Sepetçioğlu’nun GözüyleEdebiyatçılarımız -3

Mehmet Nuri YARDIM

BİR HİSARCI ŞAİR DAHA

Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU, şişirilmiş şairlerin dışında ürünlerini sessizce veren, edebiyatı ve şiiri ciddiye alarak güzel bir edebî ekolü oluşturan Hisarcıları çok sever. Karaer’den sonra sevdiği bir diğer Hisarcı şair ise Gültekin SAMANOĞLU’dur. Şairi «Yağmak ve Gürlemek» başlıklı yazıda tanıtırken: “O, benim dostum! En sıkıntılı günlerimin arkadaşı oldu. Benim yakınım sanılan birçok kimse bile beni ne zaman nerede bulacağını bilir sanıp bilemez iken Gültekin SAMANOĞLU kolayca bulabiliyor. Nitekim gazetemiz de bir buçuk yıl önce beni bulabilmek için Gültekin’i aramıştı. Düşünüyorum da, 35 yıl olmuş; 1963 yılında, Ankara’da, bir hayli sıcak ve yalnız bir Ankara gününde, Haziran’da… Hem sıcaktan hem epeyce yabancılığını çekmekte olduğum ve bir türlü alışamadığım, sevemediğim için de ayrıca bunaldığım
başşehirde; «Şair Gültekin SAMANOĞLU ile tanışmak ister misin?» dediler.”

İnsanlarla tanışmaktan korkup çekinen bir mizacın sahibi olan ve bunun sebepleri üzerinde duran Sepetçioğlu, hâtıralarına şöyle devam eder:

“Buna rağmen şiirlerini önceden okuyup sevdiğim bir şair ile görüşmek o gün o Ankara Haziran’ında bana hoşça göründü. Benden önce yazmaya başlamış, güzel yazmış; şiiri Türkçemizi nakışlayarak okuyanının iliklerine işlemesini bilmiş bir şairi tanımak Ankara bungunluğuna şifâ verici bir ilâç olabilir, diye düşündüm.

Yanılmadığımı da tanıştığımız anda anladım. Pek de büyük görünmeyen, gösterişi az bir müdür odasında, öylesine bir masada dostça bakan gözleriyle gülen 35 yıl önceki şair Gültekin SAMANOĞLU daha o anda bana güzel, hoş, tatlı bir haber verdi: «Yahu sen bir ödül kazanmışsın, işte haberi şurada, az önce okudum!»”

Samanoğlu’yla çok az görüşse de dostluğu sağlam ve kalıcıdır romancımızın. Şairin şiir kitabı üzerine ise şunları yazar:

«Uzun Vuran Gölge» adını verdiği gerçekten güzel şiirlerinin güldestesi bildiğim kitabı da böyle bir Nisan ayı içinde, 1993’te yayınlanmıştı. Fakat: «Daha nasıl ey kalbim nasıl dertleneceksin? / Yetsin bu suskunluğun, yağmasan da gürle be!» beytinin bulunduğu «Dertlenme» şiirini daha bir dergide yayınlanmadan önce, yanılmıyorsam 1973 yılında bana okumuştu. O gün, o okuyuşta şiirin bütünlüğündeki güzel ve tatlı hüzünden çok, son mısrada apaçık belli isyan edici öfkenin yükselen çığlığındaki taşma beni sarsmıştı: «Yağmasan da gürle be!» diyen hüznün öfkesi bir düş kırılmasındaki sessizliğin keskin kırıklarıydı. Ve ben bu kırılmayı tanıyordum; çok daha önceden düş kırılmasındaki sessizliğin keskin kırıklarından canı yanmış, yüreği yaralanmış, gönlü elemlerin dağlanmasında kahırlı insanların dillenememiş isyanından tanıyordum hem de!

Görmüştüm, duymuştum, hissetmiştim, yaşamıştım üstelik!

Fakat 1973 yılında sadece şiirdeki hüznün öfkesi olarak etkilemişti beni. O etkilenme ve duygu yakınlığı o gün, beni bir eski tanışın yıllanmış uzaklarına kadar götürememişti. Geçenlerde, arada bir yaptığım gibi, Gültekin SAMANOĞLU’nun öteki şiir kitabı «Alacakaranlık»ı ve «Uzun Vuran Gölge»yi okudum yine. «Dertlenme»nin sonundaki «Yağmasan da gürle be!» çığırısı bu sefer en eski tanışıklığın olanca yüklerini yüklenmiş geldi, yüreğime derinden vurdu. Bu çığırışı yıllarca önce, 1943 yılı Kurban Bayramı’na yakın duymuş idim, yüreğime, ağır acısını o vakit işlemişti; buruk hüzünleri ve geçim derdinin parçalayıcısı umutsuzluğuyla gözlerime oturmuştu.”

SAHNE VE KÜRSÜLERDEN
İNMEYEN ADAM

İçe dönük dünyasının yanı sıra dış çevreye de kapalı olmayan Sepetçioğlu, çok iyi bir müşâhedeci, mükemmel bir gözlemcidir. Bazı şair ve yazarlar hakkındaki yorumları, tespitleri ve tahlilleri son derece yerli yerinde ve isabetlidir. Cumhuriyet döneminin her zaman göz önündeki şairi, sahne ve kürsülerden inmeyen adam Behçet Kemal ÇAĞLAR hakkındaki düşünceleri ve hükümleri ise ilgi çekici ve kayda değerdir. Âşık Veysel’e sahip çıkan Ahmet Kutsi TECER ve Behçet Kemal ÇAĞLAR’ı mukayese ederken, bize iki farklı şahsiyetin öz yapılarını ve temel karakterlerini de aksettirir. “Ahmet Kutsi Bey (TECER) Türkiye için bir Âşık Veysel tanıdı, tanınmasını istedi, tanıttı.” diyen Sepetçioğlu daha sonra şu değerlendirmeyi yapar:

“Behçet Kemal ÇAĞLAR, daha çok milletvekili olduktan sonra Âşık Veysel’i «gezdirdi.» Göstermek isterken görünmek arzulu yaratılışların kendine vurgun rûhu Behçet Kemal’in iç yapısına yerleşmişti; Âşık Veysel’in İstanbullu sevenlerine gelişi/getirilişi Âşık Veysel alkışlarının Behçet Kemal’de yankılanması gibiydi; belki de bana öyle geliyordu.

O yılların birinde bir hayli kalabalık bir salon toplantısında herkes sahnede konuşanı dinlerken Behçet Kemal ÇAĞLAR’ı, balkonu taşıyan direklerden birine dayanmış, eski harflerle küçücük kâğıtlara teze tezdire bir şeyler yazdığını gördüm. Arap harfleriyle yazması bir yana, konuşanı dinlememesi ilgimi çekti. Yanına yanaşıp baktım ve sordum. Yazmayı bıraktı, bana döndü, kendine has gülüşüyle beni süzdü; aklı benden epeyce uzaklarda, gözleri yarış atlarının göz pırıltısında yanıp sönerken titrekti, bana bakarken muhakkak bambaşka düşünceler içindeydi, velâkin bana: «Şimdi beni burada görenler sahneye çağıracaklar, konuşmamı isteyeceklerdir. O yüzden konuşmam gerekenleri sıralıyorum kâğıtlara.» dedi.

O anda oradakiler bizden habersizdi, herkes sahnede konuşanı dinlemekteydi. Fakat Behçet Kemal ÇAĞLAR’ın varlığını yüzde yüz duyuracağını biliyordum, kendini belli edecek bir harekette bulunacağından da emin idim. Öyle de oldu ve sahneye çağrıldı.

Güzel konuşurdu; heyecanlanmadan heyecanlanmışçasına heyecanlı sesi ve konuşmasıyla salondakileri sarar, heyecanlandırırdı. Şiirimsi konuşması, sustuğu anda unutulsa da, konuşurken duyanı kolay bırakmazdı.”

Çağdaşı şairleri, yazarları, ozanları firâsetiyle tanıyan Sepetçioğlu, Âşık Veysel’in bu toprağın ozanı olduğunu bilir, bunu söyler. Veysel için Yaşar Kemal’in «Baldaki tuz» ve Cahit ÖZTELLİ’nin «şişirilmiş bir balon» deyişlerine çok öfkelenir. Yaşar Kemal’in deyişini önemsemediğini belirten Sepetçioğlu: “Çünkü Veysel yüceliğinin yolunu bilenlerdendi; üç kuruşluk tuza tamah edip trilyonluk balını satmadı!” der. Daha sonra da bu övgüsünü sürdürür: “Âşık Veysel bir bütünlüğün daha bir ballanması için çiçek özleri topluyor, harmanlıyor, yoğurup pişiriyordu; balı ballıktan çıkarmak için değil tuz, su damlacığı katmaktan korkar bir yüreğin esişinde söyledi… Görmedi hiç, bizim gibi görenlere yol gösterebiliyordu hâlbuki, yoluna ışık olabiliyordu; çoğumuz, yine de görmedik, göremedik!” 15 Bir yanardağ gibi için için yanan Sepetçioğlu, Yaşar Kemal ve Cahit ÖZTELLİ’yi daha sonra şu sözlerle hırpalar:

“Cahit ÖZTELLİ’yi 1940’lardan, Yaşar’ı 1950’lerden tanırım; çok iyi tanırım. İkisi de Âşık Veysel hakkında doğruyu bildikleri hâlde yazmamışlar; ikisinin de Veysel ustayı tanımış olabileceğine inanmıyorum. Âşık Veysel inkâra ve isyana değil îmana âşıktı çünkü; irfanın bütünleyici sihrine iz’anın tamamlayıcı efsûnuna, ihlâsın huzur bağlayan cömertliğine vurgundu ve Türk ilinde Türk insanının dirliği-düzenliği bozulmasın derdindeydi.”

Hâtıralarının ilerleyen sayfalarında Osmanlı silleleriyle patakladığı Öztelli’nin yakasını bırakmaz Sepetçioğlu. «Yunus Emre Derken Âşık Veysel’e Uzanmak» yazısında Cahit’i silkelemeye devam eder:

“Cahit ÖZTELLİ hiç göremedi. O, kabuğun adamı idi, rûhun gerisindeydi. Türkiye Cumhuriyeti’ne Osmanlı’nın Tanzimat eleğinden düşmüş 1939 sonrası tek partisinin örnek aydını oldu. Pir Sultan Abdal’ın bile rûhundaki fırtınalardan habersiz olduğunu sanıyorum. Ehl-i beyt mazlumu bir yürek arayacak yerde «devlet paşasına yürüyen ayaklar»ı alkışlama modasının şakşakçısı olmak araştırıcıya sadece tersine bakışlar bakış açıları kazandırıyor hep; bunu çok gördük, pek çok.”

“VEYSEL TÜRK İNSANINI SEVİYORDU”

Milletinin ruh köküne bağlı olan Sepetçioğlu, Âşık Veysel’in hayranıdır. Onun irfan sahibi bir halk ozanı, bir halk bilgesi olduğu inancındadır. Romancımızın ozana olan teveccühü sıradan bir edebiyatçı sevgisi veya kayırması değil, bir dâvâ adamının büyük bir gönül adamına olan bağlılığıdır. Kulak verelim:

“Âşık Veysel, milletlerarası komünizmin işine yarayacak yaratıklardan değildi; hürlüğü seviyordu, Türk insanını seviyordu. Bu sevgisini, birkaç bin yıllık bir Türk-İslâm irfanını sadece ve sadece Türk-İslâm irfanının ehl-i beyt ocağında yanmış ateşinden süzülerek yüreklenmiş sesiyle söylüyordu. Bu tür söyleyişler Paris’te yerleşik körüğün işine gelmezdi, gelemezdi bunun için Âşık Veysel patlamasına şâhit olunamadı. Onun da zaten böyle bir patlama hevesinden yanmadığı muhakkak.

Sevenleri vardı, gerçekti; alkışçılar vardı, yalansızdı; arayan-soranı eksik olmazdı… Dinleniyordu, dinletebiliyordu… Eline geçen üç-beş kuruşu da sıkı tutuyordu… Köyü, köylüsü üç-beş fazla ödeyerek âşığın parasını değerlendiriyor, kendileri de muhtaçlıktan kurtuluyordu. Böylece Veysel usta, yaşdaşları gibi birtakım karışıklıklarda medet uman partilerin sesi, yandaşı, maddecilerin çığırtkanı olmadı; bağırtkanlığına yanaşmadı. Balın özünü anlattı; yüreğin aynasında ışıldadı… Sevgiye yurtseverliğe, Türk’ün parçalanmazlığına çağırdı.

Bu sebepten… sevemediler!

Âşık Veysel, bala tuz karıştıramayacak kadar has idi.”

“Âşık Veysel’i dinler dinlemez o sesin, o sözün, o deyişin Türkiye’de duyulması için didinmeyi iş edindi.” dediği Ahmet Kutsi TECER de Sepetçioğlu’ndan iltifat alan şair ve yazarlarımızdandır. Bu övgü dolu sözler Tecer’in bizim iç dünyamıza olan yakınlığı dolayısıyladır. “Kutsi Tecer Bey cevheri çamurda da olsa ışıltısından sezecek yüreklendendi.” diyen Sepetçioğlu, hâtıralarını yoklarken orada şairin portresini Tanpınar silûetiyle birlikte yakalar:

“Bir Mayıs ayı başlarında, 40-50 yıl önce, Ahmet Hamdi TANPINAR Hoca’nın Gümüşsuyu’ndaki evinde uzunca bir süre ikili sohbetlerin dinleyicisi olmuştum, oradan biliyorum, kendisi de bir cevherdi ve nedense bana hep hemen karşımdaki pencereden dallarının küçücük filizlenişlerindeki sarımsı, yeşilimsi altın ışıltılarını seyrettiğim genç kavak ağacı kadar içten, yalın ve güvenilir geliyordu. O kavak ağacını Tanpınar Hoca’dan dinlemişimdir, zaten evine ilk gidişimde perdeyi açarak pencereden kendisi göstermişti; bir gün ağacın romanını yazacağını söyler, anlatırdı… Yazmadı!”