RÖPORTAJ Medeniyetlerin ve İnsanlığın Can Suyu: Sanatın Eğiticiliği

İlhan ÖZKEÇECİ Kimdir?

1955 Kayseri doğumlu olan İlhan ÖZKEÇECİ, 1973-1980 yılları arasında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Dekoratif Sanatlar Bölümü’nde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladı. Ardından 1991 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tezhip-Süsleme Anasanat Dalı’nda doktora yeterlilik alan Özkeçeci; Kemal BATANAY’dan hat, klâsik Türk müziği ve tambur dersleri meşketti; Rikkat KUNT, Muhsin DEMİRONAT ve Tahsin AYKUTALP’ten tezhip çalıştı; Hasan ÇELEBİ’den de «sülüs-nesih» dallarında hat icâzetnâmesi aldı.

1983-1985 yılları arasında Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü’nde öğretim görevliliği yapan Özkeçeci, 1995-2005 yılları arasında da Süleyman Demirel Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk El Sanatları Bölümü öğretim üyeliği ve bölüm başkanlığı yapmıştır. 2003 yılında profesör olan Özkeçeci’nin; sempozyum bildirileri, konserleri ve kendine ait birçok sergi faaliyetleri bulunmaktadır. Yayımlanmış kitapları: Türk Tezhib Sanatı ve Tezyînî Motifler, Kayseri Cami Mimarisinde Minber-Minareler, Kayseri’de Kültürel Mirasın Geleceği, Tarihî Kayseri Cami ve Mescidleri, Zamanı Aşanlar, Doğu Işığı.

Yüzakı: Hocam sanatın ehemmiyeti ve insanlık tarihindeki yeri tartışılmaz elbette. Ancak bugün sanatta demeyelim ama sanat icrâ edenlerde bir yozlaşma görüyoruz. Dolayısıyla da günümüz sanatında bir karmaşa varmış gibi seziliyor. Sanatın pozitif anlamdaki eğiticiliği, fert ve toplum üzerindeki etkisi göz ardı ediliyor gibi görünüyor. Sanat günümüzde, eskiden olduğu gibi güzel ve ulvî şeylere vasıta teşkil etmekten uzaklaştırılarak, ruh yerine nefsi besleyen daha genelde de menfî birtakım emellere âlet ediliyor. Bu sebeple bu ay Yüzakı’nda «sanatın eğiticiliğini ve boyutlarını» ele almayı düşündük.

Sanat nasıl bir vak’adır? Tesir alanı itibarıyla neler söylemek istersiniz?

İlhan ÖZKEÇECİ: Sanatın ne olduğu konusunda ilmî tarifler çok. Onlara girmeye ihtiyaç hissetmiyorum, gerek de görmüyorum… Kısaca ifade edecek olursak:

Sanat, insanın iç dünyasından çıkan ve dışarıya birtakım şekillerde yansıyan, ruh gibi elle tutulamayan, ancak hissedilen bir vak’adır. Buna insanlar ister «uzağım», ister «yakınım» desinler; ister «içindeyim», ister «dışındayım» desinler, her şekliyle insanların iç dünyasından ve içerisinden geçen bir rüzgâr bu. Kimse bundan vâreste kalamaz, uzak kalamaz. Ama bunun farkında olmakla ondan alacakları var.

Böyle olduğu hâlde maalesef sanatla ilgili bahisler geçtiğinde çoğunlukla onun herkesi ilgilendirmeyen, ekstra, fazla, lüks bir mesele olduğu düşünülür. İnsanların ihtiyaç duymadığı çok dışarıdan bir konu gibi.

Oysa;

İnsanın kendisi bizâtihî bir sanat eseridir. Zaten sâni-i hakikî Cenâb-ı Hak, gerçek sanatkâr, gerçek Yaratan’dır. Din âlimlerinden bu sorulduğunda uzmanlar bunu söyleyeceklerdir. Bir âyette şöyle geçiyor: “Allah’ın verdiği boyaya/renge uyun; boyası/rengi Allah’ınkinden daha güzel olan kim vardır?” (el-Bakara, 138) Burada mecâzî anlamın yanında gerçek anlamda da şu sonsuz kâinatı, mahlûkatı, yaratılmışları O’ndan güzel kim boyayabilir/rengârenk yapabilir?

Bu perspektiften bakınca sanat, insanların bir hayat tarzıdır. Şu masada herkesin bir iskemleye oturması, şu tabağın şunun içinde yer alması, kaşığın şöyle değil de böyle durması, hep bir uyum ve âhenk gerektiriyor. Meselâ şöyle yan duruş, gözümüzü rahatsız ediyor… Yani insanın yaşadığı yerdeki tertip ve düzeni de sanatın bir parçası. Herkes çuval giyip gezebilir mi?

Zaten güzellik ve âhenge dair özelliklere göre hareket edilmeyince toplumda bir kargaşa başlıyor. İnsanlar ferdîleşiyor, egoistleşiyor, kabuğuna çekiliyor, hattâ çevresine duyarsız ve zararlı hâle gelebiliyor.

Ama bir sanat zarâfeti içinde yaşayış âhengi kurulunca, gönülden gönüle sürekli güzel mesajlar akmaya başlıyor. Yani sanatın irtibat ve etkileşimi çok hızlıdır. Sanat gideceği yere direkt gidiyor, dolaylı yoldan değil. Muhatabına tesiri doğrudan. Yaşanılan mekân, söylenen söz, bakan göz ve yüz, dilden önce konuşur. Onlarda tebessüm mü, asık surat mı, tat mı, acı mı var, hemen fark ederiz.

Yüzakı: Bu tesirler sanatta onun yapısına ve millî oluşuna göre de hiç şüphesiz ki daha belirgin bir hâle geliyor. Bu noktada tarihî seyrimiz nasıl?

İlhan ÖZKEÇECİ: Ben son iki kitabımda Türk sanatının tarihî seyrini ele aldım. Çıkış noktam da şu oldu: Hep diyoruz ki, şu sanatımız bu sanatımız, millî sanatlarımız, kültür değerlerimiz diyoruz… Müziğimiz, mehterimiz diyoruz. Ama hiç birimiz de bunun aslını bilmiyoruz. Tezhip diyoruz, tezhip nedir? Yani evet tezhip şudur, boyamadır falan ama tezhibin çerçevesini çizecek bir alan yok elimizde, bir format yok. Hat için de durum aynı…

Dolayısıyla hâdiseye ilmî bir pencereden ve geniş bir açıdan bakmak ihtiyacı yüksek. Diyeceksiniz ki: «Siz çok mu biliyorsunuz?» Hayır, ben öyle bir iddiada bulunmuyorum, ama görebildiğim kadarını göstermeye: «İşte bunun da farkına varalım.» demeye çalışıyorum. Şimdi pratik mânâda ben bir hattatım, bir müzehhibim… Bu, çok sıradandır. Onun ötesinde ben bu işin tefekkürünün yapılmasına taraftarım. Yapıyorum, demiyorum. Ama «Neden düşünmüyoruz?» diyorum. Çünkü düşünmezsek asıl özü kavrayamayız, asıl özü kavrayamazsak bunu da insanlara anlatamayız. Tasavvuf da, öyle değil mi? Tasavvuftaki mânâyı anlatmak için onun içine girmek lâzım. İşte büyükler bunları yapmış, işin uzmanları şekillendirmiş, şunlar olmuş, bunlar olmuş, hiç birbirinden ayrılmıyor. Yani bilim, ahlâk ve estetik içiçe… Zaten bunlar sağlam bir medeniyetin üç temel ayağıdır. Yani bu üçünü kendinde barındıran medeniyet, büyük medeniyet, bunlara sahip insan da âbide bir insan olmuştur. Tasavvufun başarısı da işte buradan gelmektedir.

Dolayısıyla bugünkü pek çok başarısızlıkların da bu üç ayaktaki noksanlıklarımızdan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Kâh bilim ayağı topal, kâh ahlâk tarafı çürük, kâh estetik derinlik yok. Oysa bu üçü bir arada geliştikçe hayat bir sanat güzelliğine dönüşüyor ve insanlar insan olma vasfını kazanıyor. Bilirsiniz meşhur bir söz var: «Güzel gören, güzel düşünür, güzel düşünen, hayattan zevk alır…» Bir de hadîs-i kudsî olarak rivâyet edilen bir ifade var: “Allah güzeldir, güzeli sever.” Mesele, işte o güzelliğin farkına varmak. Gerisi teferruat. İşin özü bu…

Geçmişimiz niye muhteşem? Çünkü bu özü iyi kavramış dedelerimiz ve o çerçevede bir dünya kurmuş. Gerçekten mâzimiz bu bakımdan çok zengin. Sadece Osmanlı’yı kastetmiyorum. Osmanlı’dan çok öncesine gidelim. İslâm âlimlerinin, sanatkârlarının, mimarlarının ortak olduğu büyük eserler var.

Şimdi ise o zenginlikten bugün verimsiz bir seviyeye düşmüşüz, toplum olarak. O zaman şöyle bir gerçek çıkıyor karşımıza: Önce öğrenmemiz gereken şey, dün neye/nelere sahip olduğumuzdur. Onları bir bilelim, hazmedelim. Sonra da yeni ürünler ortaya çıkaralım. Ben bu düşünceyi savunuyorum, önce tespit şart.

Neye, ne kadar sahibiz? Ne kadar yazma esere mâlikiz, bunların mevzuları nelerdir? Mimarî, tabiî güzelliklerimiz nelerdir?

Bütün bunların hem etraflıca keşfi hem de hazmedilmesi gerekiyor. Bu hususta doğru dürüst bir liste (envanter çalışması) yok. Batılı araştırmacıların insafına kalmışız, onlar ne dediyse biz «evet» diyoruz. Ne kadar kaçırdıysa onlar, orada korunuyor. Paris Louvre’da, Londra British Museum’da, New York’ta bize ait onca eser var, çalınıp, götürülmüş. Birçokları hâlâ gözümüzün önünde gidiyor.

Bunun da ötesinde üzerimizdeki dış kültürel etkiler olanca hızıyla devam ediyor. Bunların tesiri bizi birçok alanlarda etkisi altına alıyor; mimarî, mûsıkî, kültürel altyapı gibi bizi oluşturan pek çok noktada öz kültürü sarsan bir durum ortaya çıkıyor. Meselâ bizim klâsik musiki eserlerimiz fevkalâde güçlü bir ifadeye sahiptir. Aynı zamanda etki bir tedavi hassası var.

Ortaçağ’da veya geçmiş yüzyıllarda Avrupalının akıl hastalarını zincire vurdukları, içine şeytan girmiş diye yaktıkları dönemlerde, bizim kültürümüzde mûsıkî bir tedavi unsuru olarak kullanılıyor. Osmanlı şifâhânelerinde bunlar var, çeşitli fasıllarla, çeşitli makamlarla ruh hastaları tedavi ediliyor. Eski dâru’ş-şifâlarda merkezî müzik yayını var. Ancak bugün bizler böylesi değerli kaynaklardan yararlanma imkânından yoksun durumdayız.

Yüzakı: Sanat sizce nasıl bir eğitim aracı? Sanatın eğiticiliğini nasıl yorumluyorsunuz?

İlhan ÖZKEÇECİ: Dediğim gibi, tesir meselesi. Şimdi eğitim konusunda bir kısım insanlar der ki: “Eğitim olsa da olur, olmasa da.” Bir kısmı da: “Eğitim olmadan olmaz.” Ama en basitinden bile, eğitim almış bir fert ile almamış fert arasında büyük farklar olur. Bu eğitim kalitesine göre değişir, onu tartışmam, üst düzey eğitim, kaliteli eğitim… Az çok mürekkep yalamış insanla, yalamamış insan arasında ille bir fark kendini gösterir.

İşte sanat bu noktada çok belirgin bir eğitim vazifesi görüyor. Her şeyden önce kimlik ve âidiyetin köprüsü gibi.

Kuzeye gidersiniz anlayış farklı, güneye, doğuya, batıya gidersiniz farklı. Şimdi işte bir Fransız sanatının özelliği ile bir Alman sanatı birbirinden farklı özellikleriyle ayrılabilir. Orta Amerika yerlilerinin sanat ve eserleri bir başka, Mısır yerlilerinin bir başka, her dönemde böyle sürekli devam eden bir hususiyet var.

Sanat demek illâ çok cafcaflı, çok gösterişli tablolar, levhalar demek değil. Yerine göre bir tek ses, yerine göre bir tek çizgi. Ama âhenk, ama denge, ama nizam içerisinde.

Bu gerçeği anlatabilmek ve kendi sanat ve kültürümüzü ciddî bir kronoloji içerisinde görebilmek için bir proje başlattım. Bu projenin ilk kitabı «Zamanı Aşanlar». Türk sanatının geçmişten bugüne kadar gelen bir kronolojisi. Şu anki hesaplara göre bunlar 6 kitap olacak. Dizinin ikinci kitabı «Doğu Işığı». İlk kitap İslâm öncesi Türk sanatı, ikincisi de İslâm sanatını (4-5 yüzyıllık bir dönemi kapsayan) estetik analiz ve yorum çalışması.

Yüzakı: Bu çalışmaları yaparken sanatımızla ilgili olarak sizi etkileyen neler oldu?

İlhan ÖZKEÇECİ: Burada beni hayrete düşüren yegâne şey; akıl almaz çeşitlilik ve zenginlik. Ne derseniz deyin? Ben bu insanlara çılgınlar diyorum. Akıllı insanlar diyemiyorum, tabiî müspet mânâda söylüyorum, menfî mânâda değil. Bizim kavrayamadığımız ama o kadar üretken bir akıl ki bu.

İslâm ilk dönemlerinde her geçen gün genişliyor, fethediyor. Yeni tanıdığı sanatlara bakıyor, faydalı olanı herkesten alıyor. Ama kısa ve belli bir zaman içerisinde bunu yoğuruyor, kendi ruh mührünü vuruyor, ortaya bambaşka şâheserler çıkıyor. Biri Şam’da (şarkta), diğeri Endülüs’te (garpta) iki ayrı İslâm toplumunun eserlerine bakıyoruz, müthiş bir ruh birliği var. Böylece muazzam bir İslâm sanatı gelişiyor.

Yüzakı: Sizin anlattıklarınızdan sanatın insanın kendi hakikatini kavraması, yakalaması olduğunu söyleyebiliriz. Ve insan o derinliği elde etmedikçe, kendinden habersiz yaşayan bir varlık olacaktır. Peki bugün millî eğitimde olsun, üniversitede olsun, sanat merkezli bir eğitim yapılıyor mu? Bu noktaya nasıl bakıyorsunuz, çalışmalar yeterli mi?

İlhan ÖZKEÇECİ: “Sanat merkezli” diye bir şey söyleyemeyiz. Yalnız, üniversitelerin eğitim alanında bir Güzel Sanatlar Fakültesi gerçeği var. Güzel Sanatlar Fakülteleri, başta İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi (100 küsûr yıllık kuruluş) ile başlayan son 20 küsûr yıldır da Güzel Sanatlar Fakültesi şeklinde ülkenin çeşitli yerlerinde, çeşitli şehirlerde açılıyor. Şimdi buraların sıkıntıları var. Öğretim elemanı sıkıntıları var, yeterli malzeme ve maddî sıkıntıları var. Eğitimle ilgili ciddî sıkıntılar var. Bir şeyler masa başında, kâğıt üzerinde anlatılamaz. Meselâ; bir tarih anlatılıyorsa diyelim ki Fatih Camii’ni anlatırken gideceksiniz, Fatih’e, camiyi orada göreceksiniz. Öğrencinize göstereceksiniz. Yoksa anlatamazsınız.

Yüzakı: Bu tür şeylerin olması için de sanat zevkinin, sanat anlayışının aşılanması lâzım. Bu nasıl yapılmalı?

İlhan ÖZKEÇECİ: Daha evvel söylediğim gibi sanat eğitimi, direkt bir eğitimdir. Gerek üniversitelerde olsun, gerek diğer okullarda ve onun dışında kurslar ve çeşitli faaliyetlerle olsun bunun canlı tutulması lâzım. Bunun için tabiî ki medya desteği ve televizyon önemli bir faktör. Bir televizyon programı, insanı şu yönde etkilerken, öbür televizyon programı öbür yönde etkileyebiliyor. Bu vasıtalar yoluyla ciddî anlamda bir gündem her zaman oluşturulmalı.

Yüzakı: Bir de gençlerimizin yeteneklerini doğru tespit etmek ve ona göre sanat dallarına yönlendirmek de önemli bir mesele değil mi?

İlhan ÖZKEÇECİ: Bu bir politika. Eğitim politikası, hem halkın eğitimi, hem gençlerin eğitimi konusunda. Bizim en önemli sıkıntımız bu. Gençlerimizdeki yetenekleri tespit edemiyoruz. Belki çok büyük yetenekler var, bir yerlerde kayboluyor. Çocuğu veriyoruz kunduracıya, kunduracılıkla alâkası yok. Belki çok büyük bir sanatkâr olacak, belki çok büyük bir ilim adamı olacak, çok büyük bir şair olacak, bilmiyoruz. Yani yetenekleri seçme konusunda sıkıntımız var.

Yüzakı: Diğer taraftan insan hangi meslekte olursa olsun bir sanatla ilgilenmek onu daha da besleyecektir, dinlendirecektir, inceltecektir. Bu hususta hangi meslek gruplarına hangi sanatları tavsiye edersiniz?

İlhan ÖZKEÇECİ: Ben bu noktada şu şu sanat demekten ziyade şunu söylemek isterim: Bir defa kendilerine baksınlar. Nereden geldiklerini hangi toplum içinde bulunduklarını, hangi geçmişe sahip olduklarını görsünler. Araştırsınlar. Belgeseller bunu çok iyi yapıyor. Yani bir eseri alıyor, bir şehri alıyor ya da bir dönemi alıyor, anlatıyor. Ondan sonra o muhitte, o beldede yaşayan başkalarını görsünler. Yüzler, binler, on binler neyse… Bunlar önemli bir birikim veriyor insana. Ondan sonra da ilgilenebileceği sanat dalı; grafik olabilir, tezhip olabilir, resim olabilir, hat olabilir, çini, ebrû vesaire olabilir…

Yüzakı: Hocam, son olarak neler söylemek istersiniz?

İlhan ÖZKEÇECİ: Şeyh Gâlib’in şu beytini okumak isterim:

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

“Ey insan! Kendine gönül gözü ile hoşça bak ki, sen âlemin, yani yaratılanların özüsün ve sen kâinatın gözbebeği olan âdemsin.”

İnsan, kendi zâtına hoşça baktı mı gerisi geliyor zaten. Az lâf, çok iş.

Yüzakı: Bize vakit ayırdığınız ve verdiğiniz bu güzel bilgiler için çok teşekkür ediyoruz.

İlhan ÖZKEÇECİ: Ben de candan teşekkür ederim.