Tahrif Hastalığı

M. Ali EŞMELİ
Alışmış, kudurmuştan beterdir. Hele bu alışmışlık, bir de müzmin bir hastalığa dönüşmüşse.

Hiç çaresi yok! Onun ömrü, artık bu hastalığın kıskacında geçecektir.

Yalnız bu hastalık/ alışmışlık, güzel şeylere karşı olursa ne âlâ! Fakat kötü ve bulanık şeylere dairse tam bir fecaat! Çünkü kötülükler hususunda hastalık derecesindeki alışmışlıklar, insanın hem kendini perişan eder hem de onu çevresine karşı bir mikrop taşıyıcısı hâline getirir. Elbette; kalıcı öksürük ömür boyu öksürtecek, kalıcı öğürtü ömür boyu öğürtecek, kalıcı yalancılık ömür boyu yalan söyletecek, kalıcı iftiracılık da ömür boyu başkalarını haksız yere suçlatacak, karalatacaktır.

Bu durumda yanlışlar, âdeta bir hayat klişesi hâline gelmiş demektir. Yanlış hastası, akşam neyse sabah da odur. Değişen sadece görüntüdeki gece silûeti ile gündüz endâmıdır. Yani her zaman dün nasıl ise bugün de öyledir.

Tıpkı muharref dinlerin söz sahibi temsilcileri gibi.

Bunlar asırlar önce kaç tane semâvî dini tahrif ettiler, bozdular. Her bozulan dinin ve kitabın ardından Allah yenisini gönderdi, ona da halel getirdiler. Kitapları, nefislerinin süflî arzularına göre değiştire değiştire bir romana döndürdüler. Allah inancını tevhîd dairesinden saptırdılar. Namazı âyin yaptılar, orucu perhize çevirdiler. Bütün kötülüklerin kaynağı olan şarabı Hazret-i İsa’nın kanı olarak telakki ettiler. Kısacası Allah’ın koyduğu ibadet, adâlet, merhamet ve hidâyet ölçülerini dinin içinden buharlaştırdılar, açılan boşluğa Pavlos’un sakat anlayışlarını doldurdular. Din, İsa -aleyhisselâm-’ın dini olmaktan çıktı, Pavlos dini hâline geldi. Kendi menfaatlerine ters gelen hususlarda en masum insanlara bile vahşî gözlerle baktılar ve içlerinde çöreklenmiş olan tahrif ve tahrip gücüyle yaktılar, yıktılar…

Kullandıkları maskeler, tutuşturdukları büyük alevlerde kül oldu. Medenîlik kılıfları, hiçbir zaman zulümlerini kapatmaya yetmedi. M. Âkif, onların neslinin medeniyet diye sergiledikleri tavrı, İstiklâl Marşı’mızda tek mısrada özetler:

“Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar!”

M. Âkif, Avrupa’nın, istiklâl tarihimizde topyekûn Çanakkale’ye sırtlanlar gibi saldırması karşısında da onların içlerinde gizleyemedikleri kinlerine ve vahşî yönlerine bakarak şöyle feryât eder:

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle «bu: Bir Avrupalı»
Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi…

Sırtlanlığa din müsaade eder mi? Etmez. Fakat dini tahrif ettiğinizde bu müsaade etmeme, teşvike bile dönüşebilir. Yüzyılları kana bulayan Haçlı Seferleri böyle teşviklerin neticesinde ortaya çıkmadı mı?

Unutmamalı ki, tahrif edilen tahrip eder. Yani her tahrif edilmiş olan artık tahrip edici bir hüviyete bürünmüş demektir. Hem kendini tahrip eder, hem başkalarını. İnanç doğuştan Allah’ın bir lütfu olduğu hâlde ortaya çıkan ateizm denen îmansızlık, muharref dinlerin doğurduğu bir fâcia değil midir?

Öncekilerinin bir merhale sonrası olarak bu tahrif, muharref din temsilcilerinin kendi intiharlarıdır aslında. Ne kazandırdı kutsal kitaplardan sonra insanı da ateizm ile tahrif etmek? Dünyayı da ahreti de kararttı. İnsanını kuru ve kaba maddeciliğin çarklarına kurban verdi.

Maalesef bu fecaatlere rağmen tahrifçiler hızlarını alamadılar. Kendilerini ve çevrelerini iyice tükettiler. Batıda muharref dinler tehlike sinyallerini patlatacak derecede kan kaybetti. Ahlâk, adâlet, fazilet ve huzur iflâs etti. Papa’nın itirafıyla: “Avrupa, Allah’ı unuttu.”

Yine ibret alamadılar.

Tahrife devam ettiler.

Bu iş bir hastalık oldu. Tahrifsiz ve tahripsiz geçen günler, aylar, asırlar, onlara boşuna geçmiş gibi geldi. Kendilerini boşlukta hissettiler.

Bunun için;

Yorulmadan, bıkmadan tahrife devam ettiler.

Dinî hisler eridi, toplumlar yaralandı. Aileler çöktü. İnsanlık, evlât muhabbetini bile kaybetti, fıtrattaki sevgi, köpeğe döndü. İnsanın da, köpeğin de yaratılış gayesi değiştirildi. İçi âdemoğlu ile dolu kanalizasyonlar çoğaldı.

Yine tahrife devam ettiler.

Vicdanlar çürüdü. Beyinler karmakarışık oldu. Çelişkiler, çarpıklıklar, sapkınlıklar kitleleri boğmaya başladı.

Yine de tahrife devam ettiler.

Kendilerini rûhen ve kalben bitirdiler. Kendi bünyelerindeki bu tahriflerden yine de tatmin olmadılar. Başka dünyaları da tahrife koştular. Üstelik tek kurtuluş reçeteleri olan son ilâhî dini de, son yüce kitabı da tahrif için yüzyıllarca çırpındılar. Hâlâ da çırpınıyorlar. Bu uğurda özel bilim dalları kurdular, misyonerler ürettiler. Yaptıkları boş ve nâfile çıktıkça da karalama, iftira, haksız yere suçlama, hattâ saldırma yolunu seçtiler.

Tarih boyu gerçekleştirdikleri pek çok zulümler bu yüzden. Adım başı doğuda yaşanan katliamlar bu yüzden. Yeni Papa’nın İslâm hakkında yalan-yanlış, ileri-geri konuşmaları bu yüzden. Kendi yaptıkları zorbalıkları başkalarına sıçratmaya çalışmaları bu yüzden. Kendileri nasıl yaşıyorlarsa kutsal kitaplarında peygamberleri bile öyle yaşamış göstermeleri bu yüzden.

Okuyanlar bilir; tertemiz peygamberler için muharref kitapta yazılanlar akıl kârı değil;

Hazret-i Nuh, -hâşâ- bir içki üreticisi, alkolik bir kimse olarak gösteriliyor. Hattâ o sarhoşken oğlunun bir gün ona çirkin fiilde bulunduğu söyleniyor. (Tekvîn, 9/20-29) Hazret-i Lût, -hâşâ- kızlarıyla zina eden bir baba olarak anlatılıyor. (Tekvîn, 19/30-36) Hazret-i Davud, -hâşâ- bir başkasının evli karısıyla zina etmiş bir kral olarak tanıtılıyor. (II. Samuel, 11/2-12/22) Hazret-i Yakup’un, ikiz kardeşine -hâşâ- hilekârlık yaptığından dem vuruluyor. (Tekvîn, 27. bâb) Hazret-i Süleyman’dan, -hâşâ- putperest kadınların peşinden koşarak puta tapan bir kral olarak bahsediliyor. (I. Krallar, 11/1-7) …ilh.

Niçin?

Çünkü söylediklerinin her biri, kendi hayatlarında var olan cürümler. Bunları meşrûlaştırmanın tek yolu da, onları peygamberler tarafından yapılmış işler olarak göstermek. Yoksa çarpık ve sapkın ilişkilere, azılı günahlara ardına kadar kapı açabilmek mümkün mü?

Kesinlikle değil.

İşte bunun için tahrife sarılmışlar.

Dini yarım hâle, çeyrek hâle getirmişler.

Meşhur meseldir; yarım doktor candan eder, yarım hoca dinden eder. Ya din yarımsa, çeyrekse, o da her şeyden eder. Yani tahrifçilerin âkıbeti, çeyrek dinleriyle birlikte dünyada da âhirette ancak mahrûmiyettir.

Papa cenapları, mesnetsiz karalamalar ve ithamlar ileri sürerek dünya kamuoyunda Müslümanlara karşı olumsuz önyargılar oluşturmak için çamur atmakla uğraşacağına kendilerindeki bir türlü tedavi edilemeyen bu tahrif hastalığına çare bulmalıdır. Kendi cemaatini kurtarmaya çalışmalıdır. Eseftir ki onlar bu hastalıklarını, Hazret-i İsa’nın müjdelediği tabipler tabibi Hazret-i Peygamber teşrif ettiği ve mutlak ilâcı da sunduğu hâlde tedavi edemediler, etmediler. Ellerindeki muharref din, bütün hayatî fonksiyonlarını yitirmiş bir kötürüm vaziyetine düşmesine rağmen uyanamadılar. Bitmişliklerini zaman zaman diyalog ve hoşgörü gibi yaldızların arkasına gizleseler de sonunda bu yaldızları yakan yine kendileri oldu. Tahrife o kadar alışmışlar ki, giydikleri hümanistlik maskelerini de yine kendileri paraladı.

Ne diyelim?

Alışmış, kudurmuştan beterdir.

Allah hidâyet versin!..

Aslında bunların hastalıklarına ve mânevî züğürtlüklerine insanın içi parçalanıyor. Üstelik ellerinde olmayan cenneti de habire satıyorlar. Affın sahibi olan Allah’ı unutup kendileri gibi bir insanın günahını affetmek vaadiyle hayalî bir cennet tezgâhtarlığı yapıyorlar. Tuhaf görülmesin. Çünkü bunlar; Allah’ın âyetlerini de sattılar, verdikleri sözleri de sattılar; adâleti de, merhameti de, iyiliği de, güzelliği de ve hidâyeti de sattılar. Sata sata iyice iflâs ettiler. Bugün dünyayı sömürerek oluşturdukları maddî zenginlikleri, gerçeği bilmeyenlerin gözlerini kamaştırsa da, mânevî fukaralıkları dudak büktürüyor…

Tahrif hastalığı, onları ne hâllere düşürmüş!

Ne diyelim?

Allah, bu hastalıktan onları kurtarsın! Hidâyet nasip eylesin!..