Ramazan Medeniyetinden Bir Tablo

Dursun GÜRLEK

Diş kirası olarak âdet hâline gelen hediye, îcabında padişaha bile veriliyordu. Şöyle ki:

Bugün, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi olarak görev yapan tarihî binanın, eski adı, «Zeynep Hanım Konağı» idi. Zeynep Hanım, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın kızı, sadrazam Yusuf Kâmil Paşa’nın ise eşiydi. Bunlar hayırsever karı-koca olarak İstanbul’a birçok tarihî eser kazandırmışlardır. Meselâ Zeynep Kâmil Hastanesi, kendi adları ile anılıyordu. Yusuf Kâmil Paşa, hem ünlü bir devlet adamı, hem de tarihten, edebiyattan, şiirden hoşlanan bir kimseydi. Bu özelliğinden dolayı Zeynep Hanım Konağı, o devirde bir nev’î ilim ve kültür akademisi hâline gelmişti. Bu tarihî konakta, haftanın belli günlerinde edebiyat sohbetleri yapılıyordu. Hiç şüphe yok ki, bu toplantılara bizzat Yusuf Kâmil Paşa başkanlık ediyordu.

Refii Cevat ULUNAY’ın «İhtişamlı Kadınlar » başlığıyla kaleme aldığı makaleden anlaşıldığına göre, zaten cömert olan ve hayır hasenat işlerinden çok hoşlanan Zeynep Hanım özellikle Ramazan aylarında tam bir iyilik meleği kesiliyordu. Konağın kapısını herkese açık tutuyordu. Hanımefendi, iftara gelenlere, mevkilerine ve durumlarına göre çeşitli hediyeler vermeyi bir âdet hâline getirmişti. Bir Ramazan, Sultan Abdülaziz Cuma Selâmlığı için Beyazıt Camii’ne geliyor. Ve iftarı Zeynep Hanım’ın Konağı’nda yapacağını söylüyor. Yusuf Kâmil Paşa da camiden konağın binek taşına kadar halılar serdiriyor. Padişah için hazırlanan iftar sofrasının ihtişamı o zamana kadar görülmemiş bir şeydi. Bütün sahanlar altın, tabaklar martabanî, kadehlerin, sürahilerin her biri, bir servet teşkil edecek kadar değerliydi. Padişahın havlusu bile inciyle işlenmişti. Sahanların, tabakların konulduğu altın sininin içinde âyetler hadisler yazılıydı.

Padişah, Kâmil Paşa’ya çok iltifat etti. Birkaç defa memnuniyetini dile getirdi. Bir taraftan da konakta bulunan ricâl: «Acaba Zeynep Hanımefendi, padişaha da hediye verecek mi, verecekse bu nasıl bir hediye olacaktır?» diye merak ediyorlardı. Bir ara Zeynep Hanım, huzura kabul edilmesi için ricâda bulunuyor. Kendisine izin verilince elleri başı üzerine kaldırılmış olarak duran hazinedârına yaklaşması için işarette bulunuyor. Ve padişaha: “Şevketmeâb ve hilâfetmeâb efendimize lâyıktır!” diyerek, Şeyh Hamdullah hattıyla yazılmış, müzehhep bir Kur’ân-ı Kerîm takdim ediyor. Sultan Aziz, «Kitâbullah»ı alıp öpüyor. Sahifelerine bakıyor. Gerçekten de bu Kelâm-ı Kadîm, tam bir sanat hârikasıydı. Her tarafı altınla süslenmiş, sûre başlıkları, işaretler birer sanat eseriydi. Mahfazası inci yâkut, zümrüt, fîrûzeler ile kakmalı idi.

Orada bulunan herkes, Zeynep Hanım’ın hediye takdimindeki bu inceliğine, bu zarâfetine hayran oluyor.

Aynı padişah, başka bir gün yine Zeynep Hanım’ın konağına iftara gidiyor. Yusuf Kâmil Paşa, konağa ait hüccet, temessük, senet ve değerli evrak olarak ne varsa hepsini altın tepsilere doldurarak: “Abd-i âciz ve haremim câriyeniz… Efendimizin âzâd kabul etmez kullarınızız. Dünyada mal-mülk nâmına neye sahipsek, hepsini velinimet efendimiz sayesinde elde ettik. Dolayısıyla hepsini atebe-i şâhânenize arz ediyoruz.” diyerek, böyle görülmemiş, duyulmamış bir diş kirası takdim ediyor. Çok duygulanan Zât-ı Şâhâne şöyle karşılık veriyor:

“–Bunların hepsi makbûlum oldu. Yine sizlere veriyorum!”

İşte bir padişaha, ancak böyle bir diş kirası verilebilir. Dr. İlhami MASAR da, «Bir Ömür Boyunca» adındaki kitabında «diş kirası»ndan da söz ediyor ve şunları söylüyor: “Padişahlık devrinde, eve yemeğe gelen misafirlere diş kirası adı altında bir hediye verilirdi. Bu sûretle dişlerini yemek yiyerek aşındıran misafirlere, mecâzî mânâda bir tazminat ödenirdi. Bizim evde adamına göre, bir mendilden, bir gümüş çeyrek (beş kuruş), bir mecidiye (yirmi kuruş), yarım altına kadar diş kirası verildiği olurdu.

Babam bana da bu konuda şu hikâyeyi anlatırdı:

Sultan Abdülaziz devrinde Hayrullah Efendi nâmında çok zengin bir büyük amcası varmış. Baltalimanı Yalısı’nda otururmuş. Arkadaki koru, Boğaziçi’nin en güzel ağaçlığıymış.

Bir gün Abdülaziz haber göndermiş: “On beş gün sonra yemeğe geleceğim.” demiş. Padişahlar yemeğe davet edilmezlermiş. Ama güzelliğini işittikleri yalılara ziyarete gelirlermiş. Abdülaziz bunu sık sık yaparmış. Amcayı bir telaş almış. Koruyu aydınlatmak üzere sırtlarına, Lâle Devri’nde olduğu gibi mum dikilmek üzere bin kaplumbağa tedârik edilmiş. Esir pazarından dörtbeş güzel cariye satın alınmış. Birkaç süt kuzusu hazırlanmış. Yemek bir problem değilmiş; padişahın ne sevdiği biliniyormuş. Süslü bir elmasiye (pelte) hazırlanması için yeni bir Fransız aşçı tutulmuş.

Bunların hepsi iyi, güzel ama padişaha diş kirası olarak ne verilir, ona bir çare bulunamamış. Hele o günlerde İstanbul’a Fransız İmparatoru III. Napoleon’un eşi İmparatoriçe Eugenie’nin geleceği haber alındığı zaman, onun da ziyafete gelme ihtimali üzerine, bu konu daha da önem kazanmış.

Sözü kısa keselim: Padişah ziyafet günü, yanında güzel imparatoriçe olduğu hâlde altı çifte bir kayıkla Baltalimanı Kasrı’nın rıhtımına yanaşmış. Hayrullah Efendi, yanında bir miktar cariye ve kadın ağasıyla etek öpmüş. Sahilde biraz istirahat etmek üzere oturmuşlar. Sonra koruya geçerek kaplumbağa ışıkları altında yemek yemişler, gazelhanlar güzel gazeller okumuşlar.

Nihayet sıra diş kirasına gelmiş. Evvelâ Eugenie’ye kıymet biçilmez bir broş hediye edilmiş. Sonra 16 kadın zenci, iki metre kutrunda (yarı çapında) bir tepsi üzerinde büyük amcanın bütün servetini temsil eden tapuları ve mücevherleri getirmişler ve Zât-ı Şâhâne’ye takdim etmişler. Padişah istese hepsini cîb-i hümâyununa alabilirmiş, ama kibârlık ederek yalnız bir erkek altın yüzüğü almakla yetinmiş ve bütün ısrarlara rağmen, üç milyon altın kıymetindeki serveti iade etmiş.

Okuyucularım, Hayrullah Efendi bu kadar serveti nereden buldu, diye merak etmişlerdir. Cedlerimizden (dedelerimizden) Şeyhülislâm Ârif Efendi’nin Zehra isminde (1795-1858) bir kızı varmış. Mısır prenslerinden İsmail Paşa’yla evlenmiş. Çocukları İskender Bey, genç yaşta ölmüş. Başka da çocukları olmamış. Vefatlarında o muazzam servetleri yeğeni Hayrullah Efendi’nin şahsına kalmış. O da 18 sene içinde bütün servetin altından girmiş, üstünden çıkmış.

Prenses Zehra’ya o zaman İstanbul’da «Mısırlı Hanımefendi» lâkabı takılmış. Kendisi Arnavutköy Akıntıburnu’nun üstündeki, 1910 senesinde yıkılmış olan sarayda otururmuş. Sultan Mecid, daha hayattayken, 1858 senesinde vefat etmiş.

Babaannem Ayşe Fıtnat Hanım, büyükbabamın vefatından sonra, daha bebek yaşında olan babamla Arnavutköy Sarayı’nda otururmuş. Prenses Zehra, koca servetinden bir kısmını bırakmak istemiş ama vasiyetnâme tanzim edemeden, günün birinde ânîden 63 yaşında vefat etmiş ve aileden bizim kolumuz açıkta kalmış.

Abdülhamid devrinde padişahın Ramazan ayında İstanbul’daki erkâna iftar ziyafetleri verdiğini de hatırlıyorum. Protokole dâhil yüzlerce kişi için otuz kadar davet yapılırdı. Bu davetlerde de padişah misafirlere diş kirası dağıtırmış. Her kese içinde adamına göre, yirmi beşten, yetmiş beş altına kadar para bulunurmuş. Vezirler, müşirler 75 altın alırlarmış. Babama 50 altın verilirmiş.

Babamın her Ramazan’da iftar gününü iple çektiğini hatırlarım. O zamanlar iki ayda bir maaş verildiğinden para sıkıntısı çekilirdi. Açıktan alınan 50 altın çok işe yarardı.

Renkli kalemiyle ve nev’i şahsına münhasır üslûbuyla eski İstanbul’un özelliklerini ve güzelliklerini tanıtan Ahmet Rasim de «diş kirası»yla ilgili olarak şöyle bir anekdot naklediyor:

“Eski zaman Ramazan’larında, iftara gidilen yerlerde misafirlere hediye olarak verilen para için «diş kirası» deyimi kullanılırdı. 1908 Temmuz’una kadar vükelâ ve ricâlin konaklarında iftar yapılması her akşam gelecek misafirlere yemek ikrâm edilmekle beraber, fukara takımına diş kirası adıyla para verilmesi ve bütün memurların, büyükten küçüğe doğru âmirlerinin iftarına gitmesi zarurî idi. Âdeta yarı resmî bir anlam kazanmış olan bu ziyaretlerin yapılmaması, teveccühten düşmeye kadar götürürdü. Açgözlü insanlar da bundan faydalanarak tanıdığı veya tanımadığı konağın kapısını çalıp, selâm vererek sofraya çökerdi. Meşrûtiyet’ten sonra davetsiz iftarlara gitmek, gidilen yerlerde diş kirası almak usûlü kendiliğinden kalktı.

Diş kiralarını anlatan çok güzel fıkralardan birini nakledelim:

Olacak bu ya, Bektaşi ile Hoca aynı sofraya düşmüşler. Ev sahibi rind-meşrep bir adammış. İftardan sonra kahveler içilirken sohbet başlamış. Ev sahibi Bektaşi’ye sormuş:

–Erenler, dem alır mısınız?

Bektaşi:

–Eyvallah!

–Kaygusuz?

–Eyvallah!

–Kızıldeli?

–Eyvallah!

–Bazı bazı gönül eğlendirir misiniz?

–Eyvallah!.. demiş.

Muziplik bu ya, Hoca’ya da aynı soruları yöneltmişler. Hoca, her suâli, tecvitli bir «Estağfirullah» ile karşılamış.

Sonra teravih namazına geçilmiş. Hoca, teravih namazını o kadar hızlı kıldırmış ki, cemaat birinci secdeden kalkmadan, ikinci rekâtı bitirmiş. Bu durumdan, en çok Bektaşî memnun olmuş. Namaz bitmiş, herkes dağılmış. Bektaşî de Hoca’yla birlikte çıkmış. Çıkarken de haznedâr yamağı, ikisine de atlas kese içinde diş kirasını sunmuş. Bektaşî yine bir «Eyvallah!» çekip keseyi şalvarının cebine yerleştirmiş.

Yolda, Hoca dayanamayıp keseyi açmış. Bir de ne görsün? İçinde bir metelik boynunu bükmüş yatıyor. Hemen koşmuş, Bektaşî’yi yakalamış:

“–Sana ne verdiler?” demiş. Bektaşî:

“–Vallâhi daha bakmadım!” cevabını vermiş. Hoca:

“–Aman çabuk bir bak!” demiş. Bektaşî usûlen keseyi açmış, içinde bir altın. Hoca:

“–Bu işte bir yanlışlık var, dönelim.” demiş. Dönmüşler.

Hoca, ev sahibinin huzuruna Bektaşî ile bir kere daha çıkmış. Hoca:

“–Sanırım bir yanlışlık oldu. Nasıl olur, bu zındık herife bir altın, duacınıza da sadece bir metelik?!.” der.

Ev sahibi:

“–Hayır, hocam. Bu işte bir yanlışlık yok!” karşılığını vermiş. Sonra da: “Onun masrafına bir altın da yetmez. Sen ise bir metelikle pekâlâ gününü gün edebilirsin!” diye konuşmuş.

Diyarbakırlı İbrahim Refet Efendi, kaleme aldığı ve defalarca bastırdığı mevlidiyle ünlü bir şairdir. Hamdi Paşa’nın Üsküdar’daki konağında hocalık yaptı. Bu sırada Atik Vâlide Sultan Medresesi’nde, müderris Ankaralı Kara Hüseyin Hâmid Efendi’den ayrıca okuyarak 1864 yılında tahsilini tamamladı. Bir süre sonra Bâbıâlî Buhârî hocalığına tayin edildi. Üsküdar’daki Atik Ali Paşa Camii’nde talebeden bazılarına Mesnevî, Gülistan ve Hâfız Dîvânı okuttu. Sultan Abdülaziz tahta çıktığı sırada «Tarz-ı Cedîd» nâmındaki mevlidini yazarak Sultan’a takdim etti ve atiyye (ihsan) olarak yirmi bin kuruş aldı.

Şairimiz 1903 yılında vefat edince Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi. «Mekkî» adında başka bir şair, İbrahim Refet Efendi’nin ölümüne şu tarih manzûmesini söyledi:

Bâbıâlî’nin Buhârî hâce-î dânişveri
Ol edîb-î hoş-sühan, gittî fezâ-yı hikmete
Bitti erzâk-ı mukadder terk-i dünyâ eyleyüb
Diş kirâsı almayâ azmetti semt-î cennete

Bilemiyorum, «diş kirası» hakkında, dişe dokunacak, diş bilemeden okunacak bilgiler verebildim mi? Ben yine de bu satırları, dişinizi sıkarak okuduğunuzu düşünüyorum ve teşekkürlerimi sunuyorum.