En Büyük Tehlike

Yard. Doç. Dr. Emin IŞIK

11 Eylül 2001 tarihi, ABD ile birlikte İslâm âlemi için de yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Haçlı zihniyetinin eseri olan kin ve düşmanlıklar bütün yoğunluğu ile Müslümanlar üzerine çevrildi ve bizzat İslâm Dini hedef gösterildi. Ortada olup bitenlere bakarak, daha uzunca bir süre Müslümanlık hedef olmaya devam edecek, diyebiliriz. Müslüman milletlerin kendi kaderlerini belirlemeye yönelik bir devrenin fiîlen başlamış olduğu söylenebilir. Üstelik kendi aralarında iş birliği yapmış, bu uğurda gerekli organizasyonları ve kurumları oluşturabilmiş bir İslâm dünyası, henüz ufuklarda bile görünmüyor. Bu durumda 50’yi aşkın İslâm ülkesinden her biri, kendisine yönelik tehditleri tek başına göğüslemeye mecbur kalacak demektir.

Müslüman ülkelere yönelik tehditler, yalnızca ekonomik sömürü veya Afganistan, Irak ve Lübnan örneğinde görüldüğü gibi, fiîlen işgal edilmek de değildir. Asıl tehlike kültür alanında kendini göstermektedir. Üstelik kültüre yönelik tehditler sadece dış kaynaklı da değildir. Eğitim sistemindeki yetersizlik, başta dil olmak üzere, din ve ahlâk alanında görülen çözülme, ayrıca münevverlerin içine düştüğü kavram kargaşası da millî kültür için başlı başına birer tehdit ve tehlike oluşturuyor.

Hiç şüphesiz tarih içinde millî kültürü, milletin kendisi oluşturur ve millet denilen canlı organizma, kendi varlığını millî kültüre dayalı olarak sürdürür. Kültürünü kaybedip de varlığını sürdürebilmiş tek millet yoktur. Kültürünü vatanı kadar kutsal bilmeyen milletlerin ayakta kalmaları mümkün değildir.

Bu kadar yoğun dış ve iç tehdit karşısında, milliyetçilik daha da gelişecektir. İstediği kadar faşizmle eşdeğer gösterilip suçlanmaya çalışılsın, onun gelişmesi engellenemeyecektir. Aslında milliyetçilikle faşizm arasında dağlar kadar fark vardır. Ancak bu ikisi kavram kargaşasına getirilerek aynı şeymiş gibi gösterilir.

Milletleri millet yapan temel değerler dil, din ve müşterek tarih ile üzerinde yaşadığımız vatandır. Bu değerleri ayakta tutmaya çalışmak milliyetçiliktir. Faşizm ise yalnızca soy birliğini temel değer kabul etmektir. Daha da ileri giderek, kendi soyunu üstün ırk olarak görmektir. Soy birliği, ilkel kavimler için hayatî önem taşıdığı hâlde, ileri ve büyük milletler için aynı önemi taşımaz. Çünkü büyük milletlerin sosyal realitesini, yalnızca soy birliği gibi dar bir çerçeve içine sığdırmak, her şeyden önce sosyolojinin ilkelerine ve tarih içindeki gelişime ters düşer. Unutmamak gerekir ki, Durkheim sosyolojisi, ilkel toplum kabul edilen klân sosyolojisidir: Modern toplumların yapısında yer alan mânevî değerlerin tribal hayat içindeki ibtidaî şekillerini tanımaya yönelik bir araştırmadan ibarettir. Durkheim’in ortaya koyduğu görüşler, henüz millet olma özelliği kazanamamış ibtidaî kavimler ile yalnızca İsrail kavmini tanımlamak için geçerli sayılabilir. Çünkü büyük milletler, bir tek klândan değil, ayrı ayrı klânlarla çok sayıda boy ve kavimlerin binlerce yıllık tarih süreci içinde bir takım yollarla kaynaşmaları sonucu meydana gelmiş, bu kaynaşmayı sağlayan en büyük âmil de din olmuştur.

Büyük milletlerin hayatında soy birliğinden başka belirleyici unsurların bulunduğu da bir gerçektir. Bu unsurlar şu üç konuda açıkça kendini gösterir: Bunlar mabet, mezarlık ve nikâhtır: Bir toplumda yaşayan insanlar, aynı mabette birlikte ibadet ediyorlar, ölülerini aynı mezarlığa defnediyorlarsa, aralarında kız alıp verme geleneği de varsa, o toplumun insanları ayrı köklerden gelmiş olsalar da tek millettirler. Bu kriterler kimlerin millet veya kimlerin etnik azınlık olduğunu başka hiçbir kritere ihtiyaç göstermeden belirler.

Dinin, her milletin hayatında aynı derecede önemli rol oynadığını iddia etmek doğru değildir. Fakat bizim millet hâline gelmemizde İslâm dininin rolü, çok büyüktür. Bundan dolayı, İslâm dinini, millî kültürün ortak zeminini oluşturan ve millet varlığının oluşumunda birinci derecede rol oynayan bir vak’a olarak görmek gerekir. Bu gerçeği görmezlikten gelerek, milliyetçilik adına dini dışlamak da, dinî bir taassupla milleti meydana getiren öteki kültür değerlerini yok saymak da son derece yanlış ve anlamsızdır. Millet varlığını meydana getiren maddî ve mânevî değerlerin hepsi birlikte bir bütün oluşturur. Bunlardan biri devre dışı kalır, ya da kasten ihmal edilirse millet varlığı, bundan büyük zarar görür. Bütün bunlardan dolayı, milliyetçilik, üstün ırk iddiası değildir. Milleti oluşturan dil, din, vatan, ortak tarih, ortak kader gibi, temel değerleri ayakta tutmaya çalışmaktır. Bunları sevmek de milliyetçi olmaya yetmez. Yaşatmak için gayret göstermek ve her türlü tehlikeye karşı müdafaa etmek gerekir.

Bu anlamda millet, ortak kültür etrafında biz duygusu ile birbirine bağlı büyük bir topluluktur. Belli aşamalardan geçerek, kültürel yapısını tamamlamış olan toplumdur.

İbn-i Haldun, toplumu ayakta tutan rûha «asabe» adını vermekteydi. Asabe yani aralarında kan bağı bulunan kavim veya kabile, bunu zulüm için de, adâlet için de kullanabilir. Zulüm ve haksızlık için kullanırlarsa buna asabiyet, yani ırkçılık adı verilir ki, bu ırkçılık, bizzat Hazret-i Peygamber tarafından kınanmıştır: “Zulüm; yaptığı zaman kavmine, senin de yardımcı olmandır.”

Zulüm ve haksızlığın zıddı ise adâlettir. Adâlet ve iyilikte, insanın, kendi kavmine yardımcı olması, İslâm dininin önemli emirlerinden biridir. Bu yüzden ilim, ahlâk, hak ve adâlet alanında, milletine hizmet etmek, asıl milliyetçiliktir.

Başta millî dil olmak üzere, millî değerler tehdit ve tehlikeyle karşı karşıya iken, bunları savunanları, ırkçılıkla, faşistlikle suçlamaya yeltenmek, yanlıştan da öte bir ihânettir: Vatanını savunanları arkadan vurmaktır.

Irkçılık ve milliyetçilik kavramlarına açıklık kazandırmak isteyişimizin asıl sebebi, yukarıda temas ettiğimiz gibi münevverler arasındaki kavram kargaşasıdır. Bilerek veya bilmeyerek kendi kültür değerlerine karşı tavır alanlar, kendi bindikleri dalı kesmiş olurlar. Bütün mânevî ve kültürel değerlerin yerli yerine oturmuş olduğu ileri toplumlarda, şu veya bu bahaneyle dine ve mânevî değerlere uluorta saldırılmaz, kutsal değerlere sövülmez. Dindar halk yığınları, gericilikle, rejim ve devlet düşmanlığıyla itham edilmez. Bu devlet için, bu vatan için dün Çanakkale’de, Sakarya ve Dumlupınar’da can verenler gibi -Allah korusun- bir tehlike karşısında, yine bu vatan için seve seve can verecek olanlar, yüreğinde Allah aşkı, vatan aşkı olanlar olacaktır. Aslında milliyetçilik yalnızca vatan için ölmek de değildir. Millî değerlerden her birinin vatan kadar kutsal olduğunu bilmek ve bunun şuurunda olmaktır.

Millî varlığımızın temellerini oluşturan bütün değerler, tehdit ve tehlike altındadır. Bunda dış dünyadan gelen çeşitli tehditlerin yanında, kendi eğitim sistemimizdeki ilgisizliğin ve ihmallerin de rolü büyüktür.

Türklüğün tehlikede oluşu, Türkçenin tehlikede oluşu yüzündendir: Türklüğe yabancılaşma da Türkçeye yabancılaşma ile başlar. Dünya dili olarak dayatılan İngilizce başta olmak üzere, bütün yabancı dillere karşı Türkçe korunmalıdır. Anadilini doğru dürüst bilmeyen bir insan, bir değil, 72 dili bülbül gibi konuşsa, yine de Türk sayılmaz. Yabancı dil bilmek önemlidir. Ancak onun önemi, kesinlikle Türkçeden sonra gelir.

Hiçbir yabancı dil, anadilin önüne geçme hakkına sahip değildir.

Çarpık bir eğitim anlayışının bir neticesidir ki, bu milletin başına «halel» ile «helâl»in farkını bilmeyen yöneticiler gelebilmiştir. Bu gidişle daha büyük belâları da beraberinde getireceğe benzer. Millî dil, millî kültürün nabzıdır. Millî kültür, en belirgin şekilde o nabızda atar.

Bir toplumda dinin doğru öğretilmesi ve doğru yaşanması, din eğitim ve öğretimi ile olur. Türkiye’de din eğitim ve öğretimi, dün olduğu gibi, günümüzde de çözülebilmiş ve hakikî konumuna yerleştirilmiş değildir. Konu her gündeme gelişinde ya düşmanca saldırılara uğruyor, ya siyasî istismar mevzuu yapılıyor, ya da bilgisizce çözümsüzlüğe itiliyor. İmam-Hatip Liseleri’nin birer devlet okulu, orada okuyanların da Türk çocukları olduğu hiç hesaba katılmıyor. Bu öğrenciler, hiç işlemedikleri, hattâ düşünmedikleri akıl almaz suçlarla itham edilip, önleri kesiliyor. Esas bölücülüğü, dine ve din eğitimine, insafsızca saldıranlar yapmış oluyorlar. Diyelim ki, Allah’a inanmıyor ve Allah’tan korkmuyorlar, peki dillerinden düşürmedikleri insan hakları ne güne duruyor? Üstelik bunlar, Heybeliada Rum Rahipler Okulu’nun bir an önce açılması için çarşaf çarşaf makaleler döşüyorlar.

Kendi dininden korkan ve kendi dinine düşman olan bu tip münevverlere (aydın) sahip, yeryüzünde başka kaç ülke var?

Bu durum bile gerçek bir din eğitiminin önemini göstermeye yeter.

Bir milletin münevverlerinin, kendi diline yabancılaşması, millî ve mânevî değerlerine düşmanca tavır takınması, inanınız, o millet için düşman işgalinden daha büyük bir tehlikedir.

Bütün bunlar, millet ağacının içten içe çürüdüğünü gösterir:

Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez.
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!