Hasırcızâde’nin Bir Nüktesi ve Düşündürdükleri

Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK

Yüzakı Dergisi’nin 2006 Ağustos sayısında Gaziantepli şair Hasırcızâde (1802-1888)’den nükteler yazmıştık. Şairin nüktelerinden birini daha sizlere nakletmek istiyoruz. Bu nükteyi, dönemin şiir ve şaire bakışını, tenkit anlayışını ilh. ortaya koyması bakımından önemli bulmaktayız.

Önce kıssayı nakledelim:

KOKUSUNDAN ANLAMIŞTIM

Hasırcızâde’nin İstanbul’da tanıştığı Keçecizâde Fuat Paşa’nın konağında bir akşam, dönemin zürefâsı toplanmıştı. Davetlilerden biri de Hasırcızâde idi. Mecliste şiir, şair ve sanat üzerine konuşuyor, fikir alış-verişinde bulunuyorlardı. Sohbet esnasında biri Fuat Paşa’ya hitaben:

“–Paşam, dün gece bir gazel yazmaya karar verdim. Sabaha kadar uyumadım, uğraştım. Nihayet sabaha karşı tamamladım. İzniniz olursa size okumak isterim.” deyince,

“–Lütfedersiniz, zevkle dinleriz.” cevabını aldı.

Şahıs gazelini kendince özenle okudu. Herkes dinlemişti. Düşüncelerini serbestçe açıklamaktan çekinmeyen ve nüktedan bir kişiliğe sahip olan Paşa’nın görüşleri merakla bekleniyordu.

“–İyi ama efendi, bu şiiri tamamlamak için gereğinden fazla ıkınmışsınız.”

Bu cevap üzerine beklediği fırsatın doğduğunu düşünen Hasırcızâde de söze karışarak:

“–Ben ortaya konan bu şeyin ıkıntı mahsûlü olduğunu daha ilk anda kokusundan anlamıştım.” dedi.

Bu kıssa, Hasırcızâde’nin hazır cevaplığını, nüktedanlığını ve daha önemlisi şiir bilgisini ortaya koyması bakımından önemli bir malzemedir. O böyle durumlarda fikirlerini açıkça söyler hattâ bazen daha da ileri giderek müstehcen kelimeler sarfetmekten ve küfretmekten çekinmezdi. Bu olayda herhâlde sadrazam Fuat Paşa’nın huzurunda edep ettiği için ağzını bozmadı.

Naklettiğimiz bu kıssada Osmanlı şiir tarihi bakımından dikkat çekici bazı hususlar vardır. Mecliste okunan bu şiir belli ki çok kötü ve sahibi de şiirden bînasip idi. Bu yüzden Fuat Paşa, şairin yaptığı işi «ıkınmak» olarak nitelemiş, şiiri de ıkınma neticesinde ortaya çıkan pislik olarak tasvir etmiş olmalıdır. Yine bu yüzden, Hasırcızâde de Fuat Paşa’nın görüşüne iştirak ettiğini hattâ şiirin berbat olduğunu daha başından anladığını söylemiş olmalıdır. Keşke böyle ağır ifadelerle hem de bir topluluğun içinde eleştirilen şiirin metni elimizde olsaydı, şiiri biz de görebilseydik.

Kanaatimizce Hasırcızâde’nin tenkidi, kendini şair sanan bu zatın:

“–Dün gece bir gazel yazmaya karar verdim, sabaha kadar uyumadım.” sözü ile başlıyor. Zira şiir: «Ben şiir yazayım.» diye karar verip masaya geçerek yazılmaz. Şiir ilhamla yazılır. Hâdise, manzara, güzel, güzellik ilh. karşısında duygulanan şair bu duygularını bir sistem içinde kayda geçirir ve şiirini tamamlar. Elbette şiirin düzeltilmesi saatler, günler hattâ aylar, yıllar alabilir. Düzeltme farklı bir iştir. Şiir sancısını çok çekenler, yani bu işte tecrübeli olanlar yeni karşılaştıkları şairlerin ilk mısralarından veya şiir üzerine sözlerinin daha ilk cümlelerinden onların seviyesini anlayabilirler.

Fuat Paşa’nın kullandığı «ıkınmak» kelimesi ve benzetmesi de şiir tenkidi bakımından mânidardır. Ikınmak, zorlanmak anlamındadır. Şairin çok zorladığı ve zorlandığı vurgulanmıştır. Ayrıca ıkınma neticesinde ortaya çıkacak şey de bellidir.

Hasırcızâde’nin tenkidine geri dönecek olursak onun ifadesinde poetik anlayışıyla ilgili bilgiler bulunduğunu görürüz. O, şiirin kokusundan söz etmektedir. Onun ifadesinden hareketle şunları söyleyebiliriz:

Kötü şiir kötü kokuyorsa, iyi şiir güzel koku yaymalıdır. Güzel kokunun dimağı rahatlatması gibi, şiir de okunurken hoş, güzel, rahatlatıcı tesirler uyandırmalıdır. Nitekim bazı şairler gazellerini ya da şiirlerini güle benzetmişlerdir. Gül; rengi, zarâfeti, güzel görünüşü yanında kokusu ile de dîvân şiirinde en çok sözü edilen çiçek olmuştur. Her beyti gülün bir yaprağı gibi olan şiir, gülün kokusu gibi gönülde hoş bir iz bırakır. Bağdatlı Rûhî’nin (ö. 1014/1605-1606) şu beyitleri şiir-gül teşbihine güzel bir örnek teşkil etmektedir.

Ruhları vasfıdur ol sultân-ı hüsnün Rûhiyâ
Gül gibi şi‘rün n’ola ellerde bulsa imtiyâz
Rûhiyâ hep eser-i feyz-i mahabbetdür kim
Tâzeler mâyilüdür gül gibi şi‘r-i terinün

Kıssada dikkatimizi çeken diğer bir husus da Fuat Paşa’nın konağına şiir sohbeti için toplanılmasıdır. Osmanlı döneminde birçok ilde konak, han, saray, meyhane, tekke ilh. mekânlarda şiir sohbetleri yapılırdı. Çoğu devlet adamı veya varlıklı kimselerin sanatkâr veya muhib olması onların bu tür faaliyetleri desteklemesine yol açıyordu. Fuat Paşa konağı da bu mekânlardan biri idi. Genç şairlerin yetişmesinde, güzel ve çirkinin ayırt edilmesinde ve toplumun şiir zevkinin geliştirilmesinde bu mahfillerin tartışılmaz bir önemi vardı. Meselâ: Avnî mahlâsıyla şiirler yazan ve ilk dîvân sahibi Osmanlı padişahı olan Fatih Sultan Mehmed döneminde başta Fatih’in çevresinde 30 kadar şair, saray ya da başka mahfillerde sık sık bir araya gelirlerdi. Ayrıca bu dönemde Adnî mahlâsıyla şiirler yazan Mahmud Paşa’nın İstanbul’daki konağında, Ahmet Paşa’nın Bursa’daki evinde, Konya’da Şehzade Cem’in etrafında ve Amasya’da çeşitli konaklarda şairlerin toplandıkları bilinmektedir.

Bu meclislerde sevilen şiirler tekrar tekrar okunur, inceliklerinden söz edilirdi. Tanınmış şairlerin yeni şiirleri temin edilmişse hazine bulmuş sevinciyle meclise sunulurdu. İhtiva ettikleri yeni mazmunlar incelenir, bazen kelimelerin veya terkiplerin hattâ hayallerin yerine teklifler yapılır: «Keşke şair şöyle deseydi.» diye temennide bulunulurdu. Bu arada genç şairler de mecliste bulunan üstad ve hoca şairlere yeni denemelerini sunar ve müsaade edilirse herkesin huzurunda okurlardı. Şiirleri şekil, muhteva, estetik gibi yönlerden değerlendirilir böylece gençlere yol gösterilirdi. Bütün bu olan bitenlerden sonra bu tip meclisleri, dersleri; sohbet uslûbunda ders işlenen mektepler şeklinde tanımlayabiliriz.

Dönemin şiir mahfillerinde olup bitenler hakkında fikir veren Hasırcızâde’nin bu kıssasından sonra Süleyman Nahîfî’ye veciz bir beyit söyleten başka bir kıssayı nakledelim.

MAKSADI BAŞKA

Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin Türkçe manzûm çevirisini yaparak haklı bir şöhrete kavuşan Süleyman Nahîfî, Tezkire yazarı Sâlim’in bildirdiğine göre gönlünü;

«Bir nevcivân-ı serv kāmetin kemend-i zülfüne»

kaptırmıştı. Sevdiğinden fazla yüz bulamayınca üzüntüden yatağa düşmüştü. Gönlünü çelen yâr bunu haber alınca hatır sormaya gelmiş, yanı başına oturmuş ve sanki hastasını yoklayan bir hekim gibi geçmiş olsun temennisi ile eliyle Nahîfî’nin göğsünün üstüne bir an dokunmuştu. Bu dokunuşla kendinden geçen şair hâzırûna irticâlen şu beyti okumuş:

Sanma rahminden sunar destin dil-i mecrûhuma
Ol kemân ebrû cigerde tîr-i müjgânun arar

Anlamı şöyledir: “O yay kaşlı güzel, elini merhametinden dolayı yaralı kalbimin üzerinde dolaştırıyor zannetmeyin, o ciğerimde (daha önce attığı) kirpik okunu arıyor.”

Nahîfî, gönlünü kaptırdığı tanıdıklarından birinin, muhtemelen sağlık temennisi için elini göğsüne değdirmesini hüsn-i ta’lil yoluyla güzel bir sebebe bağlayarak dile getirmiştir. Böylece duygularını zarifâne bir şekilde seslendirmiştir.

Dîvân şiirinde sevgili, âşığına bazen yakın bazen uzak ama dâima merhametsizdir. Âşığına nâdiren bakar, çoğu kez bakar gibi yapar ancak hep ilgisizdir. Bu yüzden çoğu beyitlerde kaşları yaya, kirpikleri oka benzetilir ki onlarla âşığın göğsüne ok fırlatır. Nahîfî beytinde böyle bir sevgili tasvir ediyor. Ancak bu sevgili elini âşığının göğsüne koyacak kadar ona yakındır. Nahîfî sevdiğinin elini göğsüne değdirmesini yine yay-ok ile ilgili bir uygulamadan istifadeyle açıklıyor. Uygulamaya göre okun hedefe gidip gitmediği, isabet kaydedilip edilmediği kontrol edilir. İşte sevgilinin el değdirmesi de Nahîfî’ye göre bu yüzdendir onun merhametinden değildir.