Kendini Bilmezler Dünyasında İlim Kendin Bilmektir!

M. Ali EŞMELİ

Bir harâmî İmam-ı Gazâlî’nin yolunu keser ve nesi var nesi yoksa alır, hattâ kitaplarına da el koyar. Gazâlî atılır:

–Yahu her şeyimi aldın, tamam. Fakat kitaplarımı ne yapacaksın? Onları bari bırak. Çünkü onlar benim ilim kaynağım, her şeyim. Onlarsız perişan olurum.

Harâmînin cevabı ondan beklenmeyecek niteliktedir:

–Efendi, senin sadrında olmayan satırdaki bilgilerin ne faydası var? Eğer iş kitapta ise, şimdi ben senden daha âlimim demektir!

Bu sözler, Gazâlî’yi derinden etkiler ve o günden sonra satır ilimlerini sadır ilmi hâline getirebilme gayretine girişir.

Bu mesele, sadece Gazâlî’nin yaşadığı bir ilim handikapı değildir. Bilgiyle meşgul olan herkesin az-çok yaşadığı bir vâkıadır bu. Kimi aşmıştır bunu, kimi aşamamıştır. Fakat internet ve diğer teknik imkânların sağladığı, her tür bilgiye kolay erişim meselesi, bugün ilim sahibi olma yolunu maalesef daha zorlaştırmıştır. Bu yüzden sayfa ve satırlar alabildiğine dolmakta, zihin ve sadırlar da alabildiğine boş kalmaktadır.

Tabiî böyle olunca ilim, hayata yansımıyor. Satırlardaki güzellikler yaşanamıyor. Öğrenilenler bazen lâf içinde bile kendisine yer bulamıyor.

Niçin?

Çünkü ilme sahip olma anlayışı değişti. Raflara, bilgisayarlara ve CD’lere sahip olmaya döndü ilim. Üstelik bu imkânlar eski âlimlerimizde meselâ Ebû Hanîfe’de, Ebussuud’da yok diye kimileri kendini onlardan kat kat üstün görür oldu. Oysa eskilerin, raflarından ziyade iç dünyaları ve hâfızaları bilgi ve irfan ile doluydu. Bilgilerinin tam anlamıyla sahibiydiler. Yaşayabiliyorlardı. Etraflarına da güzellikler saçıyorlardı.

Ya şimdi? Gidişat dünün tam tersine. Üstelik eğitimde mühür erbabı kimseler de her nedense şu muhasebeyi hiç yapmıyor gibi: Bilgileri birer yük gibi sırtlarda taşımak mı, yoksa onlara dimağlarda sahip olmak mı önemli? Hâfızasında iki beyit olmayan bir edebiyatçının odalar dolusu kitapları, CD’leri olsa ne? Gönlünde iki güzel ahlâkı hazmetmemiş bir hocanın cilt cilt güzel ahlâka dair malzemesi olsa ne? Hastalık ve ilâç isimlerini bile bilmeyen bir doktorun, elinde bin bir tıp kaynağı olsa ne? Elbette hiç. Çünkü insan sırtındakilerle değil, içindekilerle yaşar.

Mevlânâ bu gerçeği çok güzel anlatır:

“Bir nahiv/gramer alimi bir gemiye binmişti. Kendini pek beğenmiş bir hâli vardı. Yüzünü gemiciye döndürdü. Dedi ki:

–Sen hayatında hiç nahiv okudun mu?

–Hayır!

–O hâlde senin ömrünün yarısı hiçe gitmiş!

Gemicinin gönlü kırıldı, öfkelendi; ama cevap ver­medi, sustu. Derken, bir rüzgâr çıktı, gemiyi dehşetli bir girdaba sürükledi. Gemi­ci, nahiv âlimine baktı ve yüksek bir sesle sordu:

–Ey hoca, söyle bakalım, sen yüzme bilir misin?

–Hayır, bilmem.

–O hâlde senin bütün ömrün hiçe gitti!”

Ömrün hiçe gitmesiyle son bulacak bir hayat, gerçekte ilimden uzak bir hayattır. Bu bakımdan hangi bilgi ile ne seviyede alâkamızın olduğu önemli. Çantada taşınanla kafada taşınanın çokluğu veya azlığı önemli. Dildeki ile gönüldekinin ne olduğu veya olmadığı önemli.

Bunun için eğitim hayatımızın geçmişteki gibi liyâkat merkezli olarak düzenlenmesi şart. Yoksa istatistik şişirmek için verilmiş diplomalar, neslimizi gittikçe cehâlete sürükleyecektir.

Liyâkat merkezli eğitim…

Yani bilgiye, onu bilenin her bakımdan sahip olabildiği ve onun bütün hünerlerini satırlar olmadan da sergileyebildiği anlayış. Bu gerçekleşirse insanlar filmin değil, ilmin etrafında halkalanırlar. Çünkü ilmin câzibesi, ona irfan kıvamında liyâkatle hâkim ilim sahiplerinde kendini gösterir.

Bu liyâkatin özü de Yunus’un ifadesiyle önce “kendini bilmek”ten geçer. Der ki şairler sultanı:

İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsin,
Ya nice okumaktır?!.

Okumaktan mânâ ne?
Kişi Hakk’ı bilmektir.
Çün okudun bilmezsin,
Ha bir kuru emektir!

Yigirmi dokuz hece,
Okusan ucdan uca,
Sen elif dersin hoca,
Mânâsı ne demektir?

Yunus Emre der hoca,
Gerekse var bin hacca.
Hepisinden eyice
Bir gönüle girmektir!

Bu şiirde Yûnus, aynı zamanda ilimden maksat ve açılımları da net bir şekilde ifade etmektedir. Yani bir kimsede ilmî eğilimlerin içine daha çok para, kariyer ve rant gibi niyetler çöreklenmişse, onda kendini bilme, Hakk’ı bilme ve bir gönle girme yok demektir; böyle olunca da gayretleri sadece kupkuru bir emektir. Fuzûlî’ye göre ise bu, bomboş bir gevezeliktir. Der ki yanık şair:

Aşk imiş her ne var âlemde,
İlim bir kıyl ü kāl imiş ancak!

Hazret-i Mevlânâ’nın da bu husustaki îkazları oldukça mânidar:

“Gönül ehlinin bilgileri kendilerini taşır; beden ehlinin bilgileri ise, kendilerine yük olmuştur.”

“Bu sebeple Cenâb-ı Hak: «Din kitabını taşıyıp da onunla amel etmeyenler, kitap taşıyan eşeğe benzer.» diye buyurdu.”

“Keşke Kenan, küçük çocuklar gibi bilgisiz olsaydı da, onların analarının eteklerine sarıldıkları gibi babasının (Hazret-i Nûh’un) lütuf ve keremine sığınsaydı!”

Burada özendirilen husus, bilgisiz olmak değil, bilginin elinde cehâlete sürüklenmemektir. Şair bunu gayet güzel açıklamış:

Ârif olmak ister isen bilgisizlik dersi al,
Bildiğinden geçmeyen irfâna olmaz âşinâ…

Yani iş geliyor ilimde yine “kendini bilmek” noktasında düğümleniyor. İnsanlığa gönül gönül huzur, aşk ve hakîkat dergâhı olmuş bütün ârifler, her şeyden önce insanın kendisini tanımasını tavsiye etmişlerdir. Çünkü gözler hep dış dünyayı seyrettiğinden insanoğlunun bildikleri ve merakları da dış dünyada yoğunlaşır. Bu arada kendini unutur. Kendisiyle ilgili olumlu veya olumsuz açıdan bildiği hususlar; kırk, elli, yüz veya biraz iyimser söylersek beş yüzü geçmez. Peki, insan bu kadar az özelliklerden mi ibarettir? İnsan ki, sonsuz kabiliyet ve hususiyetleri olan bir meçhuldür. Kim, o meçhulden kendisine dair ne kadar bilirse o kadar bilgili, engin, mâhir, dengeli ve ârif olur. Hacı Bayram-ı Velî de buna işaretle kendini bilme hususuna ısrarla vurgu yapar:

Bilmek istersen seni,
Cân içinde ara cânı.
Geç cânından bul ânı,
Sen seni bil, sen seni.

Kim bildi ef’âlini,
Ol bildi sıfâtını,
Anda gördü zâtını,
Sen seni bil, sen seni.

Görünen sıfâtındır,
O’nu gören zâtındır,
Gayri ne hâcetindir,
Sen seni bil, sen seni.

Kim ki hayrete vardı,
Nûra müstağrak oldu,
Tevhîd-i zâtı buldu,
Sen seni bil, sen seni.

Bayram özünü bildi,
Bileni anda buldu,
Bulan ol kendi oldu,
Sen seni bil, sen seni.

Kendini bilen insanın bilgisi; yeşertici, üretici, kuşatıcı ve kaynaştırıcı, yani her bakımdan faydalı bir bilgi hâline gelmiş demektir. Ona yer ve gök, sırlarını açar. Her şey ilim ve irfan ufuklarında dolaştıracak bir kanat olur.

Fakat kendini bilmezin bilgisi; kurutucu, tüketici, daraltıcı ve bölücü, yani her bakımdan zararlı bir zehir demektir. İlimde kendini bilmezler, ancak densiz olurlar. Kestaneyi millete kirpisiyle yedirmeye kalkarlar.

Bakın dünyada yaşanan felâketlere!

İşte;

Kendini bilmezlerin elinde ilim, ancak bir cinâyet ve katliam vasıtası. Bazı gözlere boya akıtıp da bazı gözlere alevden mil çeken bir zâlim pazu. Bir yanda mazlum feryâtlarını ayyuka çıkartırken diğer yanda onları işiteceklerin kulaklarını sağırlaştıran hunhar kötek. Hayvanat âleminde timsahları bile besleyerek merhamet reklâmları yaparken insanlık âleminde masumiyet timsâli bebekleri bile paramparça edebilen hissiz bir pençe.

Kendini bilmezlerin elinde ilmin o kadar olumsuz ve zulüm dolu açılımları var ki, anlatmakla bitmez. İşte dün millî şairimiz Âkif’in doğuda yaşananlarla ilgili olarak anlattığı hâdiselerle bugünküler arasında bakın bir fark var mı:

İşte Fas, işte Tunus, işte Cezâyir, gitdi!
İşte Îrân’ı da taksîm ediyorlar şimdi.
Bu da gâyetle tabîî, koşanındır meydan;
Yaşamak hakkını kuvvetliye vermiş Yaradan.

….

Hudâ’yı bir tanımak töhmetiyle suçlu olan,
Şu hânümânı yıkık üç yüz elli milyon can,
Nedense, mevte olurken biner biner mahkûm,
Çıkıp da etmedi bir ses bu hükme karşı hücum!
Nedense duymadı Garb’ın o hisli vicdânı,
Hurûşu sîne-i âsârı inleten bu kanı!
Nedense, arşa kadar yükselen enîn-i beşer,
Sizin semâlara akseyledikçe oldu heder!
Nedense, vahdet-i İslâm’ı târumâr edeli,
Büyük tanındı, mukaddes bilindi zulmün eli!
Zemîn-i Şark’ı mezâlim kasıp kavurdukça;
O kıpkızıl yüzü hâkin fezâya vurdukça;
Gurûb seyreden âvâre bir temâşâ-ger,
Kadar da olmadı dünyâ nasîbedâr-ı keder!
Keder de söz mü ya? Alkışlıyordu cellâdı,
Utanmadan koca yirminci asrın evlâdı!
Evet, şenâ’ate el çırpıyordular hepsi…

Âkif, bütün bu olanlar karşısında son derece üzgün, kederli ve bîtap bir gönülle doğunun ahvâlini Allah’a arz eder:

İlâhî! Bir müeyyed, bir kerîm el yok mu, tutsun da,
Çıkarsın Şark’ı zulmetten, götürsün fecr-i maksûda?

Şark’ın ki mefâhir dolu, mâzî-i kemâli,
Yâ Rab, ne onulmaz yaradır şimdiki hâli!

Bu onulmaz yarayı Âkif, bütün insanlığın utanç kaynağı bir yara olarak görür ve der ki:

Bize insan demek insanlığa bir bühtandır,
Şark’a baktıkça emînim beşeriyyet utanır!

Buna rağmen duyarsız kalan kimselere Âkif’in tepkisi ve tavsiyesi de gayet açıktır:

Geçilmez kahkahandan her taraf yangın içindeyken…
Yanan bir sîneden, lâkin, ne istersin? Nedir öfken?
Berâber ağlamazsın, sonra, kör dersin, sağır dersin.
Bu hissizlikten insanlık hem iğrensin, hem ürpersin!
Ne ibret, yok mu, bir bilsen kızarmak bilmeyen çehren?
Bırak tahsîli, evlâdım, sen ilkin bir hayâ öğren!

Hâliyle mevzu, yine “kendini bilme”ye geldi. Çünkü ilmin başlangıcı da nihayeti de bu. Şayet hâkim ilim kendini bilmezlerin elinde esir olursa, dünya zulümlerden, felâketlerden ve cehâletten aslâ kurtulamaz. Bugün kurtulamadığı gibi…

Kendini bilmenin yolu ne?

Bilgi ve irfan.

Bu iki bir araya geldiği an insan bambaşka bir seviye kazanır. Onun gönlünde artık hem kullara ve diğer varlıklara muhabbet nazarı, hem de Allah korkusu eksik olmaz. Âyet-i kerîmede bu mânâda şöyle buyurulur:

“Allah’tan (hakkıyla) ancak âlim kulları korkar!” (Fâtır, 28)

Yani ancak bu şekilde ârif olanlar gerçek mânâda ilim ve akıl sahibi sayılırlar. Diğerleri neye sahip olurlarsa olsunlar sadece birer gafildir. Bu iki grubu Şeyh Sâdî-i Şirazî şöyle anlatır:

“Akıl sahipleri nazarında yeşil ağaçların her bir yaprağı, mârifetullah için bir divandır. Gafiller için ise bütün ağaçlar bir yaprak bile değildir.”

Dolayısıyla ilim ve kendini bilmek yolunda gerekli olan düstur;

Hakikatleri, yarım saatlik oksijen tüpü gibi değil ömürlük bir atmosfer olarak teneffüs etmek. İlmin güzelliklerini yaşayarak onun sahibi olabilmek. Satırları sadırlara aktarmak. Meselâ edep ve edebiyat dünyasını ele alırsak Yûnus hâfızı olmak, Fuzûlî hâfızı olmak, Bâkî, Şeyh Galib, Muhammediyye, Âkif hâfızı olmak ne güzel olurdu. Kısacası gerek edebî, gerek tarihî, gerek fennî ve gerekse dînî sahalarda kullanacağımız bütün bilgilerin hâfızı, yani tam sahibi olmak mecbûriyetindeyiz. Bugün akademik çalışmalarda bir de bu çerçevede şartlar konsa, insanlar, ilim ehli olmanın yanında gerçek mânâda ilim sahibi de olmaya başlarlar. Hem de kendini bilmezlerin istilâ ettiği bir dünyada kendini bilen gerçek ilim sahipleri böylece çoğalmış olur.

Buna şu çalkantılı, harap ve perişan dünyanın o kadar çok ihtiyacı var ki!..