İslâmiyet’in Doğuşu BÖLÜM IV
Ahmet MERAL
HAYBER’İN ALINIŞI (629)
Hudeybiye Barışı’ndan sonra Hazret-i Peygamber kısa bir hazırlık yaptırdı ve içinde yaralıların bakımıyla ilgilenecek 20 gönüllü hemşire kadının da bulunduğu, 1400’ü yaya, 200’ü atlı Müslüman’dan oluşan bir orduyla Hayber üzerine yürüdü.
Hayber, Medine- ’ye 150 km. mesafede, Suriye yolu üzerinde, Yahudilerin yaşadığı, stratejik öneme sahip bereketli topraklardan oluşmuş bir vahaydı. İçinde 7 kale bulunan bu vahada çeşitli sebze ve meyvelerin yetiştirildiği büyük çiftlikler ve hurma bahçeleri bulunuyordu.
Daha önce Benî Kaynuka, Benî Nâdir ve Benî Kureyza Yahudileri Medine’den çıkarılarak Hayber’e sürgüne gönderilmişlerdi. Buna sebep olan cürümleri; yapılan sözleşmeye uymamaları, Müslümanlara gizli ve alenî düşmanlık yapmaları, müşriklerle işbirliğine girmeleri, hattâ Medine pazarında Müslümanlara saldırıya cür’et edecek kadar ileri gitmeleriydi. Bu ihânetlerinin bedelini Medine’den çıkarılarak Hayber’e yerleşmek sûretiyle ödemişlerdi.
Düşmanlıklarını her vesile ile burada da sürdüren Yahudiler, Müslümanların Şam-Suriye ticaret yolunu baltalamış, diğer Arap kabilelerini müşriklerle işbirliğine teşvik ederek her iki tarafı Müslümanlara karşı savaşa kışkırtmış, Müslümanları yok etme gayesi etrafında sinsice cephe oluşturmaya yeltenmişlerdi.
Medine’deki münafıkların başı Abdullah bin Übey ile sürekli temas hâlinde bulunan Yahudiler, yarımadanın en savaşçı topluluğu olan Gatafan Kabilesi’nden de yardım istemişlerdi. Ancak barış anlaşmasının etkisi ile Müslümanlardan çekinen Gatafanlılar yardım yapamayacaklarını bildirince Yahudiler açık bir meydan savaşını göze alamamışlardı.
Hazret-i Ali’nin büyük askerî başarılarının görüldüğü bir buçuk aylık kuşatmanın ardından Yahudiler teslim olmak zorunda kaldılar. İleri gelenlerinin yakarışları neticesinde Hazret-i Peygamber’in affına uğrayan ve yeni bir sürgünden kurtulan Yahudiler, yapılan anlaşmaya göre Hayber bölgesinde kalacaklar, fakat bu toprakları 1600 Müslüman adına işleyerek geçimlerini yarıcılıkla sürdürebileceklerdi.
MEKKE’NİN ALINIŞI (630)
Hudeybiye Barışı’nın ardından Müslümanlar Mekke yakınlarında yaşayan Huzaa Kabilesi ile, Mekke müşrikleri de Bekir Kabilesi ile dostluk anlaşması yapmışlardı. Bu iki kabile arasında eskiden beri süregelen bir düşmanlık vardı. Bir süre sonra iki kabile arasında çıkan bir çatışmaya Mekkelilerin de taraf olması ve müttefikleri Bekiroğulları’na yardım etmeleri, Hudeybiye Antlaşması’nın açıkça ihlâli anlamına geliyordu. Böylece Hazret-i Peygamber derhâl harekete geçerek anlaşmayı bozan Mekke’ye son darbeyi vurmak üzere hazırlıklara başladı. Savaş hazırlıkları sürerken telâşa kapılan Mekkeliler, Ebû Süfyan’ı Medine’ye elçi olarak gönderdilerse de bir sonuç alamadılar.
Artık Mekke, direnecek tâkatten mahrumdu. Hazret-i Peygamber’in 10 yıllık mücadelesi, ısrarlı çağrıları ve bunun sonucunda ortaya çıkan ahlâk inkılâbı tüm Arap Yarımadası’nda etkisini göstermişti. Baskıcı, zâlim, inatçı, putperest Mekkeli önderlerden Velid bin Muğîre, Ebû Cehil ve Utbe’ler birer birer sahneden çekilirken, aynı süreçte Ammar’lar, Yâsir’ler, Habbab’lar, Ali’ler Bilâl’ler ve Ömer’lerden oluşan ve kalpleri yalnız Allah sevgisi ile dolu mü’minler topluluğu Hazret-i Peygamber’in etrafında tek bir vücut gibi kenetlenmişti. Bu altın nesil, îman ve ahlâkın en güzel birleşimini temsil eden Asr-ı Saadeti/mutluluk asrını hayatlarıyla örneklemişler, sağlam temeller üzerine kurulu anlamlı bir hayatın unutulmaz örneklerini vererek gelecek yüzyıllara «tevhidî dünya görüşü» hakkında kalıcı izler bırakmışlardır. İslâm’ın nasıl bir dünya görüşüne sahip olduğunu kendi hayat tarzlarıyla gösteren bu örnek nesil, İslâm medeniyetinin kıyâmete kadar takip edilmesi gereken mânevî rotasını da bu örneklikleriyle belirlemişlerdir.
Mekke, yarımadanın kalbiydi. Kureyş’in sukûtu, küfrün ve şirkin de sukûtu olacaktı. Artık vakit gelmişti. Müslümanlar ciddî bir direnişle karşılaşmadan dört koldan yaklaşarak Mekke’nin etrafını çevreleyen tepelere yerleştiler. Psikolojik baskı tekniği uygulanarak geceleyin yakılan binlerce ateş âdeta İslâmiyet’in nûrunun şirkin zifiri karanlığını nasıl ortadan kaldırdığını sembolize etmekteydi. 10.000 kişiden oluşan İslâm ordusu, Hazret-i Peygamber’in önderliğinde muzaffer olarak çok geçmeden Mekke’ye girdi. Hazret-i Peygamber ordunun zafer sarhoşluğuna düşmesini önlediği gibi, kin ve kan dökmeye yol açmadan, en azılı düşmanlardan bile intikam almaya kalkmadan bağışlayıcı bir tavırla genel af îlan etti.
Hazret-i Peygamber, Mekkelilere yaptığı tarihî konuşmada kimsenin malına ve canına dokunulmayacağı garantisi vererek şehirde barış ve güvenlik atmosferi oluşturdu. Çok özel suçları olan 8 kişi dışında kimse cezalandırılmadı. Af kapsamı öylesine geniş tutuldu ki, direnişin başındaki komutan İkrime bin Ebû Cehil dâhil hemen herkes affedildi. Bu arada kader, yıllarca direniş gösteren sembol isim Ebû Süfyan’ın da Hazret-i Abbas aracılığıyla koruma altına girdiğini ve İslâmiyet’in gücüne teslim olduğunu gösterdi.
Özellikle belirtmek gerekir ki, Hazret-i Peygamber fetih günü kadın-erkek bütün Mekkelileri Safâ Tepesi’ne çağırmış, onları Allah’a ortak koşmamaları, iftiradan, zinadan, hırsızlıktan sakınmaları ve kız çocuklarını diri diri gömmemeleri konusunda uyararak kendilerinden söz almıştır. Yine o, Mekke’nin yağmalanmasını önlediği gibi, Kureyşlilere yapılabilecek her türlü baskı ve aşağılanmaya da izin vermemiştir. Şehre girdiği ilk anlarda doğruca Kâbe’ye yönelmiş, gönüllerden temizlemeyi başardığı putları bizzat Kâbe’den de temizleme yoluna gitmiştir. Bütün bu hoşgörülü ve ılımlı tavırlar Mekkeliler üzerinde olumlu tesirler yapmış, bundan dolayı da İslâmiyet’e boyun eğerek kendi istekleriyle Müslüman olmuşlardır.
Not: Talebelik yıllarımda rahmetli Prof. Dr. Fikret IŞILTAN Hocamız kürsüde ders verirken Hazret-i İsa ile Hazret-i Muhammed Peygamberler’i kıyaslayarak kendince şöyle bir yorumda bulunmuştu: “Ama Muhammed bambaşkaydı. Onun bir elinde Kur’ân, diğer elinde kılıç vardı. O, insanları Kur’ân’la uyarıp davet ediyor, gelmeyenleri ise kılıçla doğru yola getiriyordu.” Batılı yazar ve akademisyenlerin Hazret-i Peygamber ve Müslümanlar hakkındaki bu yanlış anlayışlarının kökleri XII. yüzyıllara kadar uzanmaktadır. Kin, nefret ve cehâletle harmanlanmış bu yaygın önyargılar günümüzde de sürmektedir.