalesi üzerine verdiği yanlış karardan döndüren neydi, kılıç mı?

Çanakkale’deki Türk askerinin, ateşkes îlan edilince kendi yarasına toprak basıp da bir Fransız askerinin yarasına kendi gömleğini yırtarak sargı bezi yapması, kılıcındaki kalemin hüneri değil miydi?

Bu şanlı hünere kim dil uzatsa, kendini ayıplamış olur.

Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle:

“Köpeklerin dudakları değdi diye deniz kirlenmez.”

Tarihe soralım:

Eğer İslâm sayesinde ecdadımız kılıçlarını kalem gibi kullanmasalardı, 500 yıl hâkim olarak kaldığımız Balkanlarda bugün Müslüman olmamış tek bir fert kalır mıydı? İşte dünyada 620 sene kesintisiz devam edebilen Osmanlı’dan başka ikinci bir devletin olmaması bu sebepledir.

Velhasıl;

Bunları ve benzeri sayısız gerçekleri bir tarafa bırakıp İslâm ve Müslümanlar hakkında olumsuz önyargılar oluşturmak, her zaman için temelsiz ve mesnetsiz işlerdir.

Tabiî;

Bütün bunların yanında;

Yeni Papalar, her zaman İslâmî gerçeklere ve güzelliklere sağır kalıp da istediklerini uydurma hakkına sahiptirler.

Bu dünyada; kimi hakikatle yaşamayı sever, kimi hayal ile…