RÖPORTAJ

İlim ve Eğitim Meselemiz

Âdem AKIN Kimdir?

23 Aralık 1951 tarihinde Hatay’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini Suriye’nin Şam şehrinde tamamladı. Yüksek öğrenimini 1972 yılında Bağdat Üniversitesi İslâmî Araştırmalar Fakültesi’nde, yüksek lisansını ise 1976 tarihinde Bağdat Üniversitesi Kanun ve Siyasî Bilgiler Fakültesi’nde tamamladı.

1979-1981 yıllarında Başbakanlıkta raportör, arşivci; 1986-1987’da Ziraî Donatım Kurumu’nda İngilizce-Arapça mütercimliği yaptıktan sonra; 1992 yılında Ankara Üniversitesi, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nde «Münif Paşa ve Türk Kültür Tarihindeki Yeri» adlı doktora çalışmasını hazırladı.

Ocak-Haziran 1993’te İz Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği’ni yaparken, bu arada bir süre 8’inci Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’a mütercimlik, 1981-2000 yıllarında Suudi Arabistan’da Kültür Merkezi Arapça öğretmenliği, 1998-2000 yıllarında Başbakanlık-danışmanlığı yaptı.

Hâlen Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Temel İslâm Bilimleri Bölümü Arap Dili ve Belâgati Anabilim Dalı’nda Dr. Öğretim Görevlisi olarak çalışmaktadır. Çok iyi derecede Arapça ve iyi derecede İngilizce bilmektedir. “Münif Paşa ve Türk Bilim Tarihindeki Yeri” adlı eseri ve pek çok tercümeleri bulunmaktadır.

Yüzakı: Efendim, hayatî bir husus olması dolayısıyla üzerine herkesin eğildiği, fakat bir türlü çözemediği, bu yüzden bazen yap-boz tahtasına dönen ve bugünleri de yarınları da etkileyen mühim bir meselemiz var: İlim ve eğitim meselesi.

Dilerseniz mevzuya ilmin tarifiyle başlayalım. İlim tam olarak nedir?

Âdem AKIN: İlim kelimesi sözlük mânâsı itibarıyla hem «bilmek» hem de «bilgi» anlamına gelir.

Istılah yani terim olarak ise farklı mevzu ve meselelerin klâsik terminolojide cihet i vahde denilen ortak bir yön sebebiyle belli bir metot dairesinde toplanıp incelenmesi ile oluşan disiplin için kullanılır. Tefsir ilmi, hadis ilmi, tıp ilmi, coğrafya ilmi ilh…

İlmin en üst mânâsı ise «şüphe barındırmayan kesin bilgi»dir. Bu mânâ ileri seviyede «irfan»a yani «kendini ve Rabb’ini tanıma»ya kadar uzanır. Yunus Emre’nin:

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir

mısralarında ilme yüklediği anlam da budur.

Yüzakı: İlmî disiplinleri söz konusu edecek olursak, geleneğimizde nasıl bir ilimler tasnifinden bahsedebiliriz?

Âdem AKIN: İslâmî ilim geleneğinde ilimler farklı itibarlara göre farklı şekillerde taksim edilegelmiştir. Biz temelde üç ayrı başlıktan bahsedebiliriz:

a. Dinî ilimler,

b. Aklî ilimler,

c. Tabiî ilimler.

Dinî ilimler, kaynak itibarıyla vahye dayalı olan ilimlerdir. Aklî ve tabiî ilimler ise bize doğrudan vahiy ile bildirilmeyen, kuralları aklî istidlâl, tecrübe ve müşahede metotlarıyla tespit edilen ilimlerdir.

Aklî ilimlere örnek olarak ilm-i mantık ve ilm-i hikmeti, tabiî ilimlere örnek olarak da fizik, tıp ve coğrafya gibi ilimleri zikredebiliriz.

Yüzakı: Bir de ilm-i nâfî yani faydalı ilim diye bir mefhum var. Bunu biraz açabilir miyiz?

Âdem AKIN: İlm-i nâfî insanın ilme bakış açısı, ona yaklaşımda taşıdığı niyet ve istifade ettiği cihetle alâkalı bir durum. Yani şu şu ilimler faydalı, şu şu ilimler ise zararlı demek anlamına gelmiyor. Yani ilmin, sahibine hakikî mânâda fayda sağlayıp sağlamadığını belirleyen kıstas, kişinin ilmi ne amaçla tahsil edip hangi maksatlarla kullandığıdır. Buna göre ilm-i nâfi kişinin kendisine, ailesine, toplumuna, milletine ve devletine; dolayısıyla insanlığa ışık tutan ilimdir. İnsan ilim tahsil ettikçe rûhî dünyasında bir arınma ve yücelme yaşıyorsa o kişinin ilmi kendisine fayda ediyor demektir.

Buna göre her ilmin bir irfanî boyutu vardır. Yani kişi tefsir ve hadis ilmi vasıtasıyla olduğu kadar tıp ve astronomi ilmi vasıtasıyla da rûhen yücelip hakikate ulaşmanın yolunu bulabilir. Nitekim her ilim nihayetinde bir varlığı konu alır. Âlemde yer alan her varlık da onu yaratan eşsiz kudretin bir âyeti hükmündedir. Dolayısıyla herhangi bir ilim erbabı hangi ilimle uğraşıyor olursa olsun, aslında Allah’ın bir âyetini şerh edip açıklama yolunda gayret sarf ediyor demektir. Bir ilim yolcusunun bu keyfiyetin farkına varması, ilminden gerçek mânâda istifade ettiğinin bir işaretidir.

Ancak, sahibine fayda sağlamayan ilim, tersinden etki yaparak onun dalâletini artırabilir. Bu mânâda bir ilim sahibini en fazla tehdit eden rezîlet yani ruhî hastalıklardan birisi kibir ve ucba düşme tehlikesidir. Ayrıca ilminin hayrını ve faydasını görmemiş kişi, onu dünyevî ihtirasları ve nefsanî temâyülleri için de kullanabilir. Bu çok önemli bir keyfiyettir. Nitekim bütün mâsumiyeti ve korunmuşluğuna rağmen Rasûlullah -sallallâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz bile ümmetinin dikkatini bu tehlikeli duruma çekmek için: «Allâh’ım, faydasız ilimden sana sığınırım.» şeklinde dua etmiştir.

Yüzakı: Bu noktada bahsimizi ilim adamına çevirecek olursak, bir ilim ehlinde bulunması gereken vasıflar nelerdir?

Âdem AKIN: Bir ilim adamı her şeyden önce rûhî ve bedenî sıhhatine dikkat etmelidir. Zaten emânet şuuru gelişmiş bir kişinin sıhhatini ihmal etmesi düşünülemez. Çünkü sıhhatli bir rûh ve beden yapısı insana ilâhî bir emânettir ve kulluk vazifelerinin hakkıyla yerine getirilebilmesi için gereklidir. Bu ikisinden en öncelikli olan ise hiç şüphesiz ki rûhî sıhhattir.

Rûhî sıhhat sahibi olmanın bir başka ifadesi güzel ahlâk sahibi olmaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Peygamber’imizi överken: “Muhakkak ki Sen pek yüce bir ahlâk ve yaratılış üzeresin.” buyurur. İmam Şâfiî Hazretleri, Beyhakî ve daha bir çok ilim adamı bunun üzerinde bilhassa durmuştur. Zikrettiğimiz âyet-i kerîmede geçen «Huluk» kelimesi ahlâkla ve yaratılışla iç içe bir anlama sahiptir.

İkinci olarak bir ilim adamı ilim tahsilinde gayret ve himmet sahibi olmalıdır. Çünkü ilim talep edene verilen bir haslettir. Talep ise usûlüne göre çok çalışıp rahle-i tedriste dirsek çürütmekle gerçekleşir.

Üçüncü olarak, ilim adamı ilim tahsilinde istikrar ve devam sahibi olmalıdır. Çalışmasında istikrar sahibi olmayan bir ilim adamı çok fazla mesafe kat edemez. Hiç farkında olmadan bir yerde tıkanır kalır.

Dördüncü olarak da bir ilim tâlibi belli alanda ihtisaslaşmakla beraber diğer ilimleri de belirli seviyelerde tahsil etmeyi ihmal etmemelidir. Çünkü ilim, esasta bir bütündür. Her ilimden belli bir seviyede haberdar olmak hem kişinin kendi sahasındaki ufkunu açar, hem de varlığın ve bilginin farklı veçhelerini görmesini sağlayarak hakikat yolunda daha hızlı mesafeler kat etmesini mümkün kılar. Bu noktada, Saçaklızâde, Taşköprüzâde gibi, ilimlere dair kitap yazmış ulemâmızın kullandığı üç terimi kullanarak bir şey söylemek istiyorum. İlimde üç seviye vardır:

İbtidâ, iktisat, istıksâ…

İbtidâ, ilmin en temel bilgilerine, mevzû, gaye ve usûlüne vâkıf olmaktır. İktisat, orta seviyedir ve bir ilmin meselelerinin nelerden ibaret olduğunu, hangi konularda hangi delillendirmelerin kullanıldığını bilmektir. İstıksâ ise ilmin en üst seviyesidir. İstıksâ derecesindeki bir âlim ilgilendiği ilim alanındaki bütün meseleleri, ihtilâf ve içtihatları bilip, görüşler arasında tercihler yapan ve yeni içtihatlar ortaya koyan kişidir. Şimdi, bu terimleri kullanarak şunu söylemek istiyorum:

Bir âlim kendi ilim dalında istıksâ derecesinde dirâyet sahibi olmalıdır. Kendi alanıyla yakından irtibatı olan ilimleri ise mutlaka iktisat derecesinde tahsil etmelidir. Alanıyla doğrudan irtibatlı olmayan diğer ilimleri ise en azından ibtidâ derecesinde bilmelidir.

Bu son maddelerle alâkalı olarak bir ilim adamı mutlak sûrette bilim tarihinden de haberdar olmalıdır. İlimlerin tarihî gelişimini bilmek çok mühim bir temel altyapı unsurudur. Buna ek olarak tertîbu’l-ulûm dediğimiz, yani ilimlerinin tasnifi ve tertibini de bilmek durumundadır.

İlim adamında bulunması gereken bir başka özellik de bir meselenin özünü keşfetme ve esasına vâkıf olma konusunda harîs olmasıdır. Meselâ Cenâb-ı Hak bu hususta buyurur ki: “İşin arka plânını ve esasını araştırırlar…” Bence gerçek mânâda bir ilim adamında bulunması gereken özelliklerden biri de işte budur. Meselenin arka plânını, altyapısını ve geçmişini bilmek… Bilim tarihi, biraz da bunun için gereklidir.

Ayrıca bir ilim adamı yaşadığı zamanı ve dünyayı iyi tanıyıp doğru tahlil etmelidir. Yaşadığı dünyayı ve hayatın şartlarını, sağlıklı bir biçimde tanımayan kişi ilminin semeresini hakkıyla alamaz.

Yüzakı: Bu vasıflarda bir ilim adamı yetiştirmek için ne gibi ön şartlar ve nasıl bir eğitim gereklidir?

Âdem AKIN: Her şeyden önce doğru ve sağlam bir ahlâk eğitimi gerekir. İnsanın ahlâk eğitimi yaşı gerçek yaşından dokuz ay büyüktür. Çünkü ahlâk eğitimi ana karnında başlayan bir süreçtir. Annenin hâmile iken vücuduna almış olduğu gıdalar, yaşadığı rûh hâletleri gibi birçok müessir, ana karnındaki ceninin tabiatına ve kişiliğine tesir eder. Anne adayları bu ciddî durumun farkında olarak hareket etmelidir. Çocuk doğduktan sonra da, abdestsiz emzirilmemesinden, kötü ortamlarda kalmamasına ve kulağına çirkin sözler çalınmamasına kadar birçok hususa dikkat etmek gerekir. Bunlar sağlam bir ahlâk eğitiminin vazgeçilmez yapı taşlarıdır.

Sağlam bir ahlâk eğitimiyle çocuklarımız insanların elinden tutacak, iffetli, namuslu, başkalarının malında-mülkünde, ırzında-namusunda gözü olmayan, yalnızca kendisini, ailesini, annesini, babasını değil, devletini, milletini ve insanlığı düşünen, insanlığın saadeti ve mutluluğu için çaba harcayan birer fert olmalıdır. Bunlar her fert için gerekli olmakla beraber bir ilim adamı için çok daha elzem vasıflardır. Çünkü ilim adamı çok daha fazla kişiyi tesiri altına alır ve yaptığı işler çok daha büyük alanlarda yankı bulur. Bu sebeple ilim adamının amel-i sâlihlerle donatılmış, ilmi ile âmil olan vicdanlı insanlar olarak yetişmesi toplumun en önemli sıhhat ve selâmet şartlarındandır.

Mısırlı bir bilim adamının şöyle yakındığını işitmiştim: “Bizim Mısır’da ansiklopedik mânâda bilgisi engin ulemâ çok… Ama bizim en önemli eksiğimiz vicdan sıkıntısı…” Mısır sadece bir örnek… Oysa, bu durum bizim ülkemizde de maalesef pek farklı değil. Yani vicdanlı, his sahibi, helâli-haramı, hakkı-hukuku bilen sorumluluklarının şuurunda olan; «Bana ne verdiniz ki?» mantığıyla değil de: «Ben milletime, devletime, insanıma ne verebildim?» düşüncesiyle hareket eden ilim adamı pek nâdir… İşte bu olumsuzluk, ahlâk eğitiminin yetersizliğinden kaynaklanıyor.

Ahlâk eğitimi kadar ilim tahsiline de mümkün mertebe erken yaşlarda başlamanın sayısız faydaları vardır. Bu sebepten ilmin yolunu açmak için çocuklarımızı en geç dört yaşından itibaren yetiştirmeye başlamalıyız. Onlara önce doğru okuma ve güzel yazma eğitimi vermemiz gerekiyor. Evet, güzel yazı eğitimi de önemlidir. Çünkü sağlıklı yazı, sağlıklı okumayı, sağlıklı okuma da sağlıklı anlayışı meydana getirir. Önce biz öğrencilerimize, çocuklarımıza, yavrularımıza sağlıklı okumayı ve sağlıklı yazmayı öğretmeli ve tavsiye etmeliyiz. Daha sonra onları anlayış seviyelerine göre bilgilendirmeliyiz. Böyle yaptığımız takdirde belli bir yaştan sonra ilme kâbiliyeti olan çocuklar daha çabuk temâyüz edecek ve ilim yolunda daha hızlı mesafe kat edeceklerdir.

Sonra, okullarda yer alan ders müfredâtını hazırlayan hocalarımız, programla ilgilenen uzmanlar doğru bir strateji takip etmeli. Bir insan hangi yaşta, hangi altyapıyla hangi üst yapıya geçebilir? Hangi temel bilgilerden sonra, hangi bilgiler işlenmeli? Bu gibi soruları doğru cevaplandırmak çok önemlidir.

Belli bir yaştan sonra bir ilim talebesine öğretilmesi gereken şeylerden birisi de klâsik ilim geleneğimizde riyâziyat dediğimiz, matematik ve geometri ilimleridir. Çünkü bu ilimler zekâ açan ve zihni mücerret/soyut düşünceye alıştıran bir vasfa sahiptir. Meselâ bu sebepten klâsik eğitim anlayışında tabiat yani fen bilimlerinden sonra riyâziyat okunur; ancak riyâziyattan sonra metafizik dediğimiz alana ve kelâm bahislerine geçiş yapılırdı. «Riyâziyat» kelimesinin sözlük anlamı bildiğiniz üzre «alıştırmalar, egzersizler» demektir. Zaten matematik, cebir, geometri gibi ilimlere riyâziyat denmesinin sebebi de zihni mücerret düşünceye ısındırıp alıştırdığı içindir.

Bu noktada bir de kendi alanımla ilgili birkaç ilâve yapmak istiyorum: İslâmî ilimlerle alâkalı herhangi bir alanda çalışan birisinin mutlak sûrette öncelikli olarak Arap dili, edebiyatı ve belâgatına hâkim olması gerekir. İkinci olarak Kur’ân ilimlerini ve usûl-i hadîs ile usûl-i fıkıh ilimlerini iyi tahsil etmesi gerekir. Çünkü Arapça bilgisi ve usûl ilimleri İslâmî ilimlerin her safhasında karşımıza çıkar. Ama bugün maalesef İlâhiyat Fakültelerindeki hocalarımızın büyük ekseriyeti ne Arap dili ve edebiyatına, ne Kur’ân ilimlerine ne de usûl ilimlerine hâkimdir. Hattâ ilâhiyatçı geçinip, Kur’ân-ı Kerîm’i yüzünden sağlıklı okuyamayan insan sayısı bile çok fazla.

Arap dilinin ne kadar önemli olduğunu ifade sadedinde şu örneği zikretmek istiyorum: Abdullah İbn i Abbas -radıyâllâhu anh- Kur’ân ı Kerîm’i ve tefsirini en iyi bilen sahâbîlerdendir. O: «Biz Kur’ân’da bir şeye takılırsak şiire döner, oradan çözüm ararız.» diyor. Şiir dediği de Arab’ın dîvânı… Hazret-i Âişe’nin ve İbn-i Mes’ûd’un da buna benzer rivâyetleri vardır.

Yüzakı: Peki, ülkemizdeki ilmî vaziyet ve ciddiyetin çok kısa bir tasvirini yapabilir misiniz?

Âdem AKIN: Bununla ilgili yaşadığım bir hâdiseyi örnek vermek istiyorum: Akademik kariyerini tamamlamış yakın bir arkadaşıma bir gün bir kitaptan bahsederek onu okumasını tavsiye etmiştim. Karşılığında aldığım cevap beni hem çok şaşırtan hem de ciddî mânâda üzen bir cevaptı: “Hocam biz o işleri rafa kaldırdık…”

Yani akademik basamaklar bitince okumayı, kitaplarla uğraşmayı rafa kaldırmış!.. Artık ilmî araştırma yapmaya ve kitap okumaya ihtiyacının kalmadığını düşünüyor. Bu, üniversitelerde yapılan akademik çalışmaların, kimileri açısından ilmî bir faaliyet olmayıp sadece unvan kazanmaya mâtuf çalışmalar olduğunu gösteren tipik bir misâl… Hâliyle yapılan araştırmalar gayesinin küçüklüğü nispetinde güdük kalıyor ve içtimaî çözümler üretmiyor. Sadece sahibinin içi boş unvanlar kazanmasını sağlıyor. Bu da gösteriyor ki akademik kariyer yapmak âlim olmak demek değildir. İlim adamı mutlak sûrette ilmi kendisine dert edinmeli.

Yüzakı: Bu durumun iyileştirilmesi noktasında devletimize ve eğitim müesseselerimize düşen vazifeler nelerdir?

Âdem AKIN: Bazı ilim adamlarımız öncelikli olarak ulemâ adaylarını yetiştiren, kontrol eden ve onların önlerini açıp onlara ufuk veren bir yapılanma içinde yer almalı… Meselâ; Osmanlı döneminde “Cemiyet-i İlmiyye-yi Osmaniyye” kurulmuş. Buna ilk “Türk İlimler Akademisi” adını vermemiz mümkün… Bu türden akademiler kurup muhtelif alanlardaki ilim adamlarını bir yere toplamak ve bunların bilgileriyle ilim alışverişinde bulunarak ilim tâliplerinin ilmî gelişmelerini tamamlamalarını sağlamak lâzım.

Ayrıca âlim adayının mutlak sûrette geçimle alâkalı bir derdi olmamalı. Çünkü ilim, bir teksif yani yoğunlaşma işidir. Meselâ; İmam Buhârî Hazretleri’nin hayatını okurken onun şu cümlesi ile karşılaştım: “Ben hayatımda ne bir şey aldım, ne bir şey sattım. Eğer mutlak bir ihtiyacım olursa, yanımdaki arkadaşıma ricâ ederim, ona aldırır ve ona sattırırım.” diyor.

Devlet, ilim adamının geçinebileceği ortamı mutlaka ona sağlamalı ve her alanda onun fazla masrafa girmeden araştırma yapabilmesinin imkânlarını hazırlamalı. Ama durum bizim ülkemizde oldukça farklı… Meselâ; bir yazma eserin mikrofilm veya CD’sini alabilmek için varağına yaklaşık olarak 1 YTL ödemek zorundasınız… Yani bazen binlerce sayfalık bir eser üzerinde çalışması gereken veya birçok eseri temin etme ihtiyacında olan bir ilim adamının adamakıllı bir ilmî araştırma yapabilmesi için neredeyse bir servet ödemesi gerekiyor. Bence bu, ilmî gelişme ve ilmî araştırmaların önüne çekilen en büyük setlerden birisi…

Biz Türkiye Cumhuriyeti olarak ilmî seviyemizi yükseltmek istiyorsak, bütçemizin en azından % 50’ye yakınını mutlak sûrette eğitim-öğretime, ilmî araştırmalara ayırmak zorundayız. Ancak bu şekilde belimizi doğrultur ve bütün dünya ülkelerinin önüne geçeriz. Bunu nizam ve intizam içinde ve ilim adamlarımızın rehberliğinde yaptığımız takdirde kendi içimizde adâleti, dışarıya karşı da kuvveti temin etme fırsatına sahip oluruz.

Bir de devletin eğitim ve öğretim stratejisini doğru çizmesi lâzım. Okuyacak olanların önünü sonuna kadar açmalı. Okumayacak öğrenciyi de eğitimcilerin koyacağı bir sınıra kadar 9 veya 10 sınıf okutup sonra onu kâbiliyeti olan diğer alanlara doğru yöneltmeli. Türkiye’deki en büyük yanlışlardan bir tanesi de, bu adımın göz ardı edilerek meslek liselerinin önünün bir şekilde kapatılmış olmasıdır. Oysa kalifiye meslek erbabı bulunmayan bir millet, ölü bir millet demektir.

Yüzakı: Bu konuda son olarak eklemek istedikleriniz nelerdir?

Âdem AKIN: Şunu söylemek istiyorum: Biz, ilim adamına ileride bir milleti teslim edeceğiz. Allah’ı, Kur’ân’ı, İslâm’ı tanımayan, yaratılış gayesine uygun ilimleri, irfanı ve hikmeti bilmeyen, vicdanî ilimlerden mahrum bir ilim adamından ne milletine ne de insanlığa hayır gelemez. Vicdansız ilmin geldiği nokta herkesin gözü önünde: Teknoloji, insanlığı tek bir düğmeyle tehdit eden kimyevî silâhlar; mikrobiyoloji, ölümcül mikroplar ve genetik bilimi, ucûbe yaratıklar üretme derdinde… Bunun önüne geçebilmek için son olarak tekrar ahlâk eğitimine vurgu yapmak istiyorum.

Yüzakı: Teşekkür ederiz hocam…

Âdem AKIN: Bilmukâbele ben de size teşekkür ederim.